Chapter Text
Her şeyin içinde sonsuz bir tatminsizlikle yaşamak, parmak ucu kadar kırmızı bir noktanın verdiği derin tedirginliğe benzer bir strese neden olurdu. Kendinden geliyor olduğunu bilse de kurtulmak için insanın çabaladığı bir manasızlık. Yeni bir nüansın içinde, belirsiz arayışlara kafa yormadan anlamlandırıyorlar kendilerini. Islah edemedikleri düzeni yaşıyor olmak, yan yatmış bir gemide bir tanrıdan medet umuyor gibi el açmakla aynı. Şaibelerin ışıklarından akan zaaflar, içlerine dolmuş. Sıkıntıların içinde zevkiselim sefalara bürünüp göz boyuyorlar. Çoğu, sıradışı zevklerle donatılmış. Bitmeyen hoşnutsuzluk, en çelimsiz arzuyu anca yiyip bitirirdi. Acıyı andıran kırmızı renk, her bir yanda şehveti görünür kılıyordu. Dört figür, bu apaçık doyumsuzluğun tepesine doğru çıkıyordu. Farklı seçenekler ve yerden göğe dek insan tabiatını hissetmek. Bu, yaradılışın en gözde merkeziydi. İnsan, karamsarlığından ve iç dünyasından ayrı. Her seyrinde mutlaka çekecek bir ışık parlardı. Erkek doğasının karşı konulmaz heyecanına çare bulunurdu. Göz yoracak gösterişle canlanıyor, şakak ağrıtacak gürültülerle kulak çınlatıyordu. Antik bir arzudur şehvet; buraya, onu bastırmak için gelinir. Hoş tutulur ve sesi kesilir. Aslında bir akıl oyunu, gerçekliğin bahsi dahi geçmez. Her adım atanın içine işleyen aynı zehir. kadın kokusu. Yıllanmış bir içki misali tatlı. Diş kamaştıran ve dil kaşındıran. Her geçen böyle anlatır bu meydanı. Sıradan olmayan bir zevk yolu aramak için çok kez uğranırdı. Basit varoluşlar için basit şeylere kapılmak çok kolaydır. En basit ama karmaşık varlığa, kadına tutulmak, bir erkeğe en zahmetsiz tuzaktır. Kadınlar, onları nasıl çekeceklerini biliyorlar. Kadınlar, onların kendilerinin bile göremedikleri iç anlaşmazlıklarını görüyorlar. Vicdan ikilemi içinde, onları bu çatışmadan, kendileri gibi günahkâr olan bu kadınlar kurtarıyor. Onlara ortak oluyorlar. Bu adamlar ise anlaşıldıklarını ve önemsendiklerini düşünüyorlar ama uzun sürmüyor. Kadın özlemi, tatmak için değil; bacaklarına sarınmak ve sevgi almak, yarımlıklarını gidermek için değil. Kafalarındakini yatıştırmak adına sığındıkları geçici bir liman. Kadınları katranlara boyayıp bir yandan katranlara bulanmamış olanı arıyorlar. Alt varlıkları ezmek için vajinayı üstünlük simgesi olarak görüyorlar. Çoğu erkeğin dilinde, bir kadının en değerli şeyini aldığı. Değişmedi. Enginliği bitmeyen sapkın düşünceleri ve benzer dertleri gidermeye adanmıştı meydanın her tarafı. Güzelliklere tapınmak için bir tapınak timsaliydi. Akılları, bir yosmanınki ile aynı ama her diyardan yüksekteler. Belkemiği olmuşlar çıplaklığın ve sadistliğin. Müşkülpesent davranışların ardına sığınıyor ama şahsiyetleri farklı konuşuyordu. İnsanların gerçekliklerini çok iyi tanıyan biri için, bu merdivenleri çıkarken hilekârlığın her türlüsüne onların yüzünde tanıklık ediyor olmak normalleşmişti. Bu meydanın ortak bir anlayışı vardır. Bir kişi bedenini bırakır, bir kişi de o bırakılan bedenin geçici sahibidir. İstenilen olmak ile isteyen arasında ortak bir alışveriş geçer. Kadınlar ve erkek fahişeler, güzel yüzlü ve ince vücutlu olanlar.
Erkek fahişeler nadirdir. Bulunmaz bir servet gibi. Doğrudan ulaşılamazlar. Zira, onlardan birini bulundurmak, bir genelev için alacağı en büyük cezadır. Erkek fahişe çalıştırmak yasal değildir, bu da sıradan fahişelere göre üstlerindeki ilginin neden fazla olduğunu da açıklayan bir nedendi. Antik savaşın ardından kurulan ilk imparatorluk dönemlerinden beri varlardı. Üstlerinden felaket geçen insanların acılarını dindiriyordu seks ve içki. Ne olduklarını yeni keşfediyorlardı güya. Cinsellik afyonunun etkisini yeni öğreniyorlardı. İlk acıları unuttular. Ardından, çoğaldı. Çoğaldıkça bastırmaya çalıştılar. Böylece, gün geçtikçe bu hisse dadandılar. Güzel buldukları her şeyi tükettiler. Ancak sömürü kültürüyle yaşayan erkeklerin çığırından çıkan isteklerine karışmadılar. Sonuçta, dünya onların elinde dönerdi. Dünyayı çevirdikleri her vakit, her şeye sahip olmak da haklarıydı. Zira ülkeler, çocuklar ve kadınlar onlarındı. Bu kadar acıyı dindirmek için yaptıkları işi zevk diye adlandırdıklarında, kimse onları öfkeyle karşılayamazdı. Savaşarak ölmelerinin karşılığı, bütün ulusun onlara hizmet etmesiydi. Öyle de oldu. Erkekler istedikçe, en akıl dışı olarak görülen şeyler dahi kabul edildi. Güçsüz erkekler de onlara hizmet etti. Hizmetlerini ve vücutlarını köle yaptılar. Kemikleri kuruyana kadar sömürüldüler. Şuan hanedanlıkta bulunan imparatoriçenin saltanatına dek böyle sürdü. Fahişelik yasaklanamadı. Zira hâlâ erkek egemenliğinin geçtiği bir ülkede, bir kadının yönetimi kabul göremiyordu. İtiraz etmediler ama onun koyduğu yasaları da kabul etmediler. Buna rağmen, yaptırımları vardı bir erkek fahişeyle olmanın. Cezalardan kaçınmak için farklı yollar buldular. Genç erkekler kaçırılır ve genelevlerin kapalı odalarına hapsedilirlerdi. Bir erkek fahişe için servetler dökülür, kadın fahişelerden daha değerlidir. Hem hayatı hem de kendisi. Bu dogmalaşmış gelenek, sürdürülmeye devam edilecek. Renkli fenerler ve dirseklerini balkona dayamış kadınlar, her şeyi daima aydınlatacak. Onları görenleri selamlayacak ve karşılayacaklar. Yüzlerine birkaç dakika bakılacak ve hiç görülmemiş gibi geçilecekler ya da biri sevecenliklerini kabul edip o kapıdan içeriye girecek. Kalabalığın görüntüsü dağınık. Fakat köşelere çekiliyorlar yavaş yavaş. Meydana henüz adım atmış adamın kimliği, hepsini ürkütüyor. Yüzlerine aşağılıkmış gibi baktığını, hiçbir şey demeden etlerini dümdüz ettiğini hissetmek istemiyorlar. Çünkü her birini tanıyor. Keskin ve düz bir ifadesi var. Ürpertici bir yakışıklılık. Bütün bu topraklar onun elinden geçmiş gibi sakin yürüyor. Başlarını çeviriyor ve görmemeye çalışıyorlardı onu. Ayağının altından başka diyarların tozunu getirirdi. Ceset ve kül ile birlikte. Herkesi dizlerine kapatacak ebedi bir aurası vardı. Afrodizyağı, kadın kokularını örtüyordu. Bütünüyle muhafazakâr giyimli ama vücudundaki erkeklik, en net şekilde her zaman ortaya çıkardı. Buradakilerden daha fazla yerin dibine batmış biri. Belki de en alçak adamdı. O da ömrünü bir seks düşkünü olarak heba etti. Sıradan bir erkek gibi. Fakat kendini bu sefaya asla adamamıştı.
Cennete düşmek zannedilerek ayağına gidilirdi onun cehenneminin. Dünya yok olacak olsa kimseye gitmezdi çünkü. Saçlarını okşamaz ve sevmezdi. Taş kalpli deyimini ona kullanmak klişeydi. Az da kalırdı. Neye ihtiyacı olduğunu bilerek hareket ederdi yalnızca. Böyle yaratıldıysa, bir erkek gibi yaşardı. En saf haliyle. Eğlencelerle boşa geçirmediği ömrü, başkalarına hayat gibi görünmezdi. Başkalarını gerçeklikten çıkaran, ona sahte geliyordu. Kaçıyorlardı, özellikle de kendilerinden. Arai Ryou narsistti. En çok kendini dinleyen ve mantığını önemseyen. Kendinden kaçanın, kendini yüceltmeye çalışması da olağandı. Fakat kendinden kaçmayanın kendini yüceltmesi saçmalıktır. Kim olduğunu en iyi bu insanlar bilir çünkü. Arai Ryou başkasını tanımazdı. Zira tanıdığı en kötü insanla, kendiyle yüzleşmeyi çok önceden başarmış biri. Acının böyle geçmeyeceğine de çok iyi tanıklık etmiş. Daha çok arttırdığını biliyor. Sevmenin ve sevilmenin. En çok da aşk denen şeyin, bunca yıldır hiç hissetmemiş olsa da. O, hiç kimseye bir kırıntı dahi içindeki baharı serpmezken, binlercesi ona uğradığında onları acımasızca yırttı. Geçici şeylere aldanmışlığı yok. Heveslenip de kendini mahvettiği bir aşk, kafasındakileri yumuşatmak için uğradığı biri de öyle. Bundan dolayı, kalıcı olmayan dokunuşların hoşnut ediyor gibi hissettirdiğine kanmazdı. Bazen açlık duyduğu, her sıradan insan gibi onu acizlerin durumuna düşürmek adına bir yoldu. Gizlemiyordu, bundandır ki arzulanıyordu. Açıkça kullanıyordu güçlü yanını. Erkek olarak elindeki en iyi şeyi. Yine de hiçbir kadın yaklaşmıyordu ona. Arai Ryou, yanına varılacak ve kandırılacak bir adam değildi. Şu an bile ne parlak renklere ne de güzel kadınlara aldanıyordu. Sert çehreli adam, yanındakine hafifçe döndü gülümseyerek ve bir şeyler söyledi. Onu daha yakınında tutuyordu. Meydana çıkalı çok olmamıştı. Buradaki binaların genel görüntüsü ve dizilme şekilleri daha farklıydı. Birbirlerine çok yakındılar. Her genelev, büyük ve farklı tarzda bir mimari ile inşa edilmişti. Çatıları ve duvarları kırmızı, kapıları hep açıktı. Arai Ryou, ülkenin en yüksek rütbeli askeri lorduydu. Her tür iğrençliğin ortada olduğu bir yerde yürüdüğü çok çabuk fark edilmişti. Saf gibi görünenler, içlerine giren canlı vahşetten kaçıyorlardı. O meydana girdiği an, bazı genelevlerin önleri boşaldı. Sokakta yürüyenler ondan en uzak mesafede yürüyorlardı. Adımları hızlanıyor ya da arkada kalmak için yavaşlıyordu.
Birkaç adım yürüdükten sonra, arkadan öfkesi belli olan ama sakince sormaya çalışan bir ses duyuldu.“Bizi neden buraya getirdiğinizi sorabilir miyim?”
“Kısa yoldan gidiyoruz.”
Noa, “Gidilebilecek başka yollar da mevcuttu, Arai-sama.” dedi.
“Benim tercih ettiğim yoldan yürüyeceksin. Başka bir itirazın yoksa kapat çeneni.”
Noa, söyleyeceklerini yüksek sesle söylemedi. Yuu, ağzındakileri tutsun diye onun koluna girmişti. “Lanet herif, bilerek yapıyor!”
Yuu, sadece bıkmış bir şekilde elini yüzüne bastırdı. Noa’nın söylenmeleri bitene kadar ona kafa sallamıştı. Devam ettikçe, gözleri tanınmış yüzlerle kesişiyordu. Genelevlerin kapılarından içeri giren ve kadınlarla konuşan insanlar, bilindik kişilerdi. Arai Ryou yanlarından geçtiğinde, yüzlerini döndüklerine şahit oluyorlardı. Sebebi vardı ondan kaçmalarının. Veliaht Prens'e anlattı Ryou. Arkasında açık bir delik bırakan yılanlardı hepsi. Açıkça yaşıyorlar, deliklerde saklanıyorlar ama dışarıdaki avcı yırtıcı yüzünden çıkmaya da korkuyorlardı. Fakat avcının tuzağına takıldılar. Şüphesiz kaçınılmazdı. Ahlaksızlıklarını, düşkünlüklerle yaşadıkları hayatları teker teker açığa çıkardı. Güzelliğe saplantı ile yaptıkları kötülükleri biliyordu. Kaç erkek kaçırıp genelevlere sattıklarını ve satın aldıklarını. Birçok çocuğun ve gencin hayatını kararttılar. Kimsenin haberi olmadı. Arai Ryou deliklerinden topladı tamamını. Ancak anlaşılmadı ve dinlenmedi. Karşı tarafa mağdur muamelesi yapıldı, Arai Ryou ise suçlandı. Ne yaparsa yapsın sözlerinin geçersiz sayılacağını kanıtlamışlardı ona. Ahlaksızlığı nam salmış birinin, soyluları ahlaksızlıkla suçlamasını absürt buldular. O on adam, hiçbir kanıtı kabul etmedi. Arai Ryou’nun yargılamak istediği soyluların suçları ise yersiz bulundu. İddiaları, eski kini ve öfkesini hâlâ barındırıyor olmasıydı. Dişlerine takamayıp kanlarını dökemedikleri vardı. Vahşi bir hayvan gibi çıldırmaya ve pençe geçirmeye devam ediyordu. Sarayla bağlantısı olan herhangi bir aileye dokunursa, bunun cezasını çekmekle tehdit edildi. Onlar çok iyi biliyordu onu nasıl dizginleyeceklerini. Geçmişte yaptıkları geleceğe yürürse, kurtulamayacak olan o olurdu. Ona bunu hatırlattılar, susması için. Arai Ryou, korkmazdı. Fakat istediklerini yaptı, sarayın sorunlarına veya iç düzenine bir daha karışmadı. Kenara çekilmişti. Elini ayağını çektiği için güçsüz kalışlarını izlemek istiyordu. Arai Klanı olmadan bir hiç olduklarını anladıklarındaki hayal kırıklığını görecekti. Birden yere çakıldıklarını ve kalkacak tek bir dal parçası dahi bulamadıklarını da. Bu günü beklediğini açıkça söylemişti. Ciddiyetle ve sabırla.
“Onları kimin benim elimden aldığını tahmin edebilirsiniz. Bütün askeriye benim elimde sözde ama çoğu şeye elimi sürmem yasak. İsteseydim bu soyluların hayatlarını alabilirdim. Fakat onlar soylu, ben ise zamanında çok büyük bir suç işlemiş alçak bir lorddan başka bir şey değilim. Defalarca bahane olarak kullandıkları kabahatim bu.”
Suçlarına kefaret olsun diye bütün siyasi yetkisinden vazgeçmiş alçak bir lord. Hiçbir şeye dokunmadan kenarda durmayı tercih ediyor. Ne gücünü boş yere kullanmak ne de nefes tüketmek istiyor. Uyuyan kötülükten ölesiye korkuyorlar yine de. Yüzüne bakacak cesaretleri olmayan onların, yıllar boyunca derilerine girmiş bir sıkıntı olmuştu Arai Ryou adı. Suçlarını örtbas edebilmek için arkalarını dönüyorlardı. Yüzleşemezlerdi. Yıllar önce de yüzleşememişlerdi. Kin tuttukları ve aşağılık diye yerin dibine defalarca soktukları kişinin ellerinde ufalanmaları gerekirken, hayatta kalmayı ve nefes almayı hak edebiliyorlardı.
Ryou, “Zamanında hepsinin kökünü kazımalıydım. Bir tane bile bırakmadan…” diyerek pişmanlığını dile getirdi.
Saatler erken olmasına rağmen çok fazla insanın içinde yürüyorlardı. Bir genelevin balkonundan aşağı bakan üç kadın vardı. Birinin saçları balkondan sarkıyordu. Kollarını korkuluklara dayamıştı. O kadın esniyor ve sıkılıyordu. Üç kadın da benzer renk giyinmişti. Kullandıkları aksesuar ve saç şekilleri de benzerdi. Fakat çehreleri farklıydı. Biri güler yüzlü, biri sıkkın, biri ise sürekli arayıştaydı. Bu kadın, balkonlarının altından yürüyenleri gördü. İki genç erkek vardı aralarında. Yanındaki diğer iki kadına da gösterdi onları. Kadınlar, gençleri görünce balkondan sarktılar ve aşağıdaki iki genç adama seslenmeye başladılar. Söyledikleri ister istemez Noa ve Yuu’nun kulağına gidiyordu. Ahlaksız lafların kendilerine söylendiğini de anlamışlardı. Ancak ikisi de kafalarını kaldırıp kadınlara bakmadı. İffetsiz kelimeler beyin yıkıyordu. Etkilemek için kullandıkları her tür cümlenin sonu yoktu. Ezberlenmiş bir şekilde ağızlarından utanmadan dökülüyordu. Teslim olunabilecek sözlerdi, iradesiz bir erkek için. Tatlı tenlerine dokunmaları için abartılı sözler sarf ediyorlardı. Bütün duyu organlarını kabartacak dokunuşlara her erkeğin ihtiyacı vardı. Kimi için boş bir iknaydı. Dinlemediler.
Yuu’nun bu sözler yüzünden tüyleri ürpermişti. “Az önce ne dedi onlar? Neyimle ne yapacaklardı?”
Noa, Yuu’yu ileri ittirdi. “Önüne bak!”
Balkonda, ortada duran kadın onlara seslendi. “Yukarı çıkıp cenneti görmek varken, neden gidiyorsunuz? Korktunuz mu yoksa?” Üç kadın, aynı anda kahkaha atıyordu.
Eğlence, tutku ve şehvet. Karışımın getirdiği adrenalin muhteşemdi. Gözlere çakan tatlı kırmızı, dudağa değen her şeyi lezzetli yapıyordu. Lakin, çoğu kişinin görmezden geldiği bazı gerçekler de ortadaydı. Basite indirgenemeyecek şeyler, insanlar tarafından kabullenilmişti. Kaçırılmış ya da satıldığı için getirilmiş kadınlar, genelevlerin ara köşelerinde bekliyorlardı. Onları alan ya da kaçıran adamların himayesi altındaydılar. Satılana kadar hiçbir şeydi hepsi de. Belli bir ücrete verilecek ve en azından fahişe olacaklardı. Tedirginlikle bekleyenlerin yanında, çoktan razı olmuş olanlar da vardı. Mecburiyet ve korku yüzünden. Genelevlerin karanlık köşelerine gelirdi genelevin sahibi, onları görmek için. Neye uygun olduğunu o belirlerdi. Vücudu iyiyse fahişe olacaktı. Değilse, onu biri isteyene kadar hizmetçi olarak kalacaktı. Genelevlerin sahipleri genelde kadın olurdu. Onlardan bir tanesi, aradaki karanlık köşeye getirilen kızı incelemeye başladı. Baştan aşağı gözleriyle kontrol etti. Yüzü yeteri kadar güzelse, vücut kusurları çabuk örtülüyordu. Değerli değilse alınmazlardı. Alınmayanlar ise köle olarak yaşarlardı. Adamlar ailesinden satın aldıkları bir kızı, genelevin sahibinin yanına kadar sürükledi. Kız gençti. Pek çok adamın ilgisini çeken güzelliği, ailesinin içinde iffet meselesi olmuştu. Kızı satan kişi anaanneydi. Güzelliğini suistimal ettiğini ve bedenini kullandırdığını söyleyerek ona iftira atmıştı. Ufak bir ailenin içinde, günlerce aynı iftirayı dinliyordu. Anaanne ısrarla masumiyetini kanıtlamasını, onunla bir kadın hekime gelmesini istemişti. Onu satacağı gün son şansı olduğunu söyledi. Anne ve baba karışmadı. Anaanne, teklifini yine reddettiğini söyleyip onu tekrardan iffetsizlikte suçladı. Nihayetinde ondan kurtulmuştu. Kız korkuyordu. Bir duvarın önünde kıyafetleri çıkarılırken yalnızca bekledi. Genelevin sahibi, vücudunu kontrol edecekti. Kadının ona dokunmasını istememişti. Yüzü korkunç, yaşlı biriydi. Abartılı taşlı aksesuarlar takıyordu. Tırnakları uzun ve boyalıydı. Kırışıklıklarının üstünde çok fazla boya vardı fakat yine de kapatamamıştı. Kadın, kızın çıplak vücudunda herhangi bir kusur var mı diye baktı. Vücuduna dokunuldukça kızın midesi bulanıyordu. Göğüslerini inceleyeceği sırada dokunmamasını söyledi. Ağzından bu kelime çıkar çıkmaz tokat yediği kadın, bir anda onu dövmeye başladı. Sadece yüzüne vurdu. Zira yüz, vücudu kadar işe yarar değildi. Fazla sert davrandığı için kızın gözünü morarttığında durdu. Sesini çıkartmasının böyle sonuçlanacağını söylüyordu ona. Satın alınırsa, ruhu dahi onun olacaktı ve bir kız, genelev tarafından satın alındığı için mutlu olmalıydı. Aksi takdirde sonu, onu getiren adamların elinde olurdu. Satın alınmazsa geri götürülemezdi. Aileler ve toplum onları kabul etmiyordu. Damızlık kullanılacak bir araç olmazsa, bir şey de olamazdı. Ne bir kız ne bir insan olurdu. Yaşama hakkını bile vermezlerdi. Onu getiren adamların eline kalırsa, büyük ihtimalle ölürdü. Canice. Bedenine dokunurlardı, günlerce aç bırakırlardı, buldukları çeşitli aletlerle eziyet ederlerdi, her gün istismar ederlerdi, rahmini parçalar ve öldürürlerdi.
Bu sebeple satılmak için dua etmeliydi. Ağlamadan durdu ve kadının ona bakmasına karşı çıkmadı. Kollarını kaldırdı, bacaklarına dokundu, ellerini inceledi; dudaklarını, gözlerini, tırnaklarını, ayaklarını. Vücudunun her parçasını. Göğüsleri normaldi. Teni açıktı. Ayakları küçüktü. Parmakları uzundu. Kadın geriye çekilip elini çenesine koydu. Bir şeyden rahatsızdı. Kızın buraya getirilmeden önce bir sürü adam tarafından arzulandığını duydu. Ona bakire olup olmadığını sordu. Zira onu satacağı ilk kişide bunu merak edecekti. Mütevazı olduğunu zanneden fani çoğunluğun el değmemiş diye adlandırdığı nahoş bir istek. Herkes aynı şeyi söylüyor, bedendeki izleri görüyorlar güya. Erkekleri cezbeden tek şey, göremedikleri bu izlerden yoksun biri. Bu yüzden daha fazla istenecek ve daha fazla para ödenecek. Kadın bunu sorduğunda, kızın ifadesi ağlamaklıydı. Arkasındaki soğuk duvara tamamen dayandı. Kadına bir şey diyemedi. Kadın ona eğilmesini söyledi. Kendi kontrol edecekti. Hangi cevabı verirse versin, bu muameleyle karşılaşacaktı. Kız yapmak istemedi. Kadın ona bağırdı ve kolundan tutup yere fırlattı. Yerden kalkamadan kadının ağırlığını üstünde hissetti. Aradaki yerden genç kızın çığlıkları yükseldi. Yuu duydu, Noa’yı durdurdu. Yaşlı bir kadının yerde, bir kızı hırpaladığını görmüştü.
“Müdahale edemezsin.” dedi Noa. “Bu sokağın kendi kuralları ve işleyişi var. Saraydan da olsan, karışamazsın.”
Yuu, Noa’nın tepkisinin normal olmadığını düşündü. “Çocuğu bırakıp gidelim mi yani?”
“Bir ya da iki kişiyi kurtarabilirsin. Geri kalanı ne olacak? Herkese el uzatamazsın. Ayrıca, o kızı kurtarmış olsan bile ailesine geri dönemeyecek. İnsanlar da onu kabul etmeyecek. Ya sokaklarda sürünecek kötü bir hâlde, ya da…”
Yuu, “Neden?” diye sordu.
“Damgalanıyorlar.” deyip bileğinin kenarını gösterdi Noa. “Küçük, kırmızı bir nokta. Bir fahişenin bileklerini kapatması yasaktır. Onları diğer kadınlardan ayırmak için.”
Yuu, Noa deyince fark etti. Ya bilerek kol yenlerini yukarı kıvırıyorlar ya da kolları açık kıyafetler giyiyorlardı. Özellikle, küçük kırmızı nokta görünüyordu bileklerinde. İki ayrı sınıf oluştururdu bu nokta. Kadınlar ve ötekiler. İnsan, çaresizliği ilk defa tatmadı. Neredeyse her gün fark etmeden çaresiz kalırdı. Bilinçli olarak yaşanılan çaresizlik, üzüntü verirdi. Başkalarının yerleştirdiği normların arasında birine el uzatmanın imkansızlaştığı olurdu. Ötekileştirilmiş olanlar, bu kurallarda erirdi ve onlar erirken diğerleri hiçbir şey yapamazdı. Bu genç adam da bu çaresizliği yaşayarak ayrıldı. Yuu ve Noa, arkada kaldıkları için ilerlemek zorundaydılar. Yuu’nun yüzü eğikti, yere bakarak yürüyordu. Zemindeki şekilleri ilk defa görüyordu. Ortadan geçen taşlarda desenler vardı. Kafasını yukarıdaki fenerlere kaldırdı. Tepelerinde, ileriye doğru düz bir sıra halinde hayvan şeklinde fenerler asılmıştı. Kalbindeki taşkını gidermek için oyalanıyordu. Fenerlerin asıldığı iplerde uzun, ince ve renkli kumaşlar da sarkıyordu. Bakışları yukarıdan aşağıya doğru kaydı. İleride bir genelev vardı. Balkonunda, altında yapay çiçekler iliştirilmişti. Bir kadın, balkonun altındaki çiçeklerle oynuyordu. Yuu’nun yaşlarındaydı. Yüzü çok gençti. Sade ve uzun. Yuu’nun bakışları balkonda durunca ona baktı. Kadın gülümseyip, kolunu balkonun korkuluğundan çekmeden el salladı. Yuu, nezaketi karşılıksız bırakmazdı. O da ona elini sallamıştı.
Yanından bir ses yükseldi. “Ne yapıyorsun?!”
Yuu, ona döndü. Eli havada kalmıştı. “Sadece… şey… karşılık veriyorum…”
Noa, Yuu’nun eline vurup yere indirdi. “Anlamını bilmediğin şeyler yapma! Gözün sürekli başka yerde!”
Yuu, düşündü ve sonra yüzünde bir gülücük belirdi. “Yoksa… kıskandın mı?” Noa’nın çatık kaşlı ifadesi birden güçlendi. Yuu, kıkırdayarak konuşurken Noa’nın yüzünü dürttü. “Şu ifadene bak. Böyle bir suratla dolaşıp durursan, bu kadınlar bile sana bakmaz. Evlenemeyeceksin.”
Yuu, aniden tiz bir çığlık attı. Noa, etini sıkmıştı. Konuşurken de sıkmaya devam ediyordu. “Gevezelik etmeye devam et, etini kopartayım!”
Yuu kıvranıyordu. “Acıyor, sıkma! Sıkma dedim!”
İki genç dakikalarca kavga etti. Genelevlerden birinin kapısındaki bir müşteri, genelevin sahibiyle pazarlığını yarıda keserek onları izliyordu. Orta yaşlarını çoktan geçmiş, uzun sakallı bir adamdı. Sakalını sıvazlayarak iki oğlanın yüzlerine odaklanmıştı. Onları dikkatle tarttı. Zira içlerinden birini almak için kendini ikna edene dek. Bir erkek için bu genelevin sahibiyle gizli pazarlığa girmişti. Fakat ne aradığını bulabiliyor ne de adamla anlaşabiliyordu. Her dediğine boyun eğen fahişelerden her zaman nefret etmişti. Sıradan iki genç adamdan biri gözlerini kamaştırıyordu bu yüzden. Ay yüzeyi kadar soğuk teni olan bu gencin hırçın görünüşünü beğenmişti. Hem güzel hem de yakışıklıydı. Bıyığının altından gülümsemeye başladı. Gözleri kısılmıştı. Karnında belli belirsiz bir heyecan dolanıyordu. Aradığını bulmuştu. Yanındaki adama yaklaştı. Ona özel bir talebinin olduğunu söyledi. Sayamayacağı kadar da para teklif etmişti. Elindeki erkek fahişelerden istemediğini, bunun yerine onun için kendisinin seçtiğini ona getirmesini istedi. Adamın yanında duran eline gizli saklı bir kese altın tutuşturdu. İlerideki genci ona gösterdiğinde adam bir an tereddüt etti. Bir müşteriden ilk kez bunun gibi garip bir istek duyuyordu. Adam yapmayacağını belirterek keseyi geri uzattı ama ona tekrar verdiği kese iki misliyle ona döndü. Adam ısrarla ondan bu genci ona getirmesini istiyordu. Genelevin sahibi, can sıkkınlığı ile iç çekti ve yavaşça adama elini uzattı. Biraz daha rüşvet istiyordu ki, bunu gence verebilsin. İçi altın dolu bir kese daha aldı. Diğerlerini kendi cebine koyduktan sonra, kavga eden gençlerin yanına geldi. Gençler onu fark etmeyince elini ağzına götürdü ve boğazını temizledi.
Adam, ona gösterilen gence bakarak, “Sen, güzel yüzün saygıdeğer bir müşterimizin ilgisini çekti. Seni çok beğendiğini söyledi, odasına almak istiyor. Kabul edersen…” dedi ve elindeki keseyi salladı. “Bunun beş katı senindir.” Keseyi ona fırlattı.
Altın dolu kese, Noa’nın ayağının ucuna düştü. Gencin yüzündeki bir anda parladı. “Sen ne hakla—” Öne doğru atılınca Yuu’nun koluna gövdesi takıldı. “Bu keseyi bir yerine sokmadan önce defol.”
“Ne dediğimi duymadın sanırım? İyi bir müşteri yakaladın. İsteyip istememen umurumda değil! Senin yüzünden müşterimden olamam. Tek yapacağın şey kıçını kullanmak! Yürü!” Adam, Noa’ya doğru elini uzattı. Kıyafetini tutmuştu. Çekiştirdi.
Gencin böyle bir şeyi istemeyeceğini zaten tahmin etmişti. Onu zorla götürmek zorunda kalacağını da. Müşterilerin çoğunluğunun garip istekleri aklını hep kurcalardı. Birden fazla erkek fahişe satın alanlar, hatta kadınları ve erkekleri birlikte isteyenler dahi vardı. Fakat bir müşterinin dışarıdan gözünü kestirdiği birini istemesi, onun için de alışılmadıktı. Adam genci çekti ama yerinden oynatamadı. Bir daha denedi. Bu sefer tüm gücüyle çekiyordu onu. Gencin kıyafeti bir anda elinden sıyrıldı. Dönüp baktığında, genci tuttuğu elinden bir çat sesi geldi. Bileği kırılmıştı. Esmer gencin elindeydi. Adamın göz kapakları ardına dek yukarı açıldı. Saniyeler geçmedi ki bağırmaya başladı. Bileğinin ters durduğunu görebildi sadece. Yuu sık sinirlenmezdi. Rahatsız olmuş görünüyordu. Durduğu yerde çırpınan adamı bıraktı. Adam bağırıyor olsa da onu umursamayan olmadı. Öylesine bakıp geçiyorlardı. Karşıdan bir adam yaklaştı. Bıyıklarından dudakları görünmüyordu ama gülümsediği için yanakları çukurlaşmıştı.
Yerdeki adama baktı. “Karışıklık çıkarmak yerine neden oturup konuşmuyoruz? Eğer verdiğim para az geldiyse, fazlasını verebilirim. Ancak buradan, onunla bir gece birlikte olmadan gitme gibi bir niyetim yok. Yüzünü çok beğendim, vücudunu da. Sıkıntı çıkarmanın anlamı yok. Gelin, anlaşa—” Adam, konuşmak için ağzını açtığında, ağzının içine keskin ve soğuk bir şey dayandı.
Ağzındaki, Yuu’nun kılıcıydı. Sabrını tüketmeyen onun bile bir dur noktası vardı. Adam, istemsizce ellerini kaldırırken, onlara yakında duran kadınlar da korkmuştu. Bazıları genelevlerin kapısından içeri girdi. Yuu, kılıcı içeri ittirdi. “Başka diyecek bir şeyiniz yoksa…”
Kılıcın ucu adamın diline bastırıyordu. Soğuk terler dökerken, dilindeki kılıcı aklında tutarak yavaşça kafa salladı. Ölüm korkusu, ona göz bile kırptırmıyordu. Ağzındaki kılıç çıktığında, ne kadar ter döktüğünü bir mendille yüzünü silince gördü. Bileği kırılmış adamı geride bırakıp yüzünü silmeye devam ederek gitti. Genelevin sahibi, adamın uzaklaştığını görünce, kırık bileğini tutarak arkasından koştu. Adama hâlâ bir şeyler teklif ediyor ve onu geri getirmeye çabalıyordu.
Adamlar uzaklaşınca, Yuu sağına soluna bakmaya başladı. “Nereye gittiler?” Öndeki insan kalabalığından veliaht prensi arıyordu.
Noa, Yuu’nun ensesinden tuttu. “Şu herif yüzünden çok geride kaldık.”
İnsanların içinde veliaht prensi bulabilmek için bakınarak aceleyle yürümeye başladılar. Lakin ne veliaht prensi ne de Arai Ryou’yu görebiliyorlardı. Onlarca insan geçtiler, hiçbiri de aradıkları kişiler değildi. Yuu, endişeyle Ren’i arıyor ve kendi kendine yakınıyordu. Neredeyse meydanın yarısını koşarak bitirmişlerdi. Bir süre durdular. Yuu dizlerine çöktü. Tedirginlik ve yorgunluk kalp atışını hızlandırmıştı. İkisinin de boğazları kuruydu. Noa onu ayağa kaldırdı. İleride, bir genelevin girişinde birilerini görmüştü. Büyük bir genelevdi. En güzel kadınların ve en sert içkilerin burada bulunduğu söylenirdi. Genelev, geleneksel yapısı ve yetenekli fahişeleriyle de ünlenmişti. Yüzlerce yıllık fahişe geleneğinin niteliğini hiç bozmamıştı. Kadınlar, erkekleri sadece görünüşleriyle etkilemiyordu. Hünerleri özgündü. Adı unutulmuş her şeyi tekrar yaşatıyorlardı. Yume adlı bu genelevin kendine has yapısı değişmeden sürdürülüyordu. Kapısında, geleneksel kıyafetler giymiş birkaç fahişe, iki kişiyi içeriye davet ediyordu. İçeri girenler, veliaht prens ve Arai Ryou’ydu. İki genç, olabildikleri kadar hızlı bir şekilde, arada bir de insanlara çarparak o geneleve koştu. Ancak, yetişemediler. Onlar kapıya vardıklarında, veliaht prens ve Arai Ryou çoktan içeri girmişti. Yuu, kapının üstündeki çatının kolonuna dayandı. Genelevin kapısı kapalıydı. Noa, kapıyı tıklattı ve bekledi ama açan olmadı. Birkaç kez daha tıklatmaya devam etti. Gittikçe sinirleniyordu. En son kapıyı kırmaya karar vermişti. Bacağını kaldırdığında, Yuu kapının ucundaki açıklığı fark edip kapıyı çekti. Kapı zaten açıktı. Kenara itip içeriye girdiler. Ağzından perdeler sarkıyordu. Giriş hemen büyük bir salona açılıyordu. Burada eğlenceler ve gösteriler düzenleniyordu. İçerisi çok kalabalıktı. Salonun tavanı çatıya kadar yükseliyordu. Sağ ve sol taraflarda merdivenler ve koridorlarda odalar vardı. Balkonlardan, fahişeler kırmızı çiçekler döküyordu. Noa ve Yuu, birilerine kendilerini fark ettirmeden sol tarafa yöneldiler. Kalabalığın arasında birçok kadın fahişe yanlarından geçiyor ama onları fark etmiyorlardı. Duvara en yakın noktadan merdivenlere kadar gitmeyi başardılar. Basamaklara ayakları değdiği an, bir kadın yukarıdan onları gördü. Genç erkek görmek onlar için sıradan değildi. Önce şaşkınlıkla baktı, sonra hızla aşağıya indi ve karşılarına çıktı.
“Yanlış yöne gitmenize bakılırsa burada yeni olmalısınız. Yeni gelenler için odalar başka tarafta. Size yol göstermeme izin verin.” Kadın, ellerini ağzına götürdü ve aşağıya bağırdı. “Kızlar!”
Yuu, “Hayır, aslında biz birini alıp buradan çıkmayı düşünüyorduk.” dese de kadın ona sadece gülümsüyordu. Yuu’nun yüzünde de batırdıklarını söyleyen bir gülümseme belirdi.
Aniden arkalarından birkaç kadın merdivenleri çıktı. Yukarıdaki kadın, “Onları büyük odaya götürün.” dedi.
Fahişeler, gençlerin kollarına girip ikisini aşağı indirmeye başladı. İki gence de karşı koyacak zamanı tanımadan, onları sürükleyerek sağ tarafa götürdüler. Yuu’nun bir şeyler anlatmaya çalışmalarını dahi dinlemiyorlardı. Onları, merdivenlerden çıkardılar. Ne zaman yukarı çıkarıldıklarını anlamadan, büyük bir odaya sokulmuşlardı. Kapı kapandı ve kilitlendi. Yerde, minderlerin üstünde kadınlar oturuyordu. İçeride tatlı bir koku vardı. Kadınlar zaten birilerini bekliyorlardı. Onlar girince, aynı anda ayağa kalktılar. Yuu, tam o an dışarıya çıkmak için kapıyı açmaya çalışırken bir kadının ona dokunduğunu hissetti. Büyük odanın kapıları kapandığı anda oradan çıkışları yoktu. Alıkonuldular ve çevrelendiler. Odanın içinde farklı odacıklara götürülüp minderlere yatırıldılar. Genelevde aralıklarla müzikler değişiyor, fahişeler insanları eğlendiriyordu. Konuklar arasında yalnız erkekler değil, kadınlar da vardı. Birlikte oturuyor ve eğleniyorlardı. Gelenekselciliği devam ettirmesiyle örnek teşkil ediyordu Yume evi. Tek bir şeye hizmet ederek ne kadınları küçük düşürüyor ne de belirli kuralların dışına çıkıyordu. Yeni başlayan gösteri de bir süre sonra bitmişti. Gösteriden sonra ışıklar kapandı ve sahneye şemsiyeli bir kadın çıktı. Yağmurda yürür gibi yürüyordu uzun elbisesiyle. Genelevin yedi orkidesinden biriydi. Dudaklarını küçük gösterecek şekilde kırmızı bir boyayla boyamıştı. Alnında bir çiçek deseni vardı. Tuttuğu şemsiyeyi çevirerek, onunla birmiş gibi üstten akan suların eşliğinde dans ediyordu. İnsanlar ses çıkarmadan izliyorlardı kadını. Bu fahişenin dansını izleyebilmek için erken saatlerde sıraya giriyorlardı. Bu saatlerde bile genelevin içindeki kalabalığın nedeni, yedi orkideden birinin yapacağı danstı. Kadın hem şarkı söylüyor hem de ayaklarını zemindeki suya çarparak dans ediyordu. Onu izleyenler, nefeslerinin seslerini bile bastırdı. Bu esnada bazı kadınlar acele ederek merdivenlerden çıkıyorlardı. Bugün, odalardan birinde özel bir konuk ağırlanıyordu. Genelevdeki telaşın büyük çoğunluğu bu adam yüzündendi. Aceleyle yürüyorlardı koridorlarda. Zira Arai Ryou buradaydı. Bütün genelevin haberi vardı onun burada olduğundan. Onu, genelevin en iyi odalarından birine almışlardı. Büyük pencereleri, direkt olarak dışarıya bakıyordu. Bu yükseklikten, şehrin geri kalanı yukarıdan görünüyordu. Çift kişilik büyük bir yatak, her çeşit türden ikram ve içki getirtilmişti. Odada, Arai Ryou’ya hizmet etmesi için birkaç kadın da duruyordu. Adam, istediği su ve bezin getirilmesini bekliyordu. İstedikleri, bir dakika bile gecikmeden odaya getirildi. Kadınlardan biri, suyu ve bezi kenara koyup dışarı çıktı.
Ryou, bezi suda ıslattı. Eli, Ren’in şapkasının ipine gitti ve hafifçe ona fısıldadı. “Zehirli isi temizlemeliyiz Denka. Bana izin verin.”
Şapkanın ipini çekti ve şapkayı çıkardı. Veliaht prensin kehribar gözleri ona bakıyordu. Onun yüzünü ne zaman görse çekimindeki çukura düşüyor ve gözlerine takılıyordu. Ateş misaliydi iki küre. Kımıldayamıyordu. İtaat etmesi için derinlere, çukurlarının boşluğuna zincirliyor ve sessizce ona tapınmasını sağlıyordu. Gözlerinin kenarları hafifçe kırmızıydı. Teninin geri kalanında ne bir pürüz ne de bir iz vardı. Bir kere dokunmak için ölüme atlayabilirdi. Canını çok yakıyordu bu çekilmez özlem. Baktıkça ölüyor gibiydi. Bakışlarını indirdi. Boynunda, çenesinde is lekeleri vardı. Kıyafetine ve ellerine de bulaşmıştı. Islak bez ile onun çenesini silmeye başladı. Lekeyi çıkarabilmeye odaklanmıştı. Parmağının ucu, dudaklarının altındaki boşluğa çarptı. Odağı kaydı. Leke çıkmış olmasına rağmen silmeye devam ediyordu, yanlışlıkla dudağına dokunabilmek için. Yapamadan elini çekti. Başparmağını çenesine değdirdi hafifçe ve yukarı kaldırdı. Bilerek ya da bilmeyerek tenine değiyordu. Aralarındaki her ufak temasta yıldırımlar, dokunan kısımlarına çarpıyordu. Bir şeyi isterken ilk defa gerçekten istemeyi öğrenmişti. Öylesine olanlar bir yalandı artık o varken. İstemek, insana nasıl azap verebilirdi bilmiyordu. Canı ilk defa yanıyordu. Birinin, onun içindeki karanlığa ilk dokunuşuydu. Onun için açmamıştı, girmeyi kendi başarmıştı. Kaburgalarından, omzundan ve göğsünden yara alsa da acıtmazdı böyle. Canının alçak duvarlarına bu arzu vuruyordu. Onu bitirebilecek tek şey, bir zayıflık olmaya başlamıştı veliaht prens. Lakin, gittikçe onu öldürebilecek olana dönüşmesini isterdi. Kendi elleriyle dahi ölmeyi küçük düşürücü bulurdu. Fakat ölüm, tek zayıflığı olan Arai Ryou’nun boynu her zaman eğikti, bir gün olur da bu başı almak isterse diye. Adam, gözünü ayırmadan ellerine bakıyordu. Kadınlar fark etmişti. Yanında getirdiği kişi şapkasını çıkarmış olsa da yüzünü göremediler. Tek gördükleri, Arai Ryou’nun onun yüzünün her ayrıntısını elindeki her çizgiye geçirerek ona dokunuyor olmasıydı. Kırılacak bir şeye şefkat gösteriyordu. Eğilip bükülmesin diye emek harcıyordu. Binlere bölüp ayırdığı ve terk ettiği her yarımını tekrar birleştirmek için neyi nereye attığını arıyordu. Siyah gözlerinin içinde onun çehresi yer alıyordu ama bir tek o görüyordu. Bir tek o arıyordu şu an yokluğunu çektiklerini. Karşısındaki, ona nasıl baktığını fark edebiliyor muydu acaba? Kim görse ona, onun Arai Ryou olmadığını söylerdi. Merhameti gömeli çok olmuştu ama gömdüğü merhamet karşısında belirmişti sanki. Biri onu nasıl değiştirebilirdi ki? Değişse dahi, donuk kalbini canlandırabilir miydi? Merak ediyorlardı, kimdi o. Arai Ryou’yu bile böyle yapabiliyorsa, nasıl biriydi? Beyinlerini kemiren bir meraktı bu. Adam, kirlenen bezi değiştirip veliaht prensin bir elini nazikçe çekti. Kendi avucunun içinde tutuyordu temizlerken. İşini bitirip bezi suyun içine attı.
“Dışarı çıkın.” Kadınlar eğildi ve düz sıra halinde odadan çıktılar. Ryou, Ren’i odadaki masaya oturttu. “Burada bekleyin, Denka. İçeriye kimsenin girmemesini söyleyeceğim. Rahat olabilirsiniz. Gidip şu iki çocuğun nerede olduğuna bakacağım.” dedi.
Ryou, odadaki kapıyı çekerken bile gözü arkada kalacakmış gibi onu kontrol ediyordu. Odadan herkes çıktığında bir sessizlik oluştu. Ren, bir süre hiç kıpırdamadan oturdu. Önünde fincanlar ve bir demlik vardı. Biraz çay doldurdu. Bir çeşit meyveden yapılan bir çaydı. Aroma ekşi ve tatlıydı. İçinde ufak kırmızı meyvenin taneleri yüzüyordu. Küçük kan damlalarına benziyordu. Kırmızı sıvının dibinde, birbirlerine yapışmışlardı. Son yudumu içtikten sonra kapının kenara çekildiğini duydu. Ryou gideli on dakika olmuştu. Onları bu kadar çabuk bulmasını beklemiyordu. Fakat kapıdan giren o değildi. Uzun boylu bir kadındı. Çiçekli kıyafetler giymiş, çiçekli tokalar takmıştı. Kadın da onu odada görünce şaşırdı. Başka birini görmeyi bekliyordu. Gülümseyerek içeri girdi. Kadının dudağının üstünde ben vardı. Dudakları geniş ve dolgundu. Saçları gür ve dalgalıydı. Omzunun yanından öne doğru atmıştı. Batılı kadınları andırıyordu. Kapıyı çekip yaklaştı. İlk izleniminde masada oturanın erkek olduğunu anlayamadı. Arai Ryou’nun geneleve bir başkasıyla girmesi anında yayıldığında, kimse bir erkekle geldiğini tahmin edemezdi. Ancak ona biraz daha göz gezdirdiğinde düşüncelerin doğru olmadığını gördü. Gırtlağındaki çıkıntı her şeyi belli ediyordu. Kenarlara yayılmış siyah kıyafeti, nizami bir şekilde dik oturuşu ile önemli bir şahıs olduğunu anladı. Siyah saçları çok uzundu. İpek kadar parlaktı. O, daha çok yapay, insan boyutunda bir oyuncak bebeği andırıyordu. Elleri önündeydi. Gizemli göründüğünü düşünüyor olmasını sıradan buldu kendi kendine.
Kadının yaklaştığını görünce ayağa kalkacaktı. “Lütfen oturun, rahatınızı bozmayın.” dedi kadın. Ren’in sağında bir yere oturdu. “Sanıyorum buraya müşteri olarak gelmediniz, değil mi? Çünkü buraya sık girip çıkan herkesi tanırım. Yeni yüz görmeye alışık değilim.”
“Birini bekliyorum. Rahatsızlık için kusura bakmayın. Beklediğim kişi geldiğinde hemen gideceğiz.”
Kadın gülümsedi. “Bana asla rahatsızlık vermezsiniz. Sizi getiren kişiyi biliyor olmalıyım ayrıca. Ben de kendisini bekliyorum. O gelene kadar sizinle bizzat ilgilenebilirim.”
Kadın ona çay doldurdu. Tatlı tabaklarını onun önüne çekiyor olsa da yemiyordu. Yavaşça çayı içişini İzledi. Az konuşuyor, o sordukça bir şeyler söylüyordu. Onun gibi güzelliklerle ilgilenmeyen bir erkek. İlgisini çeken ve çekecek olan hiçbir şey yoktu. Adeta kalbini asırlar önce kapatmış biri. Belirsiz bir görünüş, altından ne çıkacağı belli olmayan büyük bir okyanus gibi. Kalın dudaklarından zor alınan sözler, damlayan tatlı suya benziyordu. En soğuk pınarlardan akanlardan. Kadının kafasını karıştırıyordu. Onun da ne diyeceğini bilemeyeceği olmuştu. Onun gibi bir bilinmezliği açmak istiyorsa da yapamıyordu. Konuşmaları tane taneydi. Sözleri sadeydi. Üslubu çok düzgün, diksiyonu yerinde, ses tonu alçak, ne ince ne de çok kalındı. Kelimeleri yerinde ve özenle seçiyordu. Gökten gelen tinsel bir tınısı vardı. Huzur veriyor, hem de huzursuz ediyordu. İki çelişkiye sokuyor ve daha çok duyulmak isteniyordu. Küçümsemiyor, kendini yüceltmiyor, konuştuğu kişinin insan olduğunu biliyordu. Sayısız erkek görmüş bu fahişe, hipnotize olmuştu. Açıldıkça ürküten bir boşluktu. Fakat içinde mükemmel bir gökyüzü vardı. Atlayacak olanlara sunuyordu bunu. Sonsuza kadar kalmak isterdi orada. Adını sordu, en merak ettiği şey buydu. Ren ona sadece ismini söyledi.
“Ne güzel bir isim. Size çok yakışıyor. Çiçek kadar duru birine göre tam da…” Biraz durdu ve, “Benim ismim Naomi. Normalde adımı bilmeyen yoktur.”
Yume evinin yedi güzel orkidesi. Yedi taçsız prenses. Bu evi süsleyen rüyalar gibiydiler. Naomi, ilk orkideydi. Kendi isteğiyle gelmişti buraya. Normal bir dünyadan çıkıp başka bir dünyaya adımını korkmadan atmıştı. Fahişelerin en güzeliydi ve içlerindeki en yetenekli olanı. Naomi, Yume evinin en sevilen, gözde fahişesiydi. Kadın sade görünse dahi göz kamaştırıyordu. Dudakları ve göz kapakları boyasızdı. Bileğinde, yeşim bir bilezik vardı. Uzun küpeler takıyordu. Küçükken de bu kadar güzeldi. On altı yaşından beri buradaydı. O zamanlar bile maharetliydi. Şiir okumayı severdi. Enstrüman çalar ve şarkı da söylerdi. Yapamadığı tek şey dans etmekti. Vücudunu çok fazla hareket ettirmeyi sevmiyordu. Yürürken dahi asil bir kadın gibi ağır ağır yürür, kafasını fazla kaldırmazdı. Doğal bir güzelliğe sahipti. Yine de ona bakarken, hayatında hiç güzellik görmemiş gibi büyüleniyordu. Kaç kere aynada bu yüzü görüyor olmasına rağmen, onunki gibisine rastlamamıştı. Gözlerini ayıramıyordu. Onun kirpikleri bu kadar uzun, dudakları bu kadar pembe, burnu bu kadar küçük değildi. Hayranlık ve üzüntü de getiriyordu aynı zamanda ona bakmak. Kadın düşüncelere dalmıştı. Sonra doğruldu.
“İsminiz ve güzelliğiniz aklıma ünlü bir şairin şiirini getirdi.”
Dudaklarından bir mırıldanma dökülmeye başladı: Dağlara doğru ağır ağır çıkan seli kovalayan tufan, binlerce lotusu uçuruyor. Dalgalarda kayboluyorlar. Güzellikleri ise hala kalbimde. Onun peşinden ne için gidiyorsun, acı çekiyorsun? Fırtınan artık soğuk değil, onu ne zaman bulacaksın? Bu aşkı, daha kaç ay tutulmasına saklayacaksın?
Ren, “Suzuki Masahashi’nin şiiri…” dedi.
“Onu tanıyor musunuz?” Genç adam kafa salladı. “Benim gibi bir fahişe için Suzuki Masahashi gibi soylu bir şairi seviyor olmak abes kaçabilir ama kendisinin şiirlerini uzun zamandır severim. Özellikle de aşk şiirlerini. Asla kavuşamamış aşıkları anlatır gibi… Bu şiirde, peşinden gidilesi güzellik bana sizi andırdı.” Genç adam, övgüleri hak etmediğini düşünür gibiydi. Kadın gülümseyerek sordu. “Tatlı yemiyorsanız bile neden yemeklerimizin tadına bakmıyorsunuz? Hepsi buraya özeldir.”
Kadın, bir tabağı önüne çekti. Yeşim tabakta, birkaç çiğ sebze vardı. Sebzelere ustalıkla şekil verilmişti. İnce kesilmiş havuçlar katlanarak çiçek şekline getirilmiş ve ortasına küçük, yuvarlak bir limon kabuğu konmuştu. Biraz tatlandırmak için tatlı şerbetli bir suyun içindeydi. Suda yüzen çiçeklere benziyordu. Onun yine yemeyeceğini düşündüğü için çiçek şeklindeki havucu aldı ve Ren’e uzattı. Dudaklarını açtığını görene kadar eli havada kaldı. Sonunda, sebzeyi dudaklarından içeriye itti. Sebze, aatlı ve ekşiydi. Likörlü tatlı su ve içindeki limon suyunun ekşiliğinin zıtlığı ile birleşmişti. Tatları ayrı ayrı alıyor ve sonra dilinde birleşiyordu. Yavaşça çiğnerken, kadın da onu izliyordu. Beğenip beğenmediğini görmek istiyordu ama onun eşsiz yüzünde silik bir ifade dahi yoktu.
“Bunun da tadına bakmalısınız.” Naomi, Ren’in dudaklarından içeri bir adet ufak ay keki iterken kapı açıldı. Kadının parmakları, onun dudaklarından yeni çekilirken, odaya giren kişiye bakarak kendi parmağını yaladı. “Sonunda gelebildiniz Arai-sama.”
Adamın bakışları kaskatıydı. “Bu odaya kimse girmesin dediğimi hatırlıyorum.”
Naomi ayağa kalktı. “Kusura bakmayın Arai-sama, burada olduğunuzu sanarak içeriye girdim. Bilmiyordum.” Adama yaklaştı ve sessizce konuştu. “Bizden sakladığınız bir şey mi vardı yoksa? Ya da göstermek istemediğiniz biri? Öyleyse neden onu buraya getiriyorsunuz? Elbet yedi orkideden birinin onu göreceğini biliyor olmalıydınız. Özellikle de benim. Hem de siz gelmişken.”
“Benimle gel.” dedi Ryou kadına.
“Elbette, Arai-sama.” Kadın, adamın yanından geçerek dışarıda bekledi.
Ryou dışarı çıktığında, biraz ilerde Naomi onu bekliyordu. Adam onu duvara doğru çekti. “Söylediklerimin tersini yapma cesaretini sana ne veriyor? O mu?”
Kadın, adamın yanağına dokundu. “Bilirsiniz, Arai-sama, meraklı bir kadınımdır. Ayrıca, sizin buraya biriyle girdiğiniz hiç görülmedi. Üstüne bir de onun olduğu odaya girilmemesini söylemişsiniz. Doğrusu, getirdiğiniz kişiyi neden sakladığınızı öğrenmek istedim. Hepimiz kadın sanmıştık ama yanılmışız. Arai Ryou, kadın olmayan birini neden buraya kadar getirir ki?”
“Burnunu her şeye sokmaya başladın. Ben söylemeden çeksen iyi olur.” deyip kadının elini itti.
Naomi’nin sözlerinde gizli bir kıskançlık açığa çıkıyordu. “Odanıza, size hizmet için gönderilen kadınlardan, onunla ne kadar ilgilendiğinizi duydum. Siz, kadınlar hariç kimseye o kadar özenle dokunmazsınız. Hem de tenine.” Kadın, Ryou’ya dokundu. “Ona nasıl dokundunuz, Arai-sama? En çok neresine dokunmak hoşunuza gidiyor? Erkek olsa bile… ona dokunmayı seviyor musunuz? Ne kadar güzel olduğunu gördüm… Sizi ona çeken, onun güzelliği mi?”
Ryou’nun sesinde öfke ateşlendi. “Naomi.”
Kadın ağlamaklıydı. Yine de kendini bırakmadan konuşmaya devam etti. “Sizi ona bir aşığın gözleriyle bakarken görmüşler. Siz, dünyanın en güzel kadınına bile o gözle bakmazsınız.” Zorla gülüyordu. “Erkek olduğunu umursamayıp ona aşık mı oldunuz? Bir de utanmadan, onu Yume evine getiriyorsunuz… Burada size aşık onlarca kadın varken… Ne kanıtlamaya çalışıyorsunuz? Söylentilerin çıkacak olmasından korkmuyor musunuz? Onun ve benim kıskançlığımdan çekinmiyor musunuz?”
Adam, önünde ağlayan kadın için kayıtsızdı. “Bilmediğin konulara kafanda hikaye yazıp kendini inandırma. Beni çok iyi tanımış biri olarak konuşuyorsun ama ben bile kendimi tanımazken, sen kim olduğunu sanıyorsun? Kıskançlıklarınızdan sadece tiksiniyorum.”
Kadın, sesini yükseltti. “Hiçbirimizi bu kadar önemsemediniz… Arima-san’ı bile… Önümde, hiçbir şey etmeyen bir erkeğe bu kadar ilgi vermenizden ne kadar nefret ettiğimi size daha nasıl göstermem gerekiyor?! Ne yapmam gerekiyor?! O kadının aşkını kabul etmemiş olsanız bile, beni neden kabul etmiyorsunuz?! Canımı neden yakıyorsunuz?!”
“Kes sesini! Konuştukça kendini alçaltıyorsun. Senin gibi onurlu ve büyük bir fahişe için ne kadar alçak bir görüntün var şu an, keşke bu halini görebilseydin. Kimi getirdiğimi teyit etmek için kendin gelip görmüşsün. Erkek olduğunu biliyorsan, ona ilgi vermem seni neden çıldırtıyor?”
“Bana bu soruyu hâlâ nasıl sorabiliyorsunuz?!” diye yanıtladı kadın, göğsünü tutarak. Gözündeki yaşlarla birlikte kirpikleri ıslanmıştı. “Sizi en az o kadın kadar sevdiğimi biliyorsunuz! Hâlâ nasıl sorabiliyorsunuz?! Kim olduğu fark eder mi benim için sizi biriyle bu kadar yakın görmeye dayanamama?! Söyleyin bana, benden daha mı iyi? Vücudu benimki kadar güzel mi?” Kadın, olduğu yerde soyunmaya başladı. En sonunda bütün kıyafetlerini çıkardı. “Söyleyin bana bu beden, neden onunki kadar etmiyor? Beğenmiyorsan, neremi sevmiyorsan hemen yok edeyim.” Kadın bir hançer çıkardı ve göbek deliğinin üstüne ucunu yerleştirdi. “Yemin olsun ki, istemiyorsan uzuvlarımı bile kesip atarım… Lütfen söyle…”
Acımasız bir sesle konuştu Arai Ryou. “Arima Mai’den berbatsın.” Kadının karnındaki hançeri yukarı doğru, kadının eline vurarak hareket ettirdi. Hançer, Naomi’nin karnını çizdi. Kadın, onun bu hareketinden sonra kendini bıçaklamaya hazırdı. Fakat Ryou, elindeki hançeri bir köşeye fırlatıp Naomi’ye tokat attı. Kadın, ağır ağır yere çöktü. “Akılsız değilsin, kendini daha fazla yerin dibine sokma.”
Adam, arkasını dönüp giderken, kadın ise yerdeki kıyafetlerine sarıldı. “Beni yine neden bırakıp gidiyorsun… Ben sadece sana aşık oldum… Seni en çok seven ben değil miyim? Ölsem, cesedimi ayaklarının altına koymana dahi razı gelirdim… Biliyorsun… Yine de gidiyorsun… Hiçbir çıkarım olmadan, seni o kadından dahi çok sevdiğimi biliyorsun…”
Kadının yakarışlarını duyan adam, aşktan onun için aklını bir köşeye atıp deliren diğer kadınlarla onu aynı kefeye koyup çekip gitti. Aşk, insanın aklını köreltirdi. Bir karşılığı yoksa, çırpınmak için de bir bahane yoktu. Ona aşık olanlar, onu ne bir başkasıyla ne de bir başkasının kokladığı çiçeğin yanında görebilmeye dayanabiliyordu. Kadın perişandı ve acizdi, ama adam onu yok saydı. Hepsi gibi. Adamın arkasından gidebilmek için kendini yere atsa da sürünemiyordu. Kıyafetlerine dolanmıştı. Sadece elini uzatıp adını bağırdı. Ellerini yere vuruyor, kumaşları yırtıp parçalıyor ve feryat ediyordu. Diğer kadınlar Naomi’yi ayağa kaldırdı. Kadın, adamın arkasından yakarmaya devam etti.
“Merhametin yok mu senin! Biraz bile karşındakine acımıyor musun?! Bir gün kalbin benimkinden de fazla yanacak, Arai Ryou! O zaman, kalbini yakan kişiye sürünebilmek için düz yollar arayacaksın!”
İnsanlar bazen aşkın ulaşılabilir olduğuna inanır. Kolay bir duygu, herkesin edinebildiği sıradan bir his. Fakat kimse ondan kurtulabilmekten bahsetmez. Öyle bir şeyin mümkün olmadığını bilmezler. Bir kenarda öylece kıpırdanan ve yaşamaya çalışan cılız bu duyguyu küçümserler. Ne de olsa geçecek, dikildiği yerden kolay sökülecek, bir daha uğramayacak. Bu yanılgı, onun gibi adamların düştüğü şeyler değildir. Nihayetinde peşinden yine sürünenler olacak. Lakin onun neden onlar gibi yenilmediğini bir türlü idrak edemeyecekler. Ryou, insanların duygularına kendininkinden daha çok alışkındır. Bir tek bu körlüğü anlayabiliyor. Anlayabildiği için kalpsizlikle suçlanıyor. Çok fazla kadın arkasından canı yanarak feryat etti. Terk edilmeyi, istenmemeyi kaldıramıyorlar. Kadınların öfkesini defalarca duydu; o acı nefreti ve pes etmeyişi. Lakin onları duymayacaksa, içi boş bir cesede ağlamakla farkı neydi? Adam döndü ve bir kere bile bu direnmeye bakmadan gitti. Hep aynısını yaptı. Bir kere olsun sıcak ellerini uzatmadı. Onlarca yüz ve kalp onun merhametini beklerken, kadınların gözyaşları daha çok aktı. Sesi koridorun her yanında yankı yapan bu kadın gibi, aşk ve öfkenin birlikteliğini hiç işitmedi. Kulakları kapalıydı, dudakları ve elleri de. Kadının sesi kesildiğinde, onu çoktan götürmüşlerdi. O zaman döndü ve baktı, acıyormuşçasına. Geldiği yönün tersine, çıkışa doğru yol aldı. Korkuluklara yakın yürüyor, aşağıdaki şenlik çok net bir şekilde görünüyordu. Merdivenlere yönelmeden önce, solundaki kapıdan gelen gürültülere durdu. İçeriden büyük bir hengâme varmış kadar çok ses geliyordu. Genç bir erkek, odadaki masalardan birinin üzerine çıkmıştı. Masanın etrafında ise kadınlar vardı. Onu yere indirebilmek için ellerindeki yastıklarla ona vuruyorlardı. Hepsi nefes nefese ve terlemiş bir haldeydi. Genç adam masaya çıkmadan önce, bu kadınlar tarafından odanın içinde birkaç tur kovalanmıştı. Bazı eşyaların yeri değişmiş, minderler ve yastıklar dağılmış, tabaklar ve bardaklar kırılmıştı.
Bir kadın, genç adamın bacağına yastıkla vurarak konuşuyordu. “Buraya kadar gelip bizden neden kaçıyorsunuz? Bunun ne faydası var? Eninde sonunda aşağı inmek zorundasın.”
Yuu, “Üzgünüm ama benden istediğiniz şey bende yok. Bırakın gidelim. Buraya sadece birini almaya geldiğimizi yüzlerce kez tekrar ettim!”
Kadınlardan biri güldü. “Her erkekte olan sende de mutlaka vardır. Olmadığını iddia ediyorsan, bir bakmama izin ver. Buradaki tüm kadınlar bunu onayladığında ancak o zaman gidebilirsin.”
Kadın, Yuu’nun pantalonuna tutmaya çalışınca, Yuu masadan aşağı atladı. “Bana dokunma!” Eline bir içki şişesi geçirmişti. Onu kadınlara doğrultarak konuştu. “Ellerinizi vücudumdan uzak tutun!”
Aynı kadın gülümseyerek sordu. “Kadınlardan kaçan bir erkeği ilk defa görüyorum. Yoksa sen…” Kadın ona garip bakışlarla bakmaya başlamıştı. Diğerleri de onun gibi aynı fikre sahip olarak Yuu’yu süzüyorlardı.
“Ne?”
Kadınların yüzleri terden ve koşmaktan kızarmıştı. Gülmeye başladıklarında, yüzlerindeki kırmızı ton daha da artıyordu. Bunlar olurken, arkadaki perdeli odadan öfkeli bir gürleme yükseldiğinde, gülen kadınların sesleri yavaşça alçaldı. Sabrı taşan diğer genç adam Noa’ydı. Kadınlar tarafından yere yatırılmış, bir tanesi ise üstüne çıkmıştı. İki kişi kolundan tutuyordu. Başının altında ise bir kadının dizleri duruyordu. Noa, kadınlara üstünlük kuramıyor ve sert davranamıyordu. Çekilmez mizacının bir parçası olarak kadınlara karşı hassas bir kişiliği vardı. Üstündeki kadın, genç adamın kıyafetlerini çıkarmıştı. Noa’nın göğsü çıplaktı. Oğlanın beyaz tenine ve göğüs uçlarına dokunuyordu. Hassas cildi temasa anında tepki veriyordu. Dokunulmaktan hoşlanmayan biri gibi değildi, fakat yüzü tam tersini anlatıyordu. Ürperiyordu ama zevkten değildi. Gerçekten hiç kadın eli değmemiş, bakir bir erkeğe ilk defa rastlıyordu. Onu biraz daha kışkırtmak istedi, boynunu ve göğsünü öpmeye başladı. Kırmızı dudağındaki bütün boyanın izini tenine çıkarmıştı. İstemiyor oluşu onu daha da heyecanlandırıyordu. Ancak o, ne kadar bir şeylerin hemen olmasını istiyorsa da genç adamda hiçbir belirti yoktu. Kadın, ileri gidip bir şeyi kontrol etmek için elini iki arada kalan o yere götürdü. Mutlu olmamıştı.
“Garip, neden hâlâ sertleşmiyorsun? Tahrik edilmesi zor biri olduğunu düşünmemiştim. Sanırım seninle biraz daha uğraşmalıyım.”
Noa, “Denemeye bile kalkma!” diyerek çıkıştı. “Bana bir daha dokunursan…” Kolunu kurtarmaya çalıştı ama onu tutan kadın, koluna bir sarmaşık gibi sarılmıştı.
Üstündeki kadın, bir yerinden saten bir kurdele çıkardı ve ona doğru vücudunu eğdi. Büyük göğüsleri oğlanın çıplak göğsüne değiyordu. “Benim altımdan kimse kaçamaz. İstesen de istemesen de şu anda tamamen benimsin.” Saten kurdeleyi Noa’nın ağzına bağladı. Kurdele uzundu. Geri kalan kısmını boğazına dolamıştı. Kadın boynuna kırmızı dudaklarıyla bir öpücük kondurdu. Öpücük onu rahatsız etmişti. Kımıldamaya başlayınca kadın boğazındaki kurdeleyi çekiştirdi. “Neden uslu durmuyorsun?” Bir yandan Noa’nın pantalonunu çıkarmaya çalışıyordu. İpler sıkıydı, tek seferde açamamıştı. “Seni kıvama getirmenin tek yolu biraz burayla ilgilenmek sanıyorum. Endişelenme, bunda çok iyiyimdir. Sen bile sonunda pes edeceksin.”
Pantalondaki kalın kurdeleler çözüldü, genç adamın pantalonu biraz aşağıya sıyrılmıştı. Kasıkları beyaz ve pürüzsüzdü. Bütün vücudu taştanmış gibi gergindi. Fahişe gülümsedi ve eğildi. Aynı öpücükleri kasıklarına da kondurdu. Çıplak tenini durmadan okşuyor ve tüylerinin nasıl ürperdiğini memnuniyetle seyrediyordu. Oğlanın beli kalın değildi. Kas çizgileri ne çok belirgin ne de azdı. Bacakları dolgun ve uzundu. Sol göğsünün hemen üstünde ve boynunda iki beni vardı. O benlerden bir tanesi de kasığındaydı. Vücudunda neredeyse hiç tüy yoktu. Kadın onun bütün kişisel alanına girmeye kalkmıştı. Elleri hiç durmuyor, sürekli dokunuyordu. Pantalonunu tamamen indirmeye kalktığında, daha fazla tahammül edemedi. Kadınları üstünden çekebilmek için müdahalesi sertti. Üstündeki kadın itilince sırtını arkasındaki dolaba çarptı. Kollarını tutan kadınların yüzleri yerdeydi. Noa, ağzındaki kurdeleyi çekip çıkardı ve hızla kıyafetini düzeltti. O anda diğer odaya açılan kemerlerdeki perdeler havalandı. Yuu, bir şekilde kadınlardan kurtulmuş, koşarak içeriye girmişti. Savaş alanından çıkmış kadar kötü görünüyordu ama Noa’nın hali onunkinden berbattı. Kadınlar onları hâlâ rahat bırakmıyordu. Yuu’nun geldiği yerden birkaçı anında içeriye doldu.
Noa, “Yetti artık!” deyip Yuu’nun kılıcını kınından almak için uzandı.
“Ne bu gürültü?”
Kadınlar sesi duyunca kapının önüne sıra halinde dizildiler. Dilleri içlerine dönmüş, sus pus olmuşlardı. O kadar sessizdi ki odaya giren kişinin ayak sesleri yakından geliyordu. Gelen adam uzun boylu ve iriydi. Ellerini arkada birleştirmişti. Tepeden alçalan gözlerle iki gence bakıyordu. Yüzlerini görünce yakışıklı yüzünde bir gülümseme belirdi.
“Meğer sizi yanlış yerde aramaya kalkıyormuşum. İki iffet temsilinin düştüğü duruma da bak. Sizin gibilerin iffetlerini altın gibi sakladığını zannediyorken, siz burada kadınlarla eğleniyorsunuz. Bakir doğup bakir öldüğünüz yalan mıydı yoksa?”
Noa, konuşurken dişlerini sıkıyordu. “Buraya isteyerek girmediğimizi tahmin etmiş olmalıydınız halbuki, Arai-sama. Ben de sizi o kadar zeki biri olarak düşünüyordum.”
Ryou’nun gülümsemesi aşağı indi ve ona yaklaştı. “Tabii, sonuçta siz böyle şeylerle ilgilenmezsiniz. Fakat senin şu tatlı dilini kesmek gerek. Fazla konuşuyorsun.”
“Neden şimdi kesmiyorsun aşağılık herif!”
Ryou yalnızca gülüyordu. “Belki de başka bir yerini kesmeliyim. Sonuçta işe yaramıyor değil mi?”
Noa iğneleyici bir ses tonuyla, “Belki de bunu benim yerime kendinizi dizginlemek için kullanabilirsiniz.” dedi.
Ryou, elini Noa’nın bacak arasına götürüp o bölgeyi sıktı. Adamın alçak ses tonundaki kelimeleri tane taneydi. “Haddini bilmezsen, erkekliğini mahvetmem birkaç dakikamı bile almaz.” Eli bacak arasını sıksa da, Noa’nın yüzünde acı yoktu.
Yuu, bir şekilde aralarına girdi ve kafasını eğdi. “O haklı Arai-sama. Buraya ne isteyerek ne de yanlışlıkla girdik. Biz… getirildik.”
Ryou güldü. “Getirildiniz mi?” Bunu söyledikten sonra ağzından kısık bir kahkaha çıktı. “Bir dahaki sefere hiç kadın görmediğinizi bu kadar belli etmeyin o zaman. Siz bu odaları ne için zannediyorsunuz?” Kenarda bekleyen kadınlar sessizce kıkırdıyorlardı. Noa ve Yuu’nun da adamın dediği şeyi sormaya niyeti yoktu. Zira zaten tecrübe etmişlerdi.
“Bu kadar kişi bir odada ne yapıyorsunuz?” Açık kapıdan bir kadın göründü. Yedi orkideden bir tanesiydi. Kadın su mavisi kıyafetler giymiş, gözlerinin altını ve açık omuzlarını kristallerle süslemişti. Durgun görünüyordu, biraz da mutsuz. Dudak kenarları aşağıdaydı. Kadınlara, “Müşteriler aşağıda sizi bekliyor.” dedi.
Kadınları odadan çıkarırken ve Arai Ryou’ya saygı gösterirken adama bakmaya tenezzül etmemişti. Yapması gerekeni yaptı ve odadan çıktı. Ryou, kadınlar gidince iki genci de alıp veliaht prensin bulunduğu odaya getirdi. İkisini de içeriye resmen fırlatarak sokmuştu. Veliaht prens bu zamana dek sessizce oturuyor ve çay içiyordu. Ay keklerini severdi, iki tanesini yemişti.
Ren, masadan kalkıp yanlarına geldi. “Neredeydiniz?” İkisi de dağılmış durumdaydı ve nedense konuşup bir şey söyleyecek halleri yoktu. Ren, sordu. “Bir şey mi oldu?” Bunu söylerken Yuu’nun saçını düzeltiyordu.
Noa, kıyafetindeki kurdeleleri daha sıkı bağlıyordu. “Olmayan bir şey kalmadı.”
Yuu, öksürdü. “Ufak bir yanlış anlaşılma yaşadık sadece. Bir şey olmadı.” Ren’i görünce rahatlamıştı. “Ah… Bir an bir daha seni bulamayacağımı sandım.” Etrafına bakındı ve devam etti. “Bu arada… Siz neden böyle bir yere girdiniz?” Biraz endişeyle soruyordu bunu. Zira, bir geneleve girmenin amacı tek bir şeydi. Az önce ikisi de bu deneyimi kötü bir yolla edinmişti.
Ren, “İkinizi arkamızda göremeyince kaybolduğunuzu düşündüm. Arai-sama sizi arayabilmek için beni buraya getirdi.” deyince, Yuu bir kere daha rahatladı.
Noa, onlar konuşurken kıyafetlerini yeterince düzeltmişti. “Gidelim. Burada bir saniye bile durmak zaman kaybı.” Kapıya doğru, kimseyi beklemeden hızla yürüdü. Kapının kenarına yaslanmış Ryou ile göz göze geldi.
Kapıyı çoktan açmış, onun geçeceği yere kolunu koymuştu. “Evet, sonuçta aradığımız köpek yavrularını sonunda bulduk.” Dudağının kenarı yukarı kalktı. Noa, yüzüne nefret dolu bir bakış atarken, Ryou ona, “Önden buyurun.” dedi.
Noa kapıdan çıkarken, diğerleri onun şey dediğini duymuştu. “***tiğimin lordu.”