Chapter Text
Birinci Bölüm
Oturma odasındaki uçuç durmamacasına çınlamaya devam ederken Draco ofladı. Yatağının yanındaki geniş pencerelerden giren parlak şafak ışığına karşı gözlerini sıkı sıkı kapattı ve asasını bulmak için elini yastık yığınının altında gezdirdi. Yatak odasının düzeninden feci pişman oldu, bu ilk sefer de değildi. Uyuyamadığında camdan dışarı, yıldızlı göğe bakmak ne kadar hoş olsa da bu, sabahın köründe uyanır uyanmaz direkt olarak güneş ışığına maruz kalmaya kesinlikle değmezdi.
Parmakları sonunda asasını buldu ve tembelce bir tempus tılsımı yapıp saatin sabah beş buçuk olduğunu gördü. Pansy veya annesi veya Sihir Bakanı gibi önemli kişilerin korumalarına direkt erişimi vardı ve böylece uçuçla evine çınlama olmadan gelebilirlerdi, o yüzden bu inanılmaz saatte onu her kim rahatsız ediyorsa hiç önemli biri olamazdı. Başının üzerine bir yastık geçirip azalmayan sesi bastırmaya çalıştı.
Çınlama sonunda kesildiğinde memnuniyetle iç çekti. Belki de vaktini alacak kadar değerli olduğunu düşünen her kimdiyse sonunda pes etmişti...
Umutları, daha iki dakika geçmeden korumalarının tanınmayan bir cisimlenme geldiğini belli ederek titreşmesini hissetmesiyle yıkıldı. Draco sesli bir şekilde hırladı, üzerindeki örtüleri attı ve çıplak ayaklarını çevirip ahşap döşemeye bastı. Beyaz sarı saçları uykusunda dağılmıştı ve arkaları dolaşmıştı, dağınık bir şekilde çenesine kadar uzanıyordu—muhtemelen deli gibi görünüyordu ama düzgün görünmek için endişelenemeyecek kadar sinir olmuştu. Zaten misafiri görünüşünü takdir edebilecek kadar uzun yaşamayabilirdi, diye düşündü dramatik bir şekilde. O gün pazardı, Merlin aşkına, kıymetli izin günüydü. Muhtemelen beceriksiz bir medibüyücü/cadı daha onun bir hastanın çizelgesindeki (mükemmel okunaklılıktaki, teşekkürler) yazısını okuyamamıştı, yine.
Karyola direğinden siyah, ipek sabahlığını aldı; hızını yavaşlatmasın diye süet terliklerini giymedi ve koridorda ayaklarını yere vura vura, küfürler ederek ön kapıya gitti. Timsy, ev cini, mutfak kapısının eşiğinden temkinli bir şekilde onu izledi; gergince minik yeşil kazağının yenlerini tutuyordu. Timsy, Draco’yu hafta sonu sabahları hayat memat meselesi olmadığı sürece sabah dokuzdan önce rahatsız etmemesi gerektiğini biliyordu.
Asasını elinde tuttu ve davetsiz misafirini fırçalama niyetiyle yüzünde sert, düşmanca bir bakışla kapısını açtı ama misafirinin selamını duyunca sözler hemen aklından uçup gitti:
“Malfoy.”
Ronald Weasley’nin bir pazar günü tan vaktinde neredeyse ön kapısını yıkması beklenmedik bir şeydi demek kesinlikle az kalırdı.
Savaşın bitmesinin üzerinden neredeyse sekiz yıl geçmişti, Harry Potter duruşmasında tanıklık edip onu Azkaban’a gitmekten kurtardığından beri sekiz yıl. Draco tüm bu süre boyunca etliye sütlüye karışmamıştı, çok çalışıp Avrupa’da ve tüm dünyada Şifacı çıraklığı yapmış ve Zihin Lanetleri ve Izdırapları alanındaki öncü uzmanlardan biri olarak adını duyurmuştu. Gözetim altında olduğu zamanlardaki gözetim Seherbazları bile “lanet olası bir ineği” gözetmekten sıkılmışlardı. Kahrolası Ronald Weasley’nin her zamanki kadar kızıl hâlde ve tam takım Baş Seherbaz üniformasıyla hafta sonu Merlin’in belası bir saatte kapısında olması için hiçbir sebep yoktu.
“Weasley,” diye yanıtladı Draco çenesini kapayıp yüz ifadesini tepeden bakan bir şekilde ilgisiz hâle geri getirmek için çaba harcayarak.
“İçeri girebilir miyim?”
Bu, Draco’yu o ana geri getirmekte başarılı oldu ve Draco gözlerini kıstı. “İzin belgen olmadan giremezsin.”
“Aa. Bu şey değil—başın belada falan değil. Üstümü değiştirmeye vaktim yoktu, bu...” Weasley’nin dili dolandı, eliyle üniformasını gösterip durdu ve Draco yıllardır ilk defa gerçekten onun yüzüne bakma şansını yakaladı, eli hâlâ asasını yanında tutuyordu. Weasley’nin asasını çoktan çoğu Seherbaz'ın bacağına taktığı kılıfa geri koyduğunu fark etti—görünüşe bakılırsa pijamalı bir Draco Malfoy pek bir tehdit oluşturmuyordu. Draco kaşlarını çattı.
Weasley kesinlikle büyümüştü—omuzları ve göğsü uzun boyunu doldurmak için epey genişlemişti ve onu hantal, sırık gibi bir gençten göz korkutan bir Seherbaz’a çevirmişti. Draco, Weasley’nin ondan en az birkaç santim uzun olduğunu, ki bu kolay bir şey değildi, fark edince sinir oldu. Lacivert Seherbaz üniforması üzerine tam oturuyordu ama yine de omuz, kol ve bacak kaslarının olduğu yerlerde dardı ve gerçekten, ıslak-ayakkabı-bağcığı-Ronald-Weasley ne zaman bu kadar kocaman olmuştu? Fazla kızıl saçları uzamış ve dalgalanmıştı, köprücük kemiğinin biraz altına kadar geliyordu ve çilleri birkaç gün uzamaya bırakılmış kirli sakalına karışmıştı. Ellerinde ve boynunda, üniformasının en üst iki altın düğmesi açık olduğundan Draco’nun görebildiği eski yara izleri vardı. Baş Seherbaz rozeti göğsünün sol kısmında yamuk bir şekilde takılıydı.
Gözlerinin altında ağır torbalar vardı ama üstü başı, bu kadar telaşlı görünen ve “üstünü değiştirmeye vakti olmadığını” iddia eden bir Seherbaz’dan bekleneceği gibi çamur veya ter veya kanla kaplı değildi; o yüzden Draco sorununun ne olduğunu pek anlayamadı. Düşüncesiz, beceriksiz, şaşırtıcı derecede kaslı Gryffindor’un derdini anlatabilmesini beklemek zorundaydı.
Epey zor bir işmiş gibi görünüyordu. Weasley’nin yüzü çabalarından kızarıyordu, kocaman elleri saçlarından geçiyor ve elektriklenmelerine ve fazlasıyla kesinlikle hiç çekici olmayan bir şekilde diğer tarafa düşmelerine sebep oluyordu. Draco’nun sabrı her geçen saniye azalıyordu
“Weasley. Saat şu an lanet olası bir pazar sabahı beş buçuk. Merlin aşkına, ne istiyorsun?” Draco her kelimeye hak ettiği sinir bozukluğunu enjekte etti, ses tonu sertti.
Weasley’nin elleri yine saçlarındaydı ama Draco’nun yalnızca “yalvaran” şeklinde tarif edebileceği, ıy, mavi gözlerle Draco’ya baktığında açık talimatı almış görünüyordu.
“Tamam. Yardımına ihtiyacımız var.”
“Ne konuda?”
“Lütfen, beni içeri al, her şeyi anlatacağım, Malfoy. Son çarem olmasaydı buraya gelmezdim, biliyorsun.”
Ve evet, bu biraz acıtsa da Draco, bir Weasley’nin dünyanın sonu gelmeden bir Malfoy’dan yardım istemesinin mümkün olmadığının gayet farkındaydı. Durum karşılıklıydı zaten. En azından Weasley’nin bunu sesli söylemek için harcadığı çabayı görebiliyordu.
Kaşlarını tekrar çatarak Draco, Weasley’yi içeri almak için isteksizce kenara çekildi. Weasley rahatlayarak nefes verdi ve aceleyle yanından geçip antreye girdi, Timsy orada pelerinini almak için bekliyordu. Draco etrafından dolandı ve oturma odasına doğru ilerlemeye başladı.
“Timsy, lütfen terliklerimi getirebilir misin? Ve oturma odasına bir demlik kahve.”
“Tamam, Draco Efendi.”
“Teşekkürler, Timsy.”
Draco, Weasley’nin onu takip etmediğini fark edince oturma odasının kapısında durdu. Dudaklarında sinir olmuş bir soruyla arkasını döndü ve Weasley’yi ön kapının önünde, sol eli hâlâ pelerinini uzattığı yerde kalakalmış hâlde gördü. Kocaman gözlerle, tamamen şok içerisinde Draco’ya bakakalmıştı. Draco buyurgan bir tavırla ona tek kaşını kaldırdı. Çizgili pijamalar ve bir sabahlık giyerken ve fare yuvası gibi saçlarla hâlâ bunu yapmayı başarabilmiş olduğunu umdu.
Bunun üzerine Weasley kendine geldi. “Pardon. Bir ev cinine kibar davrandığını duymayı hiç beklemiyordum, hele de özgür bir tanesine.”
Draco öfkelenmeye başlayarak gözlerini devirdi. “Beni gerçekten seni içeri aldığıma memnun ediyorsun, Weasel. Timsy savaş biter bitmez azat edildi ama nesillerdir Malfoylarla yaşamıştı ve benimle kalmak istedi, o yüzden ona maaş veriyorum ve izin günleri de oluyor ve Granger’ın okulda yırtınıp durduğu o REZİL işi başka ne istiyorsa onları da yapıyorum. Oldu mu?” ‘Ve o benim ailemin değerli bir üyesi’ diye de eklemenin, sabahın bu erken saatinde biraz fazla olacağını düşündü.
Weasley buna güldü. “ERİT ama sen Hermione’ye söylemezsen ben de söylemem.” Sonunda peşinde Draco’yla oturma odasına girdi.
Draco açık gri duvarları ve zengin, kızıl kahve renkli derileri ve ahşap detayları, büyük mermer şöminesi ve sıcak kırmızı şark halıları olan oturma odasını seviyordu. Yemyeşil yaprakları olan bitkiler, pofuduk minderler ve yastıklarla kaplı geniş cumbanın penceresinden giren güneşin tadını çıkarıyorlardı. Rafta, roman koleksiyonunun yanında bir plakçalar vardı. Malfoy Malikânesi’nin eski taşları ve koyu renkli kadifeleri ve gölgeli koridorlarından mümkün olduğunca uzaktı ve Weasley de etrafa takdir edercesine baktıktan sonra geçip oturduğunda buna katılıyormuş gibi görünüyordu.
Draco, Weasley’nin karşısındaki kestane rengi deri koltuklardan birine oturdu ve o anda Timsy ufak bir pop sesiyle geldi; elinde bir tepside kahve ve atıştırmalıklar ve Draco’yu dehşete düşüren bir şekilde, süet ev terlikleri değil de favori terlikleri vardı: Pansy’nin bir muggle mağazasında bulduğu, üzerinde karikatürümsü bir yüz olan tüylü, yeşil, çirkin bir şey. Etiketinde "Huysuz Oscar*” yazıyordu ve Draco bunun bir muggle şeyi olduğunu varsaymıştı. Pansy gülmüş ve karakterin ona “uyduğunu” söylemişti, çünkü o da huysuz ve toplumdan uzaktı ve “çöp seviyordu”; Draco bunu erkek zevkine bir dokundurma olarak almıştı. Pansy’nin beş yaşındaki kızı bu karakteri “televizyonda” görmüş ve anında aklına vaftiz babası gelmiş. Sevimli kız belli ki zalimlik konusunda annesine çekmişti.
Ama terlikler acayip yumuşak ve sıcacıktı ve Timsy hassas biriydi, biraz da üçkâğıtçıydı. Zaten artık Weasley’den saklamak için çok geçti, o yüzden Draco onurunun kırıntılarını toparladı ve Timsy’ye teşekkür ederek ve Weasley’ye bir şey demesi için meydan okuyarak terlikleri ayağına geçirdi. Yüzünün morarmasına, dudaklarının birbirlerine bastırılışına ve gülümsememeye çalışırken titremelerine ve omuzlarının sallanışına bakılırsa bu kaçınılmazdı. Draco bıkkınlıkla iç geçirdi.
“Hadi tamam, gül bakalım.”
Weasley hiç de erkekçe olmayan kıkırtılara boğuldu. Draco sadece gözlerini kıstı ve bitmesini bekledi. Bugün hızla savaş sonrası hayatının en sinir bozucu günlerinden birine dönüşüyordu ve güneş daha yeni doğmuştu.
“Kızım o programı çok seviyor,” diye mırıldandı Weasley kıkırtılarının arasında. “Ne gün ama... Draco Malfoy özgür ev cinlerine kibar davranıyor; bir muggle, Amerikan, çocuk programından ona fazlasıyla uyan bir karakterin tüylü terliklerini giyiyor; Merlin’in donu aşkına...” Vücudu kahkahalarla sarsılırken yüzü, çilleri arada kaybolacak kadar kırmızıydı.
“Amerikan mı?” Draco burnunu kırıştırdı, bunu bilmiyordu. Pansy’nin çocuğu Amerikan muggle programları mı izliyordu? Safkan topluma başkaldırmak anlaşılabilirdi ama çocuğunu sömürgelerin yapımlarıyla eğlendirmeye kadar düşmek? Bunu ona sorması gerekecekti. Eğer Weasley konuya dönecek kadar toparlanabilip onları bu berbat sohbetten kurtarabilirse.
“Endişelendiğin şey bu mu? Ah Kirke...” Weasley’nin kıkırtıları sonunda yavaşlıyorlardı. Draco bu arada kendine ve isteksizce Weasley’ye birer fincan kahve doldurdu. Weasley gözlerindeki yaşları sildi ve başını hafifçe öne eğip minnetle fincanı aldı ama yine de kendi bir yudum almadan önce Draco’nun kendininkinden içmesini bekledi. Draco sadece son on dakikada bile kaç kere göz devirdiğini bilmiyordu. Ne kadar Weasley’yi uykusunu böldüğü için öldürmek istese de saat daha birini zehirlemek için fazla erkendi. Ve niye zehirlesindi ki? Siktiğinin Baş Seherbaz’ını öldürmek ona ne kazandırabilirdi, hem de kendi evinde?
“Ee? Bir pazar günü, sabahın köründe, bana yardım için yalvaracak seviyeye düşmenin sebebini açıklayacak mısın? Eminim buraya ayak giyimimi tartışmaya gelmemişsindir.” Draco bu işi çabuk bitirebileceklerini umdu. Bu saçmalıktan sonra tekrar uykuya dalabilir mi diye merak etti.
Weasley hemen toparlandı, boğazını temizledi. “Tamam. Konu Harry.”
“Potter?”
“Evet, başka kim olacak?”
“Ee, nesi varmış?” diye patladı Draco.
“Bilmiyoruz. Lanetlendi sanıyoruz. Ama bir haftalığına tatildeydi, o yüzden kim yaptı ya da ne yaptı bilmiyoruz.” Weasley Seherbaz sesiyle, bir suç hakkında bilgi almaya hazır gibi konuşuyordu.
“’Siz’ kimsiniz? Ve neden kendisine soramıyorsunuz?” Draco sinirlerini yatıştırma çabasıyla kahvesini yudumladı. Zengin aromayı içine çekmek için gözlerini kapadı. Timsy dünyanın en iyi kahvesini yapıyordu be.
“Ben, Hermione, lanet kırıcı abim Bill, St. Mungo’nun Lanet Hasarları bölümündeki her Şifacı ve Sihirli Yasal Yaptırım Dairesindeki her Seherbaz.” Weasley fincanına sanki tüm cevaplar oradaymış gibi bakıyordu. “Ve ona da sorduk ama... hatırlamıyor ve konuşamıyor.”
“Konuşamıyor,” diye tekrarladı Draco dümdüz bir sesle.
Weasley başını salladı ve sonunda gözlerini fincanından ayırıp Draco’nun gözlerine baktı. Draco bakışındaki keskinlikten ürktü. Neredeyse tehditkârdı.
Weasley’nin yorgun iç çekişi tüm vücudundan geçmiş gibiydi. “İzne çıktı, şimdiye kadari ilk izni ve onun da tamamını evde geçirdi. Bize dinlenmek ve evde bazı restorasyonlar yapmak istediğini söyledi. Sonra işe dönmeden önceki gün uçuçla bize geldi, telaşlı ve sessizdi ve boğazını gösteriyor ve ellerini oraya buraya sallıyordu. Onu direkt Mungo’ya götürdük, iki gün orada kaldı, her Şifacı’ya göründü. Obliviatelenmiş olabileceğini düşünüyoruz, belki yemek yemeye falan gitmiştir ve biri...” Cümlesini tamamlamadı, elini yeniden saçından geçirdi. Kahvesini bıraktı ve bileğinden ince, siyah bir lastik çıkarıp saçını başının arkasında dağınık bir topuz yaptı. Yakıştı, güçlü çene kemiğini ve boynundaki ve omuzlarındaki kaslarını ortaya çıkardı ve bu, Draco’yu daha da sinirlendirdi. Weasleyler yakışıklı değillerdi, lanet olsun.
Draco tek kaşını kaldırdı. “Ve sen istiyorsun ki ben...”
Weasley ofladı ve yine kahvesini eline aldı. “Her ne iş yapıyorsan onu yap. Düzelt, iyileştir, başına ne geldiğini bul ki biz de bunu yapan piçi bulup hapse atabilelim. Konuştuğumuz tüm Şifacılar en iyi seçeneğin, ve İngiltere'deki tek seçeneğin, sen olduğunda hemfikirler ve Harry sesi yokken ülkeden çıkmak istemiyor.”
“Zihnefend’in benim işimin bir parçası olduğunu anlıyorsun, değil mi? Hem Potter’ın bana görünmek isteyeceğini sana düşündüren nedir?” diye sordu Draco ve dalgınlıkla avucunu göğsüne sürtecekken kendine hâkim oldu ve onun yerine eliyle sorgulayan bir hareket yaptı.
“Eh, evet, onu duyduk. Muhtemelen pek hevesli olmayacaktır—okulda Snape’ten Zihinbend öğrenmeye çalışırken bayağı kötü vakit geçirmişti—ama başka çaremiz yok. Tek umudumuz sensin.” Weasley fincanını hayata tutunur gibi sıktığından eklemleri bembeyaz olmuştu.
Draco sadece şok içinde ona baktı. Buradaki hiçbir şey mantıklı değildi. Potter, Severus'tan Zihinbend öğrenmeye mi çalışmıştı? Okulda? Severus, Karanlık Lord ve Dumbledore için ajanlık yaparken? Ayrıca, "tek umudumuz sensin" mi? Bu anının gerçek olduğunu kendine kanıtlayabilmek için sonradan Düşünseli’nde izlemesi gerekecek gibiydi.
Ama Draco, alışılmadık ve epey spesifik bir Şifacı olsa da sonuçta Şifacı’ydı ve yardımına ihtiyaç duyulduğunda yardım etme zorunluluğu vardı. Evet, Weasley’nin ona yardım için yalvarması iyi hissettirmişti. Keşke daha makul bir saatte yapsaydı ama yine de dilencilerini seçemiyordun... ya da o muggle atasözü her ne diyorsa o. Draco, Weasley’yi içeri alır almaz yardım edeceğini bildi. Harry Potter’ın onun uzmanlığına muhtaç olması onu daha da heveslendiriyordu. Bir meydan okumayı asla görmezden gelemezdi, özellikle de Potter’dan gelenleri—ama Weasley bunu bilmek zorunda değildi. Draco onu biraz daha süründürebilirdi.
Weasley, Draco’nun bakışının altında rahatsızca kıpırdanıyor, tuhafça kahvesini yudumluyordu; belli ki itirafından rahatsız olmuştu. Biraz çocukça olsa da Draco, Baş Seherbaz’ı kıvranırken izlemekten keyif alıyordu.
“Pekâlâ.”
“Gerçekten mi?” Weasley öne eğildi ve gözleri Draco’ya birden bir labrador köpeğini anımsatır şekilde şaşkınlıkla kocaman oldu.
“Evet, vakayı alacağım. Ama bunun bir zaman sınırı falan var mı? Hemen şimdi mi başlamam gerekiyor, yoksa birkaç saatçik daha uyuyabilir miyim?” Draco’nun zihni yeniden uyumayı aklından bile geçiremeyecek kadar hızlı çalışıyordu ama çok hevesli görünmeye gerek yoktu.
Weasley en azından utanmış görünme nezaketini gösterdi. Tuhaf hissederek boğazını temizledi. “Im... hayır, sanırım öğleden sonra başlayabilirsin, sana uyarsa. Sadece sana erken ulaşmam gerekiyordu, Şifacılar sana talebin yoğun olduğunu ve muhtemelen dolu olduğunu söylediler ve bu iş bariz bir şekilde acil...” Yine lafına devam etmedi ve Draco ızdırabına son vermeye karar verdi. Doğruydu, doluydu ama bu önemli değildi. Ayağa kalktı, kahve fincanını bıraktı ve sabahlığının kemerini düzeltti.
“Tamam. Hâlâ St. Mungo’da demiştin, değil mi? Gün içerisinde uğrarım. Başka bir şey var mıydı...?”
Weasley de fincanını bırakıp ayağa kalktı. “Evet, Lanet Hasarları bölümünde. Im, başka bir şey yok ama...” Ellerini önünde ovuşturdu ve gergin mavi gözleri Draco’nunkilerle buluştu.
“Evet?” Draco’nun sabrı pamuk ipliğiyle bağlıydı. Beceriksiz, hayvan gibi, aptalca yakışıklı, fazla uzun Weasleyler...
“Bunu yaymazsın, değil mi?” Weasley bir an korkmuş göründü, sanki Draco suratına gülüp bu dedikoduyla Posta’ya koşacakmış gibi. Ki bu, o esnada sinir bozucu ve hakaret gibi gelse de biraz anlaşılabilirdi. Hogwarts’ta Draco’nun sık yaptığı bir şeydi. En azından Karanlık Lord kalıcı bir misafir olarak çocukluk evine yerleşmeden önce. O, kişiliğinde biraz değişimlere yol açmıştı—ailesi ve geçmişi ve kendisi nedeniyle Büyücü Britanyası’nın çoğunluğunun kavrayabildiği bir değişim değildi maalesef.
“Ben bir Şifacı’yım,” diye yanıt verdi Draco açıklama yapmak yerine. Tüm Şifacılar hipokrat yeminlerinin yanında hasta mahremiyeti yeminleri de ediyorlardı. Bakanlıktan ruhsatlı bir Şifacı’nın hasta bilgilerini, hasta rızasını belirtmeden olayla ilgili Şifacılar ve medibüyücüler/cadılar dışında biriyle paylaşması etik dışıydı. Bakanlık sevecen insanlarla dolu olduğundan Draco’ya ruhsatını, yeminleri büyüyle bağlı olmadan vermeyi kabul etmediler; yeteneğine ve başarılarına ve Avrupa’da geçirdiği zamandan dolayı önerilmesine rağmen. Yeniden “fena bir Ölüm Yiyen gibi" davranmaya dönecekse neden Şifacı olmaya uğraşacağını düşündüler emin değildi, Veritaserum etkisinde bile sorgulanmıştı—ama hiçbir zaman Sihir Bakanlığının iyi veya mantıklı davrandığını iddia etmemişti. Sonuçta resmen Karanlık Lord’un önüne kırmızı halıyı onlar sermişti.
Yine de sonuç olarak hasta mahremiyetini korumaya, kasıtlı zarar vermemeye ve ilgilendiği herkesle "etik bir çalışma ilişkisi" kurmaya (ki bu, onun işinde zordu ama imkânsız değildi) büyüyle bağlıydı. Bu yeminlerden birini bozsa ölmezdi herhâlde—ama denememişti. Bir keresinde hastalarından biri maalesef ondan hoşlanmaya başladığında ve bu yolda adım attığında çektiği acı dayanılmaz olmuştu.
Weasley, bu bilgiyi sanki daha yeni hatırlamış gibi rahatlamış göründü. Draco, Bakanlıkta çalıştığı için Draco’nun bağlarını bilip bilmediğini merak etti—ruhsatlar devlet arşivlerindeydi. “Tamam. Eh, teşekkürler. Gün içerisinde görüşürüz o zaman, Şifacı Malfoy.” Sağ elini uzattı, yüzü biraz acıyla buruşmuş gibi olsa da bir barış teklifiydi.
Draco uzatılmış ele pek saklayamadığı bir hayranlıkla baktı. Ah, on iki yaşındaki hâli bunu görse ne derdi? Eli sıkıca tuttu ve çabukça bir salladı, sonra Weasley’nin önden çıkışa gitmesi için işaret etti. Sonuçta hâlâ pijamalarıylaydı.
Weasley pelerinini kuşanıp çok da saklamadan terliklerine bir baktıktan ve başını eğip veda ettikten sonra Draco, Timsy’den kahvaltı istemek ve kafasında dolanan düşünceleri anlamlandırmaya çalışmak için mutfağa doğru yol aldı.
Yani, Potter lanetlenip Obliviatelenmiş ve sonrasında yalnız bırakılmıştı. Weasley kâbuslardan veya acıdan veya halüsinasyonlardan bahsetmemişti ama bir yandan da Potter konuşamadığı için bu belirtilerden bahsedebilmesi zaten mümkün görünmüyordu. Yazamıyor muydu da? Sesi olmadan nasıl iletişim kuruyordu? Kafayı yiyor olmalıydı, Büyücü Dünyası’nın Kurtarıcısı’nın konuşmaları ve gideceği yerler aylar öncesinden planlanıyordu ve sesi olmadan el üstünde tutulan yıldız Seherbaz olmak imkânsız olmalıydı. Dünya, dilsiz bir Sağ Kalan Çocuk hakkında ne düşünürdü?
Mahremiyet yeminleri nedeniyle Draco bunu asla öğrenemezdi. Ama manşetleri hayal edebiliyordu. Dudakları Mühürlenen Çocuk: Kurtarıcımız Bizi Sessizlik İçerisindeyken Nasıl Kurtarabilir? Kendi kendine kıkırdadı.
Bu sadece daha önce üzerinde çalıştığı lanetlerden çok daha farklı görünüyordu. Lanetler genelde acı, yıkım, uğursuzluk, yas ve benzeri şeylere yol açarlardı—isim de oradan geliyordu zaten. Potter’ın altıncı sınıfta yaptığı lanetten hâlâ göğsünde yara izleri vardı. Bir sessizlik laneti büyük sıkıntı ve günlük hayatta önemli bir değişikliğe yol açardı ama insanlar her gün bunun gibi engellerle yaşıyorlardı. Bunu asla Potter’a veya onun çevresindekilere söylemezdi ama bu, onun ve muhtemelen Potter’ın da alışık olduğu lanetlere kıyasla neredeyse... iyi huylu görünüyordu. Draco’nun bildiği kadarıyla acı çekmiyordu veya zihinsel bir işkence görmüyordu ve hafızası da çoğunlukla yerindeydi. Ama Potter gibi bir ikonun konuşma yeteneğini yitirmesi... bu sadece Potter’dan daha fazlasına etki edebilirdi.
Draco mutfak masasında oturup Timsy’nin mükemmel pişirdiği pastırmayı ve yumurtaları ve tereyağlı kızarmış ekmeği yerken zihni bu bulmacayı çözmeye başlama hevesiyle resmen titreşiyordu.
***
Draco, St. Mungo koridorlarında Lanet Hasarları bölümüne doğru yürüyordı. Baştan kimse gözlerine bakmadı—çalışanlar ayaklarına dik dik baktılar, bakışlarında onun kim olduğundan dolayı bir düşmanlığın ve işinden dolayı derin bir şüphenin karışımı vardı. Çoğu büyülü insan, Zihnefend’in göz teması gerektirdiğini bilirdi. Neden Draco’nun durup dururken onların bariz bir şekilde ona düşmanca olan, sıkıcı düşüncelerini okumaya uğraşacağını düşünüyorlardı, hiçbir fikri yoktu.
Hedefine yaklaştıkça çalışanlar daha arkadaş canlısı—ya da en azından daha az nefret dolu—bir hâl aldılar. Lanet Hasarları ve Karanlık Sanatların Geri Çevrilmesi bölümleri ona en alışık olanlardı ve yeteneğinin kapsamını kendileri görmüşlerdi. En azından onlara zarar vermeyeceğine güvenen insanların arasında olmak rahatlatıcıydı. Potter’ın odasına vardığında bunun değişmeyeceğini umdu.
Her zamanki gibi (bu sabah hariç) mükemmel giyinmişti. Kobalt mavisi takımının veya orman yeşili cübbesinin çarpıcılığına yaklaşmasa bile kömür rengi muggle takım elbisesini giymeye karar vermişti, çünkü nötr olduğunu düşünmüştü ve yeleğinin altına da soluk mavi bir gömlek giymişti. Siyah giyemezdi tabii ki, tehditkâr görünürdü ve taba rengi bariz bir şekilde fazla rahat görünürdü ve bordo, Gryffindorlarla dolu bir odada riayetkâr görünürdü ve bu sabah vaktinin çoğunluğunu terzilik seçimleri hakkında düşünüp durarak geçirdiyse ne olmuş yani? Draco elinden gelen en iyi şekilde görünmeli ve dünyaya (eski düşmanlarına) özgüvenli, işinin ehli, (fazlasıyla yakışıklı) bir Şifacı olduğunu daha konuşmadan önce göstermeliydi. Parlak, düz saçları sanatsal bir şekilde yüzünden geriye atılmıştı; okuldaki gibi yapışmış hâlde değildi ama kesinlikle bu sabahki fare yuvası gibi de değildi.
Odanın her yerinde dağılmış olan pahalı kıyafetleri toplamak zorunda olacak olan Timsy’ye özür diler bir düşünce yolladı. Draco bunu telafi etmek için eve dönerken favori pastanelerine uğrayıp Timsy’nin sevdiği baklavadan almayı planladı.
Potter’ın odasının kapısının önünde durup toparlandı, ceketindeki olmayan kırışıklıkları ve yakasındaki parlak Şifacı Amblemi’ni düzeltti—çarpı şeklindeki asa ve kemik otorite tılsımıyla parlıyordu. Toplum içinde olmasaydı stres atmak için elini ayağını şiddetle sallardı ama derin nefes almakla yetindi. Kollarının altında ve belinde biraz ter hissedebiliyordu ve bu sinir bozucuydu. Görünmezdi tabii ki, ceketi kendisinin yaptığı iyi su geçirmezlik ve ısı dengeleme tılsımlarında resmen boğuluyordu ama yine de kendine bir ferahlama büyüsü yaptı ve hemen ardından köşeyi dönen kabarık kahverengi saçı gördü.
Artık geri dönüş yok, diye düşündü kederle.
Granger’ı karşılamak için döndü, o da kocası kadar güzelleşmişti, boy ve kas hariç. Fotoğrafını Posta’da defalarca görmüştü ama gerçek hayatta görmenin etkisi bambaşkaydı. Tam olarak neyin farklı olduğunu kestiremiyordu—sadece artık kesinlikle bir kadındı, bir anne, etki yaratan bir aktivist; tabii Draco hâlâ eskisi kadar çokbilmiş olduğundan emindi. Kesinlikle hafife alınmayacak, güçlü bir kişilikti: daha öz güvenli bir şekilde duruyor, daha zarif yürüyordu. O, koridorda yürürken çalışanlar onu hem savaş kahramanı hem de Bakanlığın pek çok reformunun arkasındaki güç vasıtası olarak tanıyıp kenara çekiliyor, ona yol açıyorlardı. Sağ yumruğu artık daha kuvvetli olabilir, diye düşündü Draco temkinle.
Draco bir yandan eski sınıf arkadaşları da onu gördüklerinde böyle düşünüyorlar mı diye merak etti. Yaşlanma olgusunun hiç, eh, yaşlanmayacağını tahmin etti.
Granger yanına gelip durdu, keskin ve hesaplayıcı karanlık gözlerle ona baktı. Draco ona başıyla selam verdi. “Granger.”
“Malfoy,” dedi Granger soğukkanlılıkla. Sonrasında belli ki bir şey için gücünü topladı ve “Geldiğin için teşekkürler,” dedi.
Draco tekrar başını salladı. Bugün Potter’la hiçbir tuhaf sohbet gerçekleştirmeyecek olduğunu bilmek içini biraz rahatlatıyordu. Altın Üçlü’nün üçte ikisinin ona teşekkür etmesi bir gün için yeter de artardı bile.
“Girelim mi?” Draco eliyle kapıya doğru işaret etti. Granger, Draco’ya sanki karmaşık bir Aritmansi problemiymiş gibi bakmayı bıraktı ve kapıya doğru ilerleyip hafifçe iterek açtı.
“Harry? Uzman geldi,” dedi yumuşak bir sesle ve Draco’nun, onun peşinden odaya girerken bu dikkatli ses tonuna ve belirsiz kelimelerine göz devirmemek için kendini tutması gerekti.
Kapıyı kapamasının ardından dönüp tembelce her zamanki mahremiyet ve ses geçirmezlik korumalarını yaptı. O da yalnızca bir hastam, diye kendine hatırlattı. Yalnızca çözebileceğim bir yapboz daha, yardım edebileceğim bir insan daha. Yüzünü odaya döndü.
Fark ettiği ilk şey hastane yatağının yanında oturduğı sandalyeden ona dikkatli gözlerle bakan Weasley’ydi, eli tam hamle yapacakken büyücü satrancı tahtasının üzerinde kalakalmıştı. Gözlerini kısarak Draco’ya baktı. “Bizi odaya mı kilitledin, ne yaptın?”
Draco yine göz devirmeden durabildiği için kendiyle epey gurur duyuyordu. Tanrılar aşkına, çok profesyoneldi. “Bunlar hastanelerde standart olan mahremiyet ve ses geçirmezlik büyüleriydi. Muhtemelen buraya gelen her Şifacı’nın kapıya bunları yaptığını görmüşsünüzdür. Ben olsam yapmayan kimseye güvenmezdim,” diye açıkladı, gözlerini yataktaki adama çevirirken yüz ifadesini dikkatlice boş tuttu. “Özellikle de söz konusu sen olunca, Potter.”
Potter büyümüştü ama pek boy atmamıştı. Göğsü ve omuzları, Draco’nun onu en son yüz yüze gördüğünde olduğundan çok daha kaslıydı ancak o zamanlar bir yıldır kaçışta olmaktan ve kahrolası dünyayı kurtarmaktan düzgün beslenememişti, o yüzden pek karşılaştırma yapılamazdı. Ancak satranç oyununu daha iyi görebilmek için dirseği üzerinde doğrulmasıyla vücudunun üst yarısını yataktan kaldıran pazılarının kıvrımı takdire şayandı. Bu duruş düz, gri tişörtünü kaslı göğsünün üzerinde geriyordu ve bu, Draco’nun gözlerini hızlıca Harry’nin yüzüne çevirmesine sebep oldu. Koyu siyah saçları her zamanki gibi rezil hâldeydi—Draco gizliden gizliye o geniş, vahşi buklelerin biraz bile düzgün durmasına engel olan bir büyü olmalı diye düşündü. Alnına, kulaklarının etrafına ve ensesine gelişigüzel bir şekilde dökülüyorlardı; rastgele yerlerde sanki yer çekiminin önemli olup olmadığına karar verememiş gibi dik duruyorlardı. Draco, meşhur yara izini kâkülünün arasından görebiliyordu; zikzak çizen soluk bir çizgi sağ kaşına kadar iniyor, tam gözlüğünün üzerinde kesiliyordu ki Draco’nun fark ettiğine göre gözlüğü de okul boyunca taktığı yuvarlak çerçevelerin birazcık daha büyük, daha modern bir versiyonuydu.
Draco odaya girdiği andan beri Potter’ın büyüsünü hissedebiliyordu ve şükürler olsun ki şimdiye kadar tüylerinin diken diken olması geçmişti. Potter bu kadar aptal derecede güçlüydü işte. Muhtemelen bunun farkında bile değildi. Büyüsü etrafındaki havada asılı duruyordu, sabitti ama potansiyelle titreşiyordu, fırtınadan önceki nemli hava gibi yüklüydü. Draco gözlerini kapasa hafif bir ıslak toprak ve ozon kokusu alacağını biliyordu ama bunu yapmaya cüret etmedi ve bu algıyı beyninin derinliklerine kilitledi. Bu, kapsamlı eğitiminin onu büyüsel auralara karşı bu kadar hassaslaştırmamış olmasını dilediği ilk an değildi. Potter’ın haberi olmadan dönen bu güç gösterisi olmadan onunla çalışmak çok daha kolay olurdu.
Potter’ın cam yeşili gözleri bakır gibi teninde resmen parlıyordu ve Draco’nun o gözlere bakmasıyla duruşunu koruyabilmek için gizlice derin bir nefes alması gerekti. Yoğunlukları kalp atışlarını hızlandırıyordu. Evet, o güzel bir adamdı, nesnel olarak, ancak o esnada bu adam fazlasıyla sinirli görünüyordu ve bu, Draco'nun epey aşina olduğu bir yüz ifadesiydi. Öfkeli bir Potter’a bakmak onu sanki eskilere götürmüştü. Her şeyin değişmediğini bilmek güzeldi.
Weasley ve Granger gergin gözüküyorlar, sanki her an birbirlerine bağırmaya başlayabilirlermiş gibi bir Potter’a bir Draco’ya bakıyorlardı ve bu absürttü, çünkü Potter konuşamıyordu. Draco yakın gelecekte kalın kafalı Gryffindorlarla çalışacağını kabullendi.
Draco odada ilerlerken Weasley’ye baktı. “Ona söylemediğini ve o yüzden bana, beni sırf irade gücüyle parça parça edebilirmiş gibi baktığını tahmin ediyorum?” Ve açıkçası, muhtemelen çok isterse bunu yapabilirdi. Draco onun gençken neler yapabildiğini görmüştü ve şu an resmen yetişkin bir adamdı.
Weasley’nin yüzü özür diler bir hâl aldı ve bu, Potter’ı yalnızca daha da öfkelendirdi. Konuşamıyor olabilirdi ama Draco resmen Potter’ın o an arkadaşlarına ve Draco’ya neler demek isteyeceğini duyabiliyordu. Weasley ellerini yatıştırıcı olabilecek bir şekilde kaldırarak tekrar Potter’a döndü. “Kusura bakma, kardeşim. Bu doğru; o, işinde en iyisi. Bu kattaki tüm Şifacılar onu tavsiye ettiler. Fazla talep edilen biri ve bu vakaya ayıracak vakti olduğu için şanslıyız.”
Draco, o vakti ayırabilmek için şimdiden işleri çok daha az acil olan tüm hastalarına başka Şifacıları önerdiğini söylemeye tenezzül etmedi. Bunu kaçırmasına olanak yoktu.
Potter tekrar Draco’ya dönerken suratı asıldı, bakışları sarı saçları ve pahalı deri ayakkabıları arasında gidip geliyor, tartıyordu. Bu kadar dikkatle incelenmek Draco’yu rahatsız hissettirdi. Potter gözlerindeki şüpheye engel olamıyordu ama artık öfkeden kazara büyüyle camları patlatacakmış gibi görünmediğinden Draco birazcık rahatlamıştı. Potter’ın yardım isteyen, neredeyse yalvaran gözleri Granger’a döndü ve bir elini sertçe Draco’ya doğru uzattı. Draco bunun anlamını biliyordu: ama o Malfoy! Granger ona yalnızca dudaklarını büzdü.
“Ron haklı, Harry ve diğer Şifacılar da öyle. Tüm topluma açık vakalarını ve yayımlanmış çalışmalarını araştırdım ve gerçekten de en iyi seçeneğimiz o,” diye açıkladı Granger ve Draco’nun kaşlarını kaldırarak ona bakmasına sebep oldu.
“Benim makalelerimi mi okudun?”
Granger tekrar ona döndü, yalnızca yeni bilgi paylaşacak olmasının verebileceği bir heyecanla gözleri parladı. “Evet, tabii ki! Özellikle Durdurulamaz Kabus Laneti üzerindeki çalışman, hastaya kâbuslarını inceletip her birinde kişiye uyarlanmış karşı lanet parçalarını bulabilmen çok ilgimi çekti; çok etkileyici ve Yanlış Dil Laneti, hani o insanlarla yalnızca anlamadıkları dillerle konuşabilen cadıda olan, sahiden onu—”
“Tamam, özetle, Şifacı Malfoy en iyi seçeneğimiz,” diye araya girdi Weasley, “fiziksel olarak bir sorunun olmadığından Şifacılar bunun bir Zihin Lanetleri ve Izdırapları uzmanının çözebileceği bir sorun olduğuna kanaat getirdiler ve Malfoy geçmişinize rağmen yardım etmeyi kabul etti ve Harry, bu konuda bize güvenmen gerekecek,” diye yalvardı, Potter yenilgiyle yatağa git gide daha da çöküyordu.
“Ve bana,” diye eklemek zorundaydı Draco. “Bana güvenmen gerekecek. Biraz bile güven olmazsa Zihnefend kâbus gibi olur.”
Zihnefend kelimesini duyduğu an Potter yataktan fırladı; vahşi, ihanete uğramış gözlerle bir Weasley’ye bir Granger’a baktı. Konuşamıyordu ama Draco bunun da anlamını biliyordu: Kafamın içine girmesine izin mi vereceksiniz?!
Weasley’nin elleri hemen yine teslim olurcasına havaya kalktı. “Kardeşim, öyle bir şey değil. Zihnine saldırıp sana hiçbir yönlendirme yapmadan onu savunmanı istemeyecek. O bir Şifacı, bir profesyonel. İşi işkence gibi olsaydı insanlar övüp durmazdı, tamam mı?”
Draco kaşlarını çattı. “Severus öyle mi yaptı? Bu resmen barbarca,” dedi kendi kendine. Sevgili psikopat teyzesi Bellatrix ona Zihinbend öğretirken öyle yapmıştı, dolaylı yoldan—o yalnızca eğlencesine ona acı çektirmek istemişti ama Draco sonunda onu içeri almamayı nasıl sağlayacağını öğrenmişti. Vaftiz babasının böyle bir şey yapacağını hiç tahmin etmezdi—Severus kesinlikle hiçbir şekilde kibar değildi ama sakin ve mantıklı ve işini titizlikle yapan biriydi, Bella gibi işkence meraklısı değildi. Ayrıca Draco’yu hızlıca Zihinbend öğrenmeye teşvik eden çok daha fazla şey vardı. Malikâne’de, o tarz... misafirlerin arasında saklayacak çok şeyi vardı. Potter’ın öğrenmesinin aynı hızda olmamasına şaşırmamıştı.
Tüm gözler sanki bir anlığına orada olduğunu unutmuşlar gibi şaşkınlıkla ona döndü. Potter hâlâ kızgın görünüyordu ama Draco’yu tekrar incelerken gözlerindeki alevler sönüyordu, sanki Draco’nun yalnızca Snape’in bir zorba olduğuna katılması bile kapıyı çarparak odadan çıkmadan önce durup bir düşünmesine sebep olacak kadar beklenmedik bir durumdu.
Potter elini saçından geçirdi ve çekici olmaması gereken bir şekilde alnından geriye kıvrılmasına sebep oldu. Kim nasıl bu kadar saçma, düzeltilemez bir saçla iyi görünebilirdi? Elini indirip çenesini sıvazladı ve hesaplayıcı bakışını arkadaşlarına çevirdi. Sessiz duruyorlardı, karar verme aşamasında olduğunun farkındalardı. Oda, Potter’ın nasırlı parmaklarının kirli sakalını sıvazlamasının çıkardığı hafif ses dışında sessizdi.
Sonunda ofladı ve gözlerini kapatarak başını yukarı aşağı sallayarak odaya onayını verdi. Diğerleri aynı anda tuttukları nefeslerini verdiler ve Draco ilerleyip yatağın ayakucundan Potter’ın çizelgesini aldı. Yatağın öbür tarafındaki sandalyeye oturdu, bacak bacak üstüne attı ve ceketinin cebinden kaplumbağa kabuğuna benzer renkli okuma gözlüğünü çıkarıp dikkatle taktı. Dosyayı okumaya, içindekileri öğrenmeye başladı; ta ki odadaki sessizliğin beklemediği bir şeyle dolu olduğunu fark edene kadar.
Draco kafasını kaldırdı ve Altın Üçlü’nün üç üyesinin de şok içerisinde ona baktığını gördü. Bu sefer gözlerini devirmeden edemedi ve sinir olarak dilini şıklattı. “Şimdi ne var?”
Bir süre daha bakıp durdular, ardından Potter yavaşça elini kaldırıp kendi yüzündeki tel çerçeveli gözlüğü işaret etti, dudakları zar zor sakladığı eğlenmişliğiyle titriyordu.
Draco kaşlarını çattı. “Okuma gözlüğü, evet. Ne olmuş?” Gözlüğü çıkarıp utanç verici bir leke falan mı var diye inceledi ama tertemizdi.
“Galiba, ım... şey, sadece...” diye başladı Weasley, onun da dudakları titriyordu ve o ve Potter eğlenmiş gözlerle birbirlerine bakarlarken Draco hiç etkilenmemiş bir bakışla ona baktı. “Eskiden Harry’yle sürekli gözlüğü yüzünden alay ediyordun da...” Ha, şimdi anlaşıldı.
Draco ofladı. “Evet, evet, hıyarın tekiydim, gülme komşuna gelir başına ve şimdi yirmi beş yaşımda okuma gözlüğü takmak zorundayım. Ben çalışmaya başlamadan önce üzerinden geçmemiz gereken başka bir şey var mı?” diye sordu bıkkınlıkla.
Belli ki bu, odada bir çeşit bir gerginliği azalttı ve üç Gryffindor da sessizce kıkırdamaya ve imalı gözlerle birbirlerine bakmaya başladılar. Draco başını iki yana salladı ve yüzündeki gülümsemeye engel olmaya çalışarak tekrar gözlüğünü takıp dikkatini yeniden dosyaya çevirdi. Bu insanları sonunda, kendiyle dalga geçerek de olsa, güldürmüş olmanın verdiği hoşnutluk içini ısıtmıştı. Ve kısa sürede fark etti ki bu acınası bir şeydi, bu yüzden tekrar aceleyle ilgisiz aristokrat yüz ifadesine büründü.
Dosyada zaten beklemediği hiçbir şey yoktu. Potter’ın hâlâ ondan birkaç santim kısa olduğunu gördüğüne memnun olmuştu. Görünüşe bakılırsa fiziksel olarak sağlıklıydı. Sesini kaybetmiş olmasına rağmen gırtlağında hiçbir problem yoktu. Hiçbir lanet kalıntısı veya Kara Büyü izi yoktu ve hafızasının istatistikleri ufak bir Obliviasyon yapılmış olabileceğini gösteriyordu ama büyük bir şey değildi. Her ne sorun varsa tamamen zihnindeydi. Gerçekten de Draco bu işi en iyi yapabilecek kişiydi. O bunun için yaşıyordu.
Draco kafasını kaldırıp sanki önemli hiçbir şey olmamış gibi Weasley’yle büyücü satrancı oynamaya dönmüş olan Potter’a baktı. Dikkatlice okuma gözlüğünü çıkardı ve kendini yeniden onları rahatsız etmeye hazırlarken ona tutundu.
“Tamam, Potter, neler yapacağımızı sana özet geçeceğim.”
Üç kafa da beklentiyle ona döndü.
Draco tereddüt etti. İçten içe Weasley ve Granger’ın resmen Potter’ın ailesinden olduklarını ve bu vaka hakkında diğer Şifacıların dedikleri şeyleri duyduklarını biliyordu ama o anda bağlarını test etmek istemedi.
“Bir Şifacı olarak Weasley ve Granger’ın da bunu duymasına rızan olduğundan emin olmak zorundayım.”
Potter somurttu, biraz kafası karışmıştı ama yine de başını sallayarak rızasını verdi. Doğrulup oturdu, yatakta bağdaş kurdu ve tüm dikkatini isteksizce Draco’ya çevirdi. İnsanı çarpan bir histi. Draco okula giderken kaç defa bu ilgi için uğraşmıştı? Mümkün olan en kötü yöntemlerle, tabii ki. Gözlerini kırpıştırarak ana döndü, Potter onu izliyor ve yetenekli bir Şifacı olarak uzman görüşünü bekliyordu.
“Pekâlâ. Senin de bildiğin üzere fiziksel olarak tamamen sağlıklısın. Gırtlağına dokunulmamış, iltihap yok, lanet kalıntısı yok, üzerinde biraz bile Kara Büyü yok, büyüsel özün iyi görünüyor. Bu da demek oluyor ki sorunun tamamen zihninde, Weasley de o yüzden sabah beş otuzda kapımı kırmak üzereydi. Kafanın içinde oluyor olması, gerçek olmadığı anlamına gelmiyor.”
Dikkatle dinleyen Potter bu son cümlesinde irkildi. Yüzü önce şok olmuş, sonra korkmuş, sonra öfkelenmiş bir hâl aldı; o kadar hızlı değişmişti ki Draco yetişmekte zorlanmıştı. Daha şimdiden ne hata yaptığını bir türlü anlayamıyordu.
Potter, Weasley’ye baktı; sonra ona sadece yüzüyle fırça atamayacağını fark etmiş olmalıydı ki elleri aceleyle komodinini aradı; orada boş duran boş parşömeni ve tüyü çaresizce kaptı. Aceleyle bir şey yazmaya başladı, sonra parşömeni Draco’nun gözüne soktu.
KAFAMDAN ÇIK
Draco tekrar kaşlarını çattı, neye uğradığını şaşırmıştı. Yanlışlıkla Zihnefend mi yapmıştı? Hayır, asası hâlâ ceketindeydi. Parşömenden kafasını kaldırıp cevap bulmak için Potter’ın yüzünü inceledi. Göz göze geldiklerinde Potter aceleyle gözlerini kaçırdı. Belli ki gerçekten de şu an Draco’nun kafasında olduğunu sanıyordu. Belki Draco bir anısını tetikleyen bir şey söylemişti?
“Potter, kafanda değilim. Henüz. Emin olabilirsin ki bunu yapmayacak kadar profesyonelim. Seanslarımız kesinlikle sıkı disiplinli olacak ve ben hastanın rızası olmadan asla giriş yapmam. Sana demin de dedim, aramızda biraz da olsa güven olmak zorunda, yoksa tüm süreç kavga ediyormuşuz gibi hissettirir. Şu an, daha başlamadan güvenini zedeleyerek ne elde ederim ki?”
Potter tekrar ona baktı, yüzü tedbirliydi, hâlâ göz teması kurmamaya dikkat ediyordu. Bu iş kesinlikle zor olacaktı.
“Devam edebilir miyim?” Draco sesinin bıkkın çıkmasına uğraştı ama yalnızca biraz temkinli çıktı. Her şey o anda çok kırılgan görünüyordu.
Potter başıyla onayladı, hâlâ gözlerine bakmıyordu. Draco, acınası bir şekilde, dikkatini ona vermesini özledi. O da başını salladı.
“Neyse. Sorun kafanda, muhtemelen zihninde veya anılarında bir yerde gizli, ben de burada devreye giriyorum. Buradaki sayılar Obliviatelenmiş olabilmene dair ufak bir ihtimal olduğunu gösteriyor ama kesinlikle iyileşemeyeceğin kadar büyük veya tehlikeli bir şey değil. Bildiğiniz üzere birinin zihninde saklı olan lanetleri veya hastalıkları bulmak için veya kişinin bir zihin lanetini kendi yenmesi yolunda kişiye yol göstermek için veya en vahim durumlarda kişinin zihnindeki henüz tedavisi olmayan ızdıraplar ve lanetlerle başa çıkmayı öğrenmesine yardım etmek için Zihnefend kullanıyorum.”
Üçlü, başlarıyla onayladılar. Weasley ve Granger’ın gözleri ondaydı, her kelimesini dikkatle dinliyorlardı. Draco’nun göğsünü kabartmamak için kendine engel olması gerekti.
“Bana bu bir zihin laneti olabilirmiş gibi geldi,” diye devam etti Draco, “ama içeri girene kadar bundan emin olamayız. Kesinlikle daha önce böyle bir şey görmedim—çoğu sessizlik laneti yalnızca kişinin gırtlağını fiziksel olarak yok eder. Ama zihnin içindeki lanetler ipucu veya iz bırakmaya meyilli olurlar, şey gibi... ekmek kırıntıları gibi.” Kaşlarını çatıp kaybolmamak için arkalarında ekmek kırıntıları bırakan kardeşler hakkındaki bir muggle peri masalını hatırladı. Ancak kelimeler daha ağzından çıkar çıkmaz bu masalı bilmeyen kişilere ne kadar saçma geleceğini fark etti, birkaç yıl önce bir lanet kırıcı o benzetmeyi bir derste kullandığında ona da öyle gelmişti.
Ama Potter ve Granger anlayarak başlarını salladılar. Weasley’nin kafası karışmış görünüyordu ve muhtemelen Hogwarts’taki ilk yıllarından beri ne zaman bir şey anlamasa yaptığı gibi Granger’a döndü. Granger, bakışını üzerinde hissetti ama kendisi Draco’ya bakarak mırıldandı, “Bir muggle peri masalına gönderme. İki çocuk ormana terk edilirler ve dönüş yollarını bulabilmek için arkalarında ekmek kırıntıları bırakırlar. Söylediği şeyi tarif edebilmek için en iyi örnek bu gibi görünüyor, aklıma buna benzer büyülü bir şey gelmiyor.”
Weasley tekrar kaşlarını kaldırdı—muhtemelen Draco Malfoy’un bir muggle peri masalına gönderme yapmış olduğu gerçeğini sindirmeye çalışıyordu—ve tekrar indirdi. “Ben bunu neden daha önce duymadım? Rose masallara bayılıyor. Her masalı okumuş olmalıyız.”
Granger tereddüt etti, odada gözlerini gezdirdi, sonrasında kendini toparladı ve boğazını temizledi. “Pek hoş bir hikâye değil. Şekerden yapılma bir evi olan yamyam, yaşlı bir cadının eline düşüyorlar. Kadın onları kesip yiyeceği bir domuzlarmış gibi tıka basa yemek yedirip şişmanlatıyor. Sonunda kadını kendi fırınında öldürüp kaçarak zar zor canlarını kurtarıyorlar.” Titredi. “Küçükken kâbuslar görmeme sebep olurdu. Güzel bir uyku öncesi masalı değil.” Bir an durup düşündü. “Aynı zamanda büyülü insanların berbat bir tasviri ama muggle dünyasında alışılmadık bir şey de değil, özellikle yazıldığı Orta Çağ zamanlarında.”
Draco başıyla onayladı, Weasley’yse ağzı açık kalmış hâlde muggle doğumlu eşine bakakalmıştı. Ürkütücü ve gerçek dışı bir hikâyeydi—iki muggle çocuğun ondan daha güçlü ve daha zeki olması için o cadının tamamen bunamış olması gerekiyordu ama zaten onları yemeye çalışıyorsa belli ki kafadan çatlaktı. Hak eden hak ettiğini bulur, diye düşündü Draco.
“Katılıyorum, Granger, eğlenceli bir hikâye değil. Ama ekmek kırıntıları bunun için kullanabileceğimiz en iyi benzetme. Bazen tüm ekmek kırıntılarını bulup noktaları birleştirmem gerekiyor, bu da ortaya bir karşı lanet çıkarıyor,” diye açıkladı Draco. “Bazen hastanın bilinçaltına yollanması ve oradan çıkış yolunu bulması için yönlendirilmesi gerekiyor.” Titremesini bastırdı. Bilinçaltına dalmaktan nefret ediyordu. Devasaydılar ve mantıksızdılar ve yolunu bulması neredeyse imkânsızdılar.
“Şimdi, seni önümüzdeki altı hafta boyunca haftada iki kere göreceğim—pazartesi ve perşembe günleri, tam sekiz saatlik randevular. O sürenin tamamını Zihnefend’e ayırmayacağız—” diye ekledi Draco, Potter’ın komik derecede pörtlemiş gözlerini görünce, “—sabah bir seans olacak, ardından dinlecek ve gelişmeyi değerlendireceğiz, sonrasında öğleden sonra bir seans daha olacak. Bundan daha sık bir şey yapmak sorumsuzca olur.”
Potter hâlâ kocaman ve korku dolu olan gözlerle Weasley ve Granger’a baktı. Hepsi dönüp ona baktılar ve sözsüz bir şekilde iletişim kurmayı başarmışlardı.
“Altı hafta mı?” diye sordu Weasley, hakarete uğramışçasına.
Draco ona tekrar etkilenmemiş bir bakış attı. “Evet, altı hafta ve bu, sürecin kısa hâli. Zihin devasa bir yer ve bizim her detaya dikkat etmemiz gerekiyor. Eğer benzetmeye dönersek kelimenin tam anlamıyla ormanda ekmek kırıntısı arıyoruz. Acele edemeyiz, yoksa bir kırıntıyı gözden kaçırırız veya bizi daha da geriye götürecek yanlış bir yola gireriz. Ayriyeten, öncelikle kayıp anıları geri getirmemiz gerek.”
Weasley azar işitmiş gibi duruyordu, Granger meraklı duruyordu ve Potter... hâlâ temkinli duruyordu. Bu, Draco’nun vahşi bir hayvanı köşeye sıkıştırıyormuş gibi hissetmesine sebep oluyordu; dikkatle ilerliyor, onu korkutmamak veya sinirlendirmemek için çok uğraşıyordu.
“Senin için uygunsa Potter, anı geri kazanma işlemine şu an başlayabiliriz. Herhangi bir delik bulmak için zihninin genel yapısına bakmam gerekecek ve ondan sonra sadece basit bir işlemle anıyı bilinçaltından geri çekeceğim. Önemli bir şey eksikmiş gibi hissetmiyorsun, doğru mu? Rahatsız, şaşkın, kafan karışık hissetmiyorsun?” diye sordu Draco.
Potter yavaşça başını salladı.
“O zaman hiç de uzun sürmeyecektir ve akşam yemeğine kalmadan buradan çıkmış olursun.” Draco elini yavaşça göğsüne kaldırdı ama henüz asasını almadı. Uyarmadan asasını çıkarırsa Potter kaçacakmış gibi hissediyordu. Draco kaşlarını kaldırdı. “İzninle?”
Potter derin bir nefes alıp kendini hazırladı. Draco, savaşta bir düşmanla yüzleşmeden önce de böyle mi nefes alıyor diye merak etti. Potter gözlerini açıp Draco’nun gözlerinin içine baktı ve kısaca başını yukarı aşağı salladı, dudaklarını sımsıkı birbirlerine bastırmıştı.
Canının yanmasını bekliyor, diye fark etti Draco. Snape ona gerçekten de göt gibi davranmış olmalıydı—Zihnefend yalnızca büyüyü yapan kişi can yakmak isterse acıtırdı.
Draco asasını nazikçe ceketinden çıkardı ve gevşek, rahat bir şekilde tutup Potter’ın alnına doğrulttu. Çok az irkildi ama Draco hareketi yakaladı.
“Rahatla,” dedi ürkek hastalarıyla kullandığı kısık bir sesle. “Canını yakmayacağım.”
Potter tekrar gözlerine baktı, zümrüt yeşili som gümüşle buluştu, o kadar yoğun gözlerle dik dik bakıyordu ki Draco iç geçirdi ve asasını indirdi. Hiçbir büyü yapmamıştı ama Draco yüz ifadesini okuyabiliyordu: Daha önceden çok kez canımı yaktın.
Draco bir süre göz temasını bozmadı, yüz ifadesini yumuşattı. Bu doğruydu, Harry Potter’ın Draco Malfoy’a güvenmesi için hiçbir sebebi yoktu—ama Potter’ı iyileştireceklerse bu anı atlatması gerekiyordu. Tüm Altın Üçlü’nün önünde olmak zorunda olsa bile.
“Harry,” demeyi denedi. Dilinden kolayca yuvarlanmıştı—hoş bir histi. Potter’ın gözleri kocaman oldu ama dik dik bakmayı sürdürdü. “Bana güvenmen için hiçbir sebep olmadığını biliyorum. Ama sana boş sözler söyleyip durmayacağım, ayaklarına kapanmayacağım. Eskiden olduğum çocuk olmadığımı bilmenin tek yolu bunu kendi gözlerinle görmek. Ama bana bir şans bile vermeyeceksen vaktimi boşa harcamayacağım.” Ki bu doğruydu, Draco’nun Potter’ın Şifacı’sı olması gerekmiyordu. Ona önerebileceklerinin listesi uzundu, dünyada birçok başka Şifacı Zihnefendar vardı, Draco da işini onlardan öğrenmişti. Bu vakayı almak istiyordu—ama bunun için yalvarmayacaktı.
Draco, ensesinin yine biraz terlemeye başladığını hissedebiliyordu. Yüzünün şu an nasıl göründüğünü bilebilmeyi diledi, hedeflediği o “soğuk ve üstün ve sıcak ve açık” yüz ifadesini sağlamak muhtemelen imkânsızdı.
Gümüşi ıhlamurdan yapılma asasını kucağında tutan parmakları titriyordu ama sesi titremedi ve umduğu ikna ediciliği taşıdı. Bu sözleri Potter’a söyleme şansını elde edeceğini hiç düşünmezdi. Daha önce birkaç kez söylemesi gerekmişti ama onları ilk başta Potter’ı düşünerek oluşturmuştu.
Potter o yoğun bakışını uzunca bir süre daha Draco’da tuttu ve Draco da gözlerini kaçırmayı reddetti.
Sonunda Potter, Granger ve Weasley’ye, başıma bir şey gelirse sorumlusu sizsiniz, der gibi birer bakış attı ama onlar şok içinde Draco’yla bakmakla meşgul oldukları için bunu fark edemediler. Bugünün onlar için de en az kendisi için olduğu kadar bir duygu kasırgası olduğunu tahmin etti—tabii çok daha farklı şekillerde.
Gönülsüzce Potter tekrar Draco’ya döndü ve tamamen onunla karşı karşıya kalana kadar tüm vücudunu döndürmeye devam etti. Bacaklarını yataktan sarkıttı, çoraplı ayakları yere değiyordu ve iki eliyle yatağın kenarına tutundu. Dizleri Draco’nun dizlerinden yalnızca birkaç santim uzaktaydı. Tekrar derin bir nefes aldı, sonra bir nefes daha ve tekrar Draco’nun gözlerine bakıp bir kez daha kısaca başını yukarı aşağı salladı.
Draco tuttuğu nefesi verdi ve hissettiği minneti gözlerinde göstermeyi umdu, çünkü bugün Harry Potter’a sesli bir şekilde teşekkür edemeyecek kadar gururundan ödün vermişti. Tekrar yavaşça asasını kaldırdı.
“Liceat mihi ingressum*,” diye fısıldadı Draco; zihne girmek için kullanılan, tam olarak Zihnefend olmayan bir büyüydü. Draco şimdi Potter’ın zihnini daha çok bir aygıt, bir organizma olarak görebiliyordu. Henüz daha içeri giriyor değildi. Sadece bakıyordu. Parlayan, kıvranan, yaşayan bir ağ gibi görünüyordu—hep insanı biraz şaşalatırdı ama daima nefes kesecek kadar da güzeldi. Draco’ya tamamen dönüşmüş bir Veela’yı anımsatırdı; cazibesi olmadan, yalnızca ışık ve büyü ve neredeyse vahşi enerji. Potter’ın zihni altın rengi, kırmızı ve yeşil parlıyordu; büyüsüyle dönüyor ve vızıldıyor ve parıldıyordu. Draco bir an durup hayranlıkla baktı, melasın ve yağmurdan sonraki bir bahçenin hoş kokusunu içine çekti ve ardından işe koyuldu.
Normal hafıza delikleri bir zihnin bozuk bir saat gibi görünmesine sebep olurdu, sanki bir yerden bir dişli veya çark çıkarılmış gibi. Burada öyle bir şey yoktu. Her şey yerinde görünüyor ve birlikte pürüzsüz çalışıyordu. Ama kısa zamanda Draco tuhaf bir şey fark etti. Ufacık bir şeydi ama parlak tellerin arasında sessizce hareket eden küçük, siyah bir nokta vardı. Karanlıktı, belli ki orada olması gereken ışık yoktu ve hafif gümüşi bir parıltıyla çevreleniyordu, neredeyse bir ay tutulması gibi. Draco yavaşça hareket edişini, etrafındaki şeylerin arasında neredeyse kayboluşunu izledi. Zararsız, ufak görünümlü bir şeydi ama bir o kadar da göze batıyordu. Sanki amacı sırf bulunmak için saklanmakmış gibiydi.
Draco büyüsünü odakladı ve noktayı hafifçe çekeledi.
Anında bir anının içine çekildi. Ufak bir panik hissini bastırdı, bunun olmaması gerekiyordu. Yine de sonuna kadar izlemeli, neden böyle olduğunu çözmeliydi. Etrafını inceledi, muggle bir barda olduğunu tahmin ediyordu. Biraz sarhoş hissediyordu ve bu anıyı... Potter olarak tecrübe ettiğini biliyordu. Bu saklı anıda Potter samimi görünümlü bir muggle barda sarhoştu.
Draco daha da odaklandı. Yorgundu, stresliydi—biraz da korkuyordu ve kendini olacaklara hazırlamıştı. Bitkindi. Potter barda oturuyordu, önünde bir sürü boş viski bardağı vardı. Neredeyse başka kimse kalmamıştı, saat epey geç olmalıydı. Barmen görünürde yoktu.
Birkaç sandalye yanında bir figür oturuyor, onunla konuşuyordu ama bu sarhoş hâlde denilenleri anlaması neredeyse imkânsızdı. Konuşan kişinin cinsiyetini bile anlayamıyordu, görünüşüne dair hiçbir şey fark edemiyordu. Bir çeşit Beni-Fark-Etme büyüsü olmalıydı ama Draco’nun daha önce gördüğü bir şey değildi. Kelimelere daha da odaklandı.
“Sürekli O olmaktan yoruldunuz mu?”
“Mmm.” Potter mırıldandı, gözleri yarı kapalıydı.
“Harry Potter, Seçilmiş Kişi, Sağ Kalan Çocuk.” Figürün sesi onu hem küçük görüyormuş hem de üzerine titriyormuş gibi çıkıyordu. Draco buna hiç güvenmemişti. “Kahraman,” diye ekledi sönen bir ateşi körükler gibi.
“Değilim,” dedi Potter, kelime ağzından zar zor çıkıyordu. Başını iki yana salladı ve anında midesinin bulanmasıyla bundan pişman olup gözlerini sımsıkı kapattı. Draco da bunu hissetti ve kendi vücudunun da sallandığını ve terlediğini hissetti. Bu garipti—normalde başkalarının anılarını yalnızca dışarıdan izlerdi. Duyguları ve hisleri algılayabilirdi ama ayrı bir varlık olarak. Neden şu an Harry’ydi?
“Kimse Harry Potter’ı gerçekten tanımıyor, değil mi?” diye sordu figür, muhtemelen cevap beklemiyordu ve kahrolası barmen neredeydi? Kimse bu saçma konuşmayı duymuyor muydu? Potter bu hâlde eve nasıl dönecekti? “Görmek istedikleri kişiyi görüyorlar, rol model almak istedikleri simgeyi, yüklerini ve suçlamalarını yöneltebilecekleri bir kaideyi. Onları tekrar tekrar kurtarmakla sorumlu olan kahramanlarını.”
Draco, Harry’nin göz ucuyla figüre tekrar bakmayı denedi ama çok başı dönüyordu ve görüntü sürekli değişiyordu. Orada kesinlikle bir çeşit bir tılsım vardı. Harry başını iki yana sallamaya devam etti, belli ki konuşan kişinin ne dediğini duymamaya çalışıyordu. O esnada kim olduğu anlaşılamayan figür daha yakına geldi.
“Bu çok uzun sürmeyecek, Bay Potter. Gördüm, tanınacaksınız.” Tamam, bu yaklaşan şey kesinlikle bir asaydı. Harry’nin hareket etme dürtüsüyle midesinin bulandığını hissetti ve dışarıda Draco da ikinci el adrenalinle titriyordu. Ama Harry’nin kasları hareket etmiyordu, kurşun gibi ağırdı ve ondan ayrı gibilerdi. O içkilere fazladan bir şeyler koyulmuş olabilirdi.
“Ama o adam olarak tanınmak için,” diye devam etti figür, “kahramanları olmayı bırakmanız gerek.”
“Bırakamam,” diye mırıldandı Harry. Nefes alış verişi hızlanmıştı. “Olmak zorundayım.”
“Kendiniz olarak tanınmak istemiyor musunuz?” diye üsteledi figür ve Draco amacının ne olduğunu bir türlü çözemiyordu. Harry’yi anlamak mıydı? Onu devre dışı bırakmak mıydı? Onu aşağılamak mıydı? “Önemsiz. Tanınacaksınız, buna hazır olsanız da olmasanız da. Ve o zamana dek...”
“Sesini Sakla.” Figür kararlılıkla konuştu ve Draco, Harry’nin içinden hafif bir rüzgâr geçtiğini hissetti. Alkolün etkisi altında Draco bunun nasıl bir büyü olabileceğini çözmeye çalıştı ama kişi devam etti. “Yalnızca kendin için konuş.”
Rüzgâr kesildi ve Harry de Draco da sallandılar. Şimdi bir kopukluk hissediyordu, bir şey değişmişti. Harry bir şey demek için ağzını açtı ama hiçbir ses çıkmadı. Harry git gide daha da panik oluyordu. Figür, sürekli değişen görünüşüyle Harry’ye bakmaya devam etti ve Draco daha önce hiç bu kadar anlaşılmaz birini görmemişti. Bu kişi insan mıydı ki?
“Sizi böyle bıraktığım için üzgünüm, Bay Potter,” ve Draco bundan fazlasıyla şüpheliydi, “ve bu anıyı saklayacağım için de özür dilerim. Ama endişelenmeyin,” dedi ve sesindeki şey heyecan mıydı? “O, bulacak.”
Tekrar asasını kaldırdı ve Draco kendi zihin-görüntülemesine geri düştü. Hızlıca neler olduğunu idrak edip Harry’nin zihninden çıktı.
Tamamen vücuduna döndüğünde nefes nefese kalmıştı, her seanstan sonra yaptığı gibi hemen kendini yokladı. Parmaklarını esnetti, saçı kendi saçı, yüzüne değiyor, bunlar onun bacakları, evet. Bu çılgınca bir zihin-görüntülemeydi. Yalnızca anıyı Potter’ın bilinçli zihnine geri getirmesi gerekiyordu, neden anı onu öyle içine çekmişti? Nefes alış verişini yavaşlattı, ipek mendiliyle alnını sildi ve hiç düşünmeden Potter’a uzattı. Eğer o da biraz olsun Draco gibi hissediyorsa buna ihtiyacı olacaktı ama Draco şu an ona bakamazdı. Hemen ceketinin cebinden ufak bir not defteri ve bir tükenmez kalem çıkardı, o genişletme büyüleri için Merlin’e şükürler olsun, ve unutmadan yazabildiği her şeyi aceleyle yazmaya başladı. Oda bir süre nefes alış verişlerinin ve tükenmez kalemin seslerinin dışında sessizdi.
Sonunda Draco başını kaldırıp Potter’a baktı. Potter kocaman gözlerle onu izliyordu, dudakları birazcık ayrılmıştı. Hızlı hızlı nefes alıp veriyordu ve gözleri parlıyordu. Cildi daha soluk görünüyordu, alnında biraz ter vardı—Draco’nun mendilini yumruğunda sıkıyordu. Onu kullanmış mıydı ki?
“İyi misin?” diye sordu Draco. Potter cevap vermedi, yalnızca onu izlemeye devam etti.
“Sen de benim gördüğümü mü gördün? Bardaki anıyı?” diye denedi Draco yine. Potter tereddüt etti, sonra yavaşça başıyla onayladı.
Draco, not defterine birkaç not daha karaladı. Sonunda Granger kendini tutamayıp konuştu.
“Bir şey mi buldun? Obliviatelenmiş miydi?” diye sordu.
“Evet, Obliviatelenmişti ama...” Draco kaşlarını çattı. Bu, garip olan kısımdı. “Obliviatelemek için çok uğraşmamışlar.” Bu kulağa mantıklı geliyor muydu emin değildi ama doğruydu. “Saklı değildi, sadece... bir yere kaldırmışlar gibiydi.” Mırıldandı, not almaya devam etti. “Bulunmak istiyordu. Bulunacağını biliyordu.”
“Kim yapmış? Neden Obliviatelemeye uğraşmışlar ki?” diye konuşmaya katıldı Weasley.
“Im...” Draco yardım için Potter’a baktı. “Onun kim—veya ne—olduğuna dair bir fikrin var mı?”
Potter kafasını iki yana salladı ve Draco’nun, o donuk gözlerini görmesiyle Şifacı içgüdüleri devreye girdi ve şokun, hatta belki de paniğin belirtilerini fark etti. Draco hemen bir bardak yarattı ve özel, limonlu aguamentisiyle doldurdu. Sol eliyle onu komodine bırakıp sağ eliyle Patronus’unu yaptı. Bülbül, ufak bir gümüşi ışık patlamasıyla asasından çıktı ve ona döndü, beklentiyle havada duruyordu. “Lütfen en yakındaki medibüyücü/cadıya 306 numaraya çikolata gerektiğini söyle,” dedi Draco ve ufak kuş dönüp uçarak odadan çıktı.
Draco, etrafında olup bitenlere yetişmekte zorlanıyormuş gibi görünen Potter’a döndü. Hâlâ hızlı hızlı ve fazla sığ nefesler alıyordu. “Potter, yat. Başın dönüyor mu?” Potter dalgınlıkla dediğini yaptı, gözleri hâlâ donuktu ve Draco’ya sabitlenmişti. Draco asasını hafifçe sallayarak yatağı ayarladı ki tamamen yatay durmasın ve ayakları biraz daha havada dursun. Medicadı sonunda iki kez kapıya tıklayıp elinde bir paket Balyumruk’un En İyisi ile içeri girdi.
Draco uzanıp çikolatayı aldı ve hızlıca “Teşekkürler, Nanette,” diye mırıldandı. Nanette gülümseyip “Rica ederim, Şifacı Malfoy,” dedi ve odadan çıktı. Draco gelen kişi o olduğu için memnundu, daha önce onunla çok kez çalışmıştı. Onun ağzının sıkılığına güveniyordu. Draco mahremiyet tılsımlarını yeniden yapıp yatağa döndü ve çikolatayı açtı, büyük bir parça kopardı ve Potter’a uzattı.
“Ye,” diye emretti nazikçe, “Daha iyi hissedersin.”
Potter onu düşünceli bir şekilde izledi ama çok şükür dediğini yaptı. Birkaç lokmadan sonra daha iyi olmaya başladı. Hâlâ Draco'yu dikkatle izliyor olsa da normal bir şekilde göz kırpıyordu ve yatağının üzerindeki monitör tılsımına göre kalp atışları da normale dönüyordu. Nefes alış verişi yavaşlamıştı ve Draco kendi omuzlarını da gevşetti.
“Evet, biri onu lanetlemiş ama epey saçma bir durumdu, bir gaye göremedim... Saçmalamaya başlamış bir hayran olabilir. Kişinin görünüşü... çözülemiyordu. Ayırt edici tek bir özellik bile algılayamadım, daha önce hiç görmediğim bir tılsım işiydi.” Draco duraksadı, Potter’ın bu anının ne kadarını arkadaşlarıyla paylaşmak isteyeceğinden emin değildi. Şimdilik iç karartıcı kısımları atlamaya karar verdi.
“Zihninin köşesinde durduğum yerden o anıyı görememeliydim. O büyü yalnızca birbirine bağlı olmayan kısımları ya da parçaları görebilmem için zihne bir bütün olarak bakmama izin veriyor. Ama o boşluğu görüp bilinçli zihnine çekmeye çalıştığım an beni içine çekti.” Draco derin bir nefes aldı. “Benim de deneyimlememe sebep oldu ve bunun, büyüyü yapan kişinin kasıtlı olarak yaptığı bir şey olduğuna inanıyorum. Bulunmak istiyordu ve neden saklamaya uğraştılar hiçbir fikrim yok.”
Üç Gryffindor sessizce bu bilgiyi sindirmeye çalıştılar. Potter hâlâ biraz ürkmüş görünüyordu, o yüzden Draco iyileşmesine izin vermeye karar verdi. Kendi aklında bin bir teori dönüyordu, hiçbirinin de o an faydası dokunmuyordu. Bugünlük işleri bitmişti.
“Tamam. Eh, Potter, yarın sabah ilk iş o laneti tartışacağız, saat dokuz diyelim mi? Yemekler benden. Burada da buluşabiliriz, senin evinde de, benimkinde de—hangisini tercih edersin?” Draco, Potter’ın evinin birazını da olsa görmeye meraklıydı ama seçenek sunmak zorundaydı.
Potter, gözlerinde bir soruyla Weasley’ye baktı. Weasley kolaylıkla anladı. “Hayır, Malikâne’yi kastetmiyor. Kendi evi var,” diye Potter’a cevap verdi Granger’a imalı bir bakış atarak. Draco, onun Malikâne’de Bellatrix’in asasının altında attığı çığlıkların anısıyla titrememek için kendini tuttu ve Granger dalgınlıkla sağ kolunu ovalarken gözlerini ondan kaçırdı, kazağının altında orada “bulanık” kelimesinin kazılı olduğunu biliyordu. Bunu gergin anlarda yapılan bir davranış olarak tanıdı; onun da ne zaman gerilse sol kolundaki soluk, çirkin Karanlık İşaret’i veya ne zaman Potter’ı düşünse göğsündeki yara izlerini ovalamamak için kendini tutması gerekiyordu. Şimdi de bunu yapmamak için ellerini önünde kavuşturdu.
“Merlin’e şükürler olsun,” diye mırıldandı Draco.
Potter bir an Draco’yu değerlendirirmişçesine onu izledi, sonra nazik bir hareketle onu işaret etti.
“Benim evim o zaman?” dedi Draco kesinleştirmek için ve Potter başıyla onayladı. Draco tekrar ceketinin cebine uzandı ve cisimlenme koordinatlarının yazdığı bir kart çıkarıp ona uzattı.
“Pekâlâ,” dedi Draco, sandalyesinden kalktı ve ceketini düzeltti. “Seni yarın sabah dokuzda bekliyorum. O zamana kadar soracak bir sorun olursa baykuş yolla.” Sırtını dikleştirdi ve Weasley’ye biraz dik dik baktı. “Eğer evi bulmakta sorun yaşarsan eminim Baş Seherbaz seni rekor sürede oraya getirebilir.”
Weasley bu laf atışa eğlenmiş görünüyordu ama kulakları biraz kızarmıştı. “Yardımın için teşekkürler, Şifacı Malfoy,” diyip Draco’ya başıyla selam verdi.
Draco da sırayla herkese başıyla selam verdi, gözleri Potter’da normalden birazcık daha fazla oyalandı, ardından dönüp odadan çıktı. Arkasından kapıyı kapayıp hızla hastanenin cisimlenme noktasına doğru yürümeye başladığında Granger ve Weasley sessizce konuşmaya başlamışlardı.
Kendi korumalarının arkasında güvende olana kadar mendilinin Potter’da kaldığını fark etmedi. Eh, yapacak bir şey yoktu.
Notes:
Ç.N.:
*"Huysuz Oscar (Oscar the Grouch), "Susam Sokağı"ndaki Kırpık'ın orijinal programdaki ismidir.Y.N.:
Liceat mihi ingressum - "Girmeme izin ver."Tanıdık olmayan büyülerin hepsi google çeviriyle oluşturuldu, o yüzden hata olabilir.
Chapter 2: İkinci Bölüm
Chapter Text
İkinci Bölüm
Draco o gece bütün akşamını çalışarak geçirdi, Potter’ın vakasıyla alakalı olabilecek her deri kaplı kitabını ve tozlu cildini çıkardı ve kendini işine verdi. Hiçbir şey yoktu ki Draco bunu beklemeliydi. Çoğu zihin laneti daha önceden görülmemiş olurlardı, özellikle de birini tüm sesini kendi zihninde saklayan bir lanet.
Saat gece bir gibi Timsy duruma müdahale edip onu yatağa gitmeye zorlamak zorunda kaldı ve Draco bunu denedi, gerçekten denedi. Ama düşünceleri dinlenmesine müsaade etmeyecek kadar hızlı akıyorlardı ve elinden gelen en iyi Zihinbend’i yapsa da Potter’ın kızgın yeşil gözlerinin görüntüsünü aklından atamadı. Sonunda soğuk mart sonu havasının, beynini uykusunu getirecek kadar boşaltmasını umarak gizlice evden çıktı ve Ateşoku 3001’iyle hızlı bir uçuş yapmaya gitti. Gök koyu lacivertti, neredeyse siyahtı ve yıldızlar yeni ayın altında daha da parlıyorlardı. Güzeldi ve insanı canlandırıyordu, her zamanki gibi zihnini sıkıntıdan kurtarıyordu. Yere indiğinde Timsy ona bıkkın bir bakış attı ama bir şey demedi.
Draco ondan sonra uyuyabildi ama rahatsız ve sığ bir uykuydu. Rüyaları şişmiş bir yüzden yalvararak bakan yeşil gözlerin, göğsüne yaslı sıcak bir vücudun ve sırtında zebani ateşinin, su basmış bir tuvaletin zeminindeki sudaki kanın görüntüleriyle bozuluyordu.
Pazartesi sabahı alarmı çaldığında önceki günün sabahına benzer bir hâldeydi. Dakikalar geçip saat dokuza yaklaştıkça şüpheleri git gide daha da gürültülü bir hâl almıştı. Neden bunu kabul etmişti ki? Potter’la profesyonel bir mesafe sağlayabilmesi mümkün değildi—aralarında çok fazla yaşanmışlık vardı, değil mi? Mutlaka Potter’a yardım edebilecek, bu yeteneklere sahip bir başkası daha vardı?
Tabii ki ama burada yok. Potter ülkeden çıkmak istemiyordu, tanrılar korusun, Altın Çocuk bir lanetten iyileşmek için kahramanlık görevlerinden birkaç haftalığına kaytaramazdı. Draco, İngiltere’deki tek Şifacı Zihnefendar'dı ve Potter’ın Karanlık büyücüler kovalamaya ve genel olarak Büyücü Britanyası’nın gururu ve neşesi olmaya geri dönmek için sabırsızlandığından emindi.
“Draco Efendi yine sabaha sinirleniyor,” diye onu düşüncelerinden uzaklaştırdı Timsy’nin çatallı, kısık sesi. Cin, Draco’nun kızarmış ekmeğinin üzerine sahanda yumurtasını—tam da onun sevdiği gibi, iyiydi ve katılaşmamıştı—koyarken ona onaylamaz gözlerle bakıyordu. Timsy, Draco’nun dün eve getirdiği baklavadan memnun kalmış olmalıydı.
“Sabahlar başa çıkması bu kadar korkunç şeyler olmayı bıraksalardı onları gördüğüme daha mutlu olabilirdim,” diye karşılık verdi Draco. Kahve kupasını bırakıp kahvaltısına başladı.
“Draco Efendi’nin uyuması gereken zamanda uyumaması güneşin suçu olmuyor,” diye cevap verdi Timsy rahatça ve Draco'nun, sonunda onun kendisine Draco’yla böyle konuşma iznini vermesinden minnet duyması gerekti; bu, kendi karakterine has sessiz azarlar içerse de.
“Çok haklısın Timsy ama ben elimden geldiğince kin tutacağım.” Draco’nun dudaklarının kenarları yukarı dönmüştü ve sesinin sevgi dolu çıkmasına engel olamamıştı. Hayatında neler olursa olsun, Timsy daima onun neşesini biraz yerine getirmeyi başarıyordu.
Draco, kupasına tekrar kahve doldurdu ve ayağa kalkıp uzun uzuvlarını gerdi ve içine hayat ve enerji solumaya çalıştı. Bugün “rahat elit” bir kıyafet seçmişti; koyu gri bir muggle pantolonu, sıcak kahverengi ayakkabılar ve ilk düğmesini açık bıraktığı beyaz bir gömlek. Sonuçta evindeydi ve Potter’ın da süslenip püslenip gelmeyeceğini adı gibi biliyordu. Tabii gelirse.
Buharlar çıkan kupasını aldı ve Timsy’ye yemek için teşekkür etti. Timsy gelecek olan misafiri karşılamayı ve çalışma odasına götürmeyi teklif etti—muhtemelen Draco’nun rahatsız kıpırdanışlarından birini beklediğini anlamıştı. Draco kabul edip cine gülümsedi ve düşüncelerini toparlamak için çalışma odasına döndü.
İçeri girmeden önce durdu, önceki geceki telaşlı araştırmasından dolayı odanın hâlâ dağınık olduğunu fark etmişti. Asasıyla önünde yavaşça bir kavis çizdi ve kitaplar ve parşömenler düzenli bir şekilde kendilerini yerlerine kaldırdılar ve çalışma odasının tekrar pirüpak görünmesini sağladılar. Draco pencerelere gidip perdeleri açtı ki içeri parlak sabah güneşinin ışığı girsin. Duvarlar kitaplıklarla doluydu, ciltlerden tıbbi kitaplara ve merak uyandıran—ve nispeten mülayim—büyülü nesnelere kadar çeşit çeşit eşyalar barındırıyorlardı. En güzel güneş ışığı alan tüm köşelerde ve raflarda bitkiler vardı.
Draco’nun evi dekore ederken başlıca düşüncesi, Lucius’un Karanlık bir nesne veya simge veya safkan mirası koyacağını hayal ettiği her yere bir bitki koymaktı. Bu da evinin bir nebze bir orman gibi görünmesine ve Timsy’nin çoğu vaktini bitkilerle ilgilenmekle geçirmesine sebep oldu.
Şöminenin önündeki ağır berjer koltuklar davetkâr görünüyorlardı ama yine de geniş, maun çalışma masasına gitti; arkasına geçip oradaki kendi rahat, deri sandalyesine oturdu. Draco kupasını bıraktı, karmaşık bir asa hareketiyle masasının kilitli çekmecesinden not defterini çıkardı ve dün olanları gözden geçirmeye başladı.
Korumalarının haber vermek için titreştiğini hissettiğinde gereksiz yere kalp atışı hızlandı ama yüz ifadesini boş ve düz tuttu. Timsy’nin kalın, çatallı sesiyle birini karşıladığını duydu ve çalışma odasının kapısı açılıp Potter içeri girmeden son bir defa saçını düzeltmeye zar zor vakti oldu.
“Potter,” diye karşıladı Draco onu rahat sandalyesinden kalkıp not defterini kapayarak. Potter ona baktı, bir an göz teması kurup başıyla kısaca selam verdi ve sonra Draco’nun çalışma odasının detaylarını incelemeye döndü. Draco buna biraz sinirlendi, evine karşı korumacı hissediyordu ama sinirini dizginlemeye çalıştı. Potter’ın, Draco’nun çalışma odasına alışmak dışında ne yaptığını fark etti—pencerelere gidip dışarı bakıyor ve ardından arkasını dönüyor, gözleriyle odanın her köşesini aceleyle kontrol ediyordu. Çıkışları ve kaçış rotalarını sayıyordu, potansiyel tehditlere karşı hassas noktaları. Her şeyi ve tüm girişleri ve çıkışları görebilmek için sırtını duvara yaslıyordu. Draco da aşina olmadığı yerlerde aynı şeyi yapıyordu. Malikâne’de de hâlâ yapıyordu. Kendi evinde, kendisinin titizlikle oluşturduğu korumalarının arkasında olmadığı sürece asla kendini tamamen güvende hissetmiyordu.
Artı, Potter teknik olarak “düşman bölgesi”ndeydi. Draco’nun eski bir düşman olması önemli değildi. Potter’ın henüz buna inanmak için elle tutulur bir sebebi yoktu.
“Kahvaltı yaptın mı?” diye sordu Draco. Potter başıyla onayladı. Üzerinde uzun kollu siyah bir tişört, çok giyilmiş dar bir kot pantolon ve ejderha derisi standart Seherbaz botları vardı. Ona yakışıyordu, Draco buna somurttu. Potter’ın bu kadar yakışıklı olması sinir bozucuydu, özellikle de bu kadar günlük kıyafetlerle. Sabah bu kıyafetleri giymeden önce muhtemelen düşünmemişti bile.
Draco gözlerini kaçırdı, masasından boş bir not defteri ve bir muggle tükenmez kalemi daha aldı, kendi not defterini de alıp ateşin önündeki birbirine dönük berjerlere gitti. Potter’ın da ona katılmasını işaret etti ve ona bir iyilik yapıp sırtı kapıya dönük olan koltuğa oturdu. Potter, Draco’nun karşısına otururken düşünceli gözlerle ona baktı; nasırlı parmakları koltuğun zengin deri kollarını sıvazlıyordu. Omuzları gergindi ve arkasına yaslanmak veya Draco gibi bacak bacak üstüne atmak yerine ayaklarını sımsıkı yere basmıştı. Köşeye sıkıştırılmış hayvan, diye düşündü Draco yine.
“İçecek bir şey ister misin? Kahve için bir, çay için iki, su için üç parmağını kaldır,” dedi Draco. Potter başını yana eğdi ve bir parmağını kaldırdı.
“Timsy,” dedi Draco sessizce. Timsy ufak bir pop sesiyle belirdi.
“Lütfen bize kahve getirebilir misin? Ve mümkünse yanında bisküvi de? Ve ne olur ne olmaz diye bir paket çikolata,” diye ekledi Draco önceki günü hatırlayıp.
“Evet, Draco Efendi,” diye yanıt verdi Timsy ve ardından Draco’yu anında şüphelendiren büyük, masum gözlerle Draco’ya baktı. “Draco Efendi terliklerini de istiyor mu?”
Draco gözlerini kıstı ama dudaklarının kenarları titreyerek istemsizce eğlenmiş olduğunu belli etti. “Hayır, teşekkürler, Timsy.”
Timsy reverans yaparken gözleri parladı ve yine ufak bir pop sesiyle cisimlenip gitti. Draco zar zor sakladığı bir sevgiyle başını iki yana salladı ve dikkatini tekrar, bir şey hakkında derin düşüncelere dalmış gibi görünen Potter’a çevirdi.
“Lavaboyu kullanman gerekirse elinle şöyle yap.” Başparmağını orta parmağı ve işaret parmağının arasına sıkıştırdı ve avucu Potter’a dönük bir şekilde elini sağa sola salladı. Bunu Yanlış-Dil Laneti hastasından hatırlıyordu—Draco birkaç dil biliyordu, o yüzden hastası bir süre onunla konuşmak için Amerikan İşaret Dili kullanıp Draco öğrendiğinde Yidiş’e geçmişti. “Olur mu?”
Potter tekrar başıyla onayladı, kaşları biraz çatıktı. Draco kendi not defterini ve kalemini yanındaki sehpaya bıraktı ve boş olan defteri Potter’a uzattı.
“El hareketleriyle anlatamayacağın bir şey söylemen gerekince kullanman için,” diye açıkladı Draco. Potter not defterini inceledi, açtı ve boş sayfalara dokundu, mavi tükenmez kalemi elinde çevirdi.
Timsy kahve, atıştırmalık, bisküvi ve çikolata dolu bir tepsiyle yeniden belirdi ve tepsiyi aralarındaki sehpaya koydu. Muhteşem görünüyordu, Draco daha yeni yemek yemiş ve Timsy’nin nefis kahvesinden iki bardak içmiş olmasına rağmen. Kendini tutup bir bardak suyla yetindi, şimdi daha fazla kahve içerse ellerinin titremeye başlayacağını biliyordu.
Timsy gittikten sonra Potter kendine kahve doldurdu. Anormal derecede yakın oturuyorlardı ama bu, Draco’nun işi için gerekliydi. Bunu ne kadar sık yaparsa yapsın biriyle ilk defa böyle, dizler birbirinden yalnızca santimetreler uzakta oturmak her seferinde tuhaf oluyordu. Büyü yapmaya başlayıp işi bitirme, bu yakınlığı görmezden gelme dürtüsüyle eli seğirdi ama iyi Şifacılar böyle çalışmazlardı; Draco öyle öğrenmişti. İyileştirme için kullanılan Zihnefend güven olmadan bir işe yaramazdı ve güven sağlamak için sohbet zorunluydu. Bir Slytherin ve özellikle de başkalarının zaaflarından faydalanmak ve kimseye kendi zaaflarını gösterecek kadar güvenmemek üzere yetiştirilen bir Malfoy için öğrenmesi gerçekten de rahatsız edici bir ders olmuştu.
Draco koltuğunda arkasına yaslandı ve ellerini kucağında kavuşturdu, kendini yavaşlayıp bir anlığına Potter’ı izlemeye zorladı. Potter, Draco’nun onunla kahve içmediğini fark etmişti ve görünüşe bakılırsa bu onu şüphelendirmişti. Asasını çıkarıp kahvesinde zehir var mı diye kontrol etti. Draco iç geçirmemeye çalıştı.
“Bu sabah iki bardak içmiştim,” dedi Draco. Sonuçta sohbet bir yerden başlamalıydı, Potter’ın dilsiz olmasıyla tek taraflı olmaya mahkûm olsa da. “Ne kadar istesem de—Timsy’nin kahvesi inanılmazdır—daha fazla içmek beni fazlasıyla titrek, işe yaramaz bir Şifacı yapar.”
Potter’ın dudağı titredi; muhtemelen titrek, zarafetsiz bir Draco Malfoy hayal ediyordu. Sonunda kahvesinin içilebileceğine karar verdi ve ilk yudumunda gözlerini kapayıp memnuniyetle iç çekti. Draco sırıttı ama “Ben demiştim.” demekten kaçındı.
“Pekâlâ,” diye başladı Draco, “Bence o olayın anısıyla başlamalıyız. Bunun için tekrar kafana girmeme gerek yok, eğer Düşünseli için çıkarmayı tercih edersen birlikte tekrar izleyebiliriz. Böylece mide bulantısı olmadan daha fazla ayrıntı fark edebiliriz. Hâlâ bulanık olacaktır ama biz yalnızca izliyor olacağız.” Zorunda kalmadığı sürece tüm deneyime tekrar katlanmamayı tercih ederdi.
Potter bir an durup düşündü, sonra asasıyla ufak bir cam şişe yarattı. Asasının ucunu şakağına kaldırdı, gözlerini sımsıkı kapadı ve gümüşi bir tel gibi olan anıyı çıkardı. Kafasının dışında bile tuhaf görünüyordu. Daha önce gördüğü oynanmış anılar gibi görünmüyordu, sadece—tuhaftı. Bozuk. Normal bir anı değil.
“Tüm anıların öyle mi görünüyorlar?” diye sordu Draco, Potter teli dikkatle cam şişeye koyup Draco’ya uzatırken. Potter tekrar kaşlarını çattı ve başını iki yana salladı. Belli ki o da anıdaki sorunun ne olduğunu bilmiyordu.
Draco ayağa kalkıp kitap raflarından birine gitti, tılsımlı kitabın mor sırtını buldu ve yarısına gelip durana kadar çekti. Büyü, kitabın etrafında büyük bir dikdörtgen şeklinde pırıldadı ve yavaşça açılan bir dolap ortaya çıkardı. Düşünseli’ni saklaması için aslında bir sebebi yoktu ama daha önce hiç dikkatle korunmayan bir Düşünseli görmemişti, o yüzden zarar gelmezdi. Etrafında anılarla dolu ufak raflar vardı—bazıları hediyeydi ama çoğu kendisinindi. Çoğunlukla sıkıcı şeylerdi, sonradan tamamen hatırlaması faydalı olabilecek dersler, izni olduğunda iş esnasında izlediği diğer Şifacı Zihnefendarlar. Diğerleri daha basit, daha kişiseldi: üç tanesi Lucius’undu, Draco çok küçükken ona ve annesine içten bir sevgi gösteriyordu. Hatırlayabildiği tek üç sefer. Vaftiz kızının onu hep güldüren birkaç anısı vardı. Bir tanesi Potter’ın tanıklık ettiği ve duruşmanın sonunda Draco’ya alıç ağacından yapılma asasını sessizce geri verdiği anıydı.
Düşünseli’ni dikkatle kaidesinden kaldırdı ve Potter’a yolladı. Draco yanına dönerken Potter ayağa kalktı ve temkinli gözlerle onu izlemeye devam etti.
Draco tuhaf teli Düşünseli’nin durgun yarı-sıvı-yarı-gazına döktü ve onay almak için Potter’a baktı. Potter çenesini aşağı eğdi—Draco bu zar zor görünen hareketlere fazlasıyla alışmaya başlıyordu—ve ikisi de yüzlerini Düşünseli’ne daldırdılar.
Anıya düşerlerken Draco’nun umduğu dışarıdan bakma stabilliği yok oldu. İndikleri yer ayaklarının altında hareket etti ve sallandı, Draco’nun içgüdüsel olarak uzanıp dengesini sağlamak için Potter’ın kolunu yakalamasına sebep oldu. Potter gözlerine baktı, kendini dengelemek için dizlerini hafifçe kırmıştı ve Draco iç geçirdi. “Sanırım mide bulantısından kaçışımız yok,” diye yorumda bulundu duygusuzca.
Etrafa bakınıp barın sonunda kambur duran Potter’ı gördü, duvara en yakın yerde oturuyordu ve kafası ellerindeydi. Gizemli kişi de oradaydı, ondan birkaç tabure uzaktaydı ve yumuşak bir sesle konuşuyordu. Draco hâlâ tek bir özellik ayırt edemiyordu ve yalnızca bunun biri olduğunu algılayabiliyordu. Draco'nun yanındaki Potter dikkatle onlara bakıyor, şaşkın ve sinir olmuş görünüyordu. Draco, onun böyle bu kişiyi tanıması daha olası mı diye merak etti.
Draco etrafa bakındı. Barda hâlâ başka kimse yoktu—ne çalışan ne de müşteri. Yalnızca Potter ve biri. Ama kesinlikle bir muggle barıydı, barın arkasındaki şişelerde muggle alkolleri vardı ve hiçbir şeyden pırıltı veya kıvılcım veya duman çıkmıyordu ve duvardaki resimler ünlü futbolcuların daimi olarak donmuş ve sabit resimleriydi.
Sözlere geri döndü, dikkatle dinledi ve aynı zamanda yanındaki Potter’ın tepkilerini izledi. Potter’ın gözleri sanki sözleri duymak canını yakıyormuş gibi kısılmıştı ama üst dudağı hafifçe kıvrılmıştı, sanki... iğrenmiş gibi? Küçümsüyormuş gibi? Yanında yumruklarını bir sıkıyor bir gevşetiyordu, önündeki sahneyi izlerken vücudu gergindi.
“Bu çok uzun sürmeyecek, Bay Potter. Gördüm, tanınacaksınız.” Bu kişi bir Görücü müydü? Bir kehaneti mi gerçekleştirmeye çalışıyordu? Yoksa—ve bu çok büyük bir olasılıktı—yalnızca deli miydi? Draco “çoğunluğun iyiliği” adı altında çok fazla zarar verildiğini görmüştü. Bazı insanlar içtenlikle doğru şeyi yaptıklarına inansalar da mümkün olan en kötü şeyleri yapıyorlardı.
“Sesini Sakla,” asa başına doğrultuldu ve sarhoş Potter kaçmaya çalışıp hareket etmeyi başaramadığında gözleri kocaman oldu. “Yalnızca kendin için konuş.”
Potter kendisinin aciz bırakılmış hâlinin çabalarını, ses çıkmadan ağzını açıp kapayışını doğru dürüst saklamadığı bir korku ve iğrenmeyle izledi. Draco da kendisini bu hâle düşmüş bir şekilde, normalde bir saniyeliğine bile gardını indirmezken böyle hazırlıksız yakalanmış hâlde izlemek zorunda kalsaydı aynısını hissederdi. Bu, aklına bir şey getirdiğinde Draco somurttu.
Sonra o biri gönülsüzce özür diledi ve Potter’ı Obliviateledi ve anıdan atılıp tekrar Draco’nun çalışma odasına döndüler.
Draco tekrar şoka girmediğinden emin olmak için gizlice Potter’ı kontrol etti ve ardından koltuğuna döndü.
“İstersen düşüncelerini ve sorularını yazman için birkaç dakika durabiliriz, sonrasında tartışırız,” diye önerdi Draco. Potter oturup yazmaya başladı, odaklanırken somurtuyordu ve Draco da notlarına eklemeler yaptı.
Potter çalışırken Timsy’nin kupalara yaptığı ısı ayarlama tılsımları sayesinde sıcak kalan kahvesini yudumladı. Kahvesinin hâlâ mükemmel olduğuna şaşırmış olmalı ki Draco’ya kaşlarını kaldırdı. Draco yalnızca “Timsy’nin işleri,” diye mırıldandı.
Kısa süre sonra Potter kalemini bıraktı ve büyük bir tereddütten sonra not defterini Draco’ya uzattı. Yalnızca birkaç cümle yazılıydı.
Kişiyi tanıyamadım—bana Adı-Ağza-Alınmayanları hatırlatıyor
Draco kaşlarını kaldırdı. Bu, onun aklına gelmemişti.
“Evet, bir Adı-Ağza-Alınmayan olabilir ama ben bilemem. Daha önce hiç görmedim, bildiğim kadarıyla.” Draco bir an durup düşündü. “Esrar Dairesi’nde bir Kehanet Holü var, değil mi?”
Potter’ın gözleri kocaman oldu. Dudaklarını birbirine bastırdı, yüzü ciddi bir hâl aldı. Başını evet dercesine salladı. Draco, beşinci sınıfın sonunda babası Esrar Dairesi’nde Potter ve arkadaşlarıyla savaştıktan sonra tutuklandığında bir Kehanet Holü’nden bahsedildiğini hayal meyal hatırlıyordu. Draco, Lucius ve Bellatrix’in yetişkin birer büyücü ve cadı olarak yan yana sırf kana susamış bir megaloman için çocuklara asa doğrulttuklarını düşündüğünde ürperdi.
“Tahmin etmiştim. Bu kişi bir kehanetten bahsediyor gibi davranıyor, değil mi? ‘Gördüm, tanınacaksınız.’ Belki orada çalışıyordur. Veya bir Görücü olabilir—senin bildiğin var mı, Trelawney dışında?” Draco gözlerini devirdi, herkes Trelawney’nin yaşlı bir sahtekâr olduğunu bilirdi ama Potter’ın onun ismini yazmasıyla vakit kaybetmek istemiyordu. Potter başını iki yana sallayarak cevap verdi.
“Pekâlâ.” Draco ayağa kalkıp Düşünseli dolabının karşısındaki duvara doğru yürüdü. Öylesine bir hareketle iki elini salladı ve duvardaki kitap rafları dönüp duran fayansların karmaşasında temiz bir kara tahtaya dönüştüler. Asasını kullanarak sol üste Kim? yazdı, altını çizdi ve altına Adı-Ağza-Alınmayan? Görücü? ekledi. Koltuğa döndü ve asasını sehpaya, su bardağının yanına bıraktı.
Draco, Potter’ın not defterini tekrar eline alıp sonraki soruyu okudu; gayet basit bir soruydu.
Büyü?
“Ah, evet. ‘Sesini Sakla’, bir emir ve...” Draco somurtup kendi notlarına baktı. “’Yalnızca kendin için konuş’, bir şart.” Başını kaldırıp büyüleri tahtaya yolladı. “Nasıl yalnızca İngilizce söyleyerek büyü yapabildi tam bilmiyorum ama saçmaladığı şeylerin bağlamında mantıklı.”
Potter rahatsız olmuş görünüyordu. Draco buna sonra geri dönmeye karar verdi ama öncelikle bir şeyi bilmesi gerekiyordu.
“Potter, orası sık uğradığın bir bar mıydı?” Potter yavaşça başıyla onayladı. “Neden?” diye ekledi Draco, Potter’a not defterini geri uzatarak. İsteksiz görünüyordu ama yine de yazmaya başladı ve kısa sürede Draco’ya geri verdi.
Orada kimse beni tanımıyor.
Draco yanıt olarak başını eğdi. “Anlaşılabilir,” dedi, “ben de ne zaman Büyücü bölgelerinde alışverişe veya yemeğe gitsem yüzüme büyü veya biçim değiştirme yapıyorum.” Duraksadı, bir keresinde eksik iksir malzemelerini almaya kendisi olarak gittiğinde yüzüne tükürülmesini hatırladı—ve Diagon Yolu’nda Gringotts’a yürürkenki şiddeti ve yaklaşan kalabalığın yuhalamalarını, on dokuz yaşındaydı. Oraya varamadan buharlaşıp kaçmıştı. “Pansy izin vermiyor, onlarla ‘yüzleşmem’ gerektiğini falan söylüyor ama zaten o yeterince korkunç olduğundan ikimiz birlikteyken insanlar bizimle uğraşmıyorlar.”
Potter dudaklarını sımsıkı birbirine bastırıyordu. Not defterini almak için işaret etti, sinirle bir şeyler karaladı ve görebilmesi için Draco’ya çevirdi.
Muggle yerleri bir Malfoy için fazla mı aşağı?
Draco iç çekti ve gözlerini kapadı. Burada, Draco’nun üzerinde çalışması gereken o kırılgan güvenin uçurumundaydılar ve bu güven yalnızca açık, dürüst sohbetle sağlanabilirdi. Bu hep en zor kısımdı ama sonunda buna değecekmiş.
“Lucius için fazla aşağı olurdu belki, Azkaban’da bile,” diye başladı Draco çok tereddüt etmemeye çalışarak, “ama benim için, hayır, ben sadece...” ofladı. Bu çok uğraştırıyordu. “Açıkçası ben yalnızca beceremeyeceğim diye korkuyorum,” diye itiraf etti.
“Ömrüm boyunca belki bir elin parmaklarıyla sayılabilecek kadar mugglela karşılaşmışımdır,” diye açıkladı, “ve her seferinde bir şeyi açık edeceğim ve kanun çiğneyeceğim ya da bana zarar verecekler diye gerildim—doğuştan tehlikeli olduklarına ve boyun eğdirilmeleri gerektiğine inanarak yetiştirildim, o yüzden küçükken onlardan ödüm kopuyordu. Büyücülerden daha tehlikeli olmadıklarını biliyorum ama hâlâ yanlarında gıkımı çıkaramıyorum. Farklı parayı nasıl kullanacağımı veya gelenek görenekleri bilmiyorum, ne yiyecek içecek sipariş edeceğimi veya ne diyeceğimi veya nasıl davranacağımı bilmiyorum. Hiç öğrenmedim.”
Potter kendini beceriksizce açıklamaya çalışmasını izledi ve Draco onun sorguya çeken bakışının altında rahatsız hissetti.
“Bazen muggle yerlerine gidiyorum ama genelde yanımda Pansy oluyor, o onların yanında çok daha rahat,” diye ekledi Draco. Parmaklarını gerginlikle dizine vurup duruyordu. Bir zayıflığı itiraf etmek hiçbir zaman kolaylaşmıyordu, ne kadar sık yaparsa yapsın.
Draco sohbeti asıl konuya geri çekmeye çalıştı. “Neyse, o bara sık gidiyor musun diye sordum çünkü orada çok... rahat görünüyordun, o esnada rahatsız olsan da.”
Potter’ın gözleri parladı, muhtemelen bir saldırgana karşı gardını bu kadar bariz bir şekilde düşürdüğü için savunmacı hissediyordu.
“İnsanların orada seninle sohbet etmesi sık olan bir şey miydi? Düzenli müşterilerden veya çalışanlardan arkadaşın olan var mıydı? Bu kişi belki sahte bir kılıkla bir süre seninle sohbet edip sonra yeterince yaklaştığında sen fark etmeden içkine iksir katmış olabilir mi?”
Draco bu kadar fazla soru sormasından pişman oldu, konuşamayan birine tek tek soru sormak bariz bir şekilde daha kolay olurdu ama her soruda konuyu dağıtıp duruyorlardı ve Draco’nun bilmesi gereken çok şey vardı. Potter özenle cevaplarını yazmaya başladı ve sonunda not defterini tekrar Draco’ya döndürdü.
Evet.
Evet—hiçbirini orada görmedim.
Evet, mümkün. Mugglelara güvenmemem için bir sebebim yok.
“Pekâlâ, o zaman bugün izleyebileceğimiz iki yol var.” Draco ayağa kalktı, çalışmaya hazırdı. “Birinci seçenek: o bardaki anılarına bakıp saldırgan hakkında daha fazla şey öğrenmeye çalışacağız. İlk olarak hepsini hızlıca eleyebilmek için Zihnefend kullanacağım, sonra alakalı olanları seçeceğim ve Düşünseli’nde bakacağız. Muhtemelen en az üç ay geriye gideceğim.”
Potter yine düşünceli görünüyordu ama gözleri heyecan gibi bir hisle yine parladı. Draco, Seherbaz Potter’ın muhtemelen gitmeye can attığını, araştırmaya ve sonunda kötü adamı yakalamaya hevesli olduğunu varsaydı. Ama Draco’nun devam etmesini bekledi.
“İkinci seçenek: laneti ve onu nasıl geri çevireceğimizi aramaya başlayacağız. Tüm hastalarımla yaptığım gibi başlayacağız, özetle kendimi senin kafana tanıtacağım, seni varlığıma alıştıracağım ve ipucu arayacağım—sadece bakacağım, kafanın içini dikkatsizce eşelemeyeceğim, bana öyle bakma. Ben Severus veya Bellatrix veya Voldemort değilim. Ben bir Şifacı’yım.”
Potter, Zihnefend fikrinin üzerine öfkeyle gözlerini kısmayı atlattıktan sonra yüzü saf şoka büründü. Draco son cümlesinin hangi kısmının onu o kadar şaşalattığını saptayamıyordu. Belki Voldemort’unun ismini kullanmasıydı?
Sonunda Potter kendine geldi, gözlerini kırpıştırıp not defterine döndü. Hızlıca ve agresifçe yazdı, karalayıp tekrar yazdı ve bitirdiğinde defteri verip Draco’yu incelemeye döndü.
Seçenek 1: o anıları çıkar ama Ron’a yolla
Seçenek 2: olurdedin Bellatrix mi?
Draco tekrar iç geçirdi ve bunlarla sırayla ilgilenmeye karar verdi.
“İyi fikir, soruşturmanın o kısmını sen ve Weasley kendiniz halledebilirsiniz. Bu bize seni iyileştirmeye odaklanmamız için daha fazla vakit bırakır. Ama önemli anıları senin için ben çıkarırım—bunu bugün sen gitmeden önce yapabiliriz.” Draco listedeki sonraki maddeye baktı. “O zaman bugün lanete bakmaya başlarız, gerçi buna lanet denebileceğinden tamamen emin değilim ama bunu başka bir zaman tartışırız.” Potter yine ona gözlerini kıstı ama devam etmesi gerekiyordu.
“Evet, Bellatrix Zihnefend yapabiliyordu. Ama bunu bir saldırı, işkence yöntemi olarak kullanıyordu. Bu şekilde can yakmayı eğlenceli buluyordu. Ben onun kurcalamayı en sevdiği zihindim ve evimde iki yıldan fazla süre yaşadı.” Draco, Potter’ın gözlerine baktı ve ellerinin titremesine engel olmak için not defterini sımsıkı tuttu. Ne zaman Savaş’tan bahsetmesi gerekse titriyorlardı. Ama bahsetmesi gerekti.
“Zihnefend yalnızca büyüyü yapan kişi can yakmak isterse acıtır. Berbat bir baş ağrısı ama en kötü kısmı da savunmasız, istila edilmiş ve çaresiz hissetmek—ve yine bu da Bellatrix’in en sevdiği etkiydi. Diğer işkence türleri gibi pislik çıkarmamasını ve Cruciatus’tan daha ilginç olmasını seviyordu.” Ve şimdi Draco ürpermesine engel olamadı. Teyzesinin, asasını tekrar tekrar ona doğrulturkenki çarpık, neşeli yüz ifadesinin anıları aklındaydı—üzerinde Affedilmezler kullanmaktan da keyif almıştı. Yakın zamanda nefes alış verişini düzene sokmazsa panik yapmaya başlayacağını biliyordu.
“Aynı zamanda insanların sırlarını bilmeyi ve savunmasızlıklarını yüzlerine vurmayı da seviyordu. Voldemort’un... görevini tamamlamamın çok uzun sürdüğünü düşündüğünde cinsel yönelimimi anne babama söyledi. Ona karşı koyabilecek kadar Zihinbend öğrenmek için altı ay boyunca kendi başıma özenle çalışmam gerekti. Merlin’e şükür çoğu zaman okuldaydım.”
Potter arkasına yaslanıp dikkatle dinledi, parmakları yine koltuğun kollarını ovuyordu. Draco yüzündeki ifadede çok şükür aşağılama da acıma da görmedi. Yalnızca dinledi ve kabul etti. Muhtemelen kendisi de Bellatrix’in gazabını birinci elden deneyimlemişti.
“Bunu yapmaktan nefret ediyorum,” diye itiraf etti. Nedense Potter’a itiraf etmek daha kolaydı. “Ama işimin gerekli bir parçası. Şüphesiz ki fazlasıyla savunmasız hissedeceksin. Haftada dört kez zihnine gireceğim ve her şeyi görmem gerek, Potter. Severus sana öğretmeye çalıştıktan sonra Zihinbend öğrenebildin mi bilmiyorum—“ Potter buna güldü, “—ama ben kafanın içindeyken benden bir şey saklayamazsın. Utanç verici şeyler göreceğim, kişisel şeyler, keder ve neşe ve acı ve diğer her şey. Biri seni kendi sesini zihninde saklamaya zorladı, bu da demek oluyor ki onu aramamız ve altına bakılmadık taş bırakmamamız gerekecek.”
Draco bir an durdu ve tehlikeli görünen bir Potter’ın sözlerini sindirmesini bekledi.
“O yüzden,” diye başladı yine, “Şifacı Zihnefendarların da kendilerini savunmasız bırakmaları gerekiyor. Muhtemelen Bellatrix’in ve mugglelarla yaşadığım güçlüklerin pek tartışmak istediğim şeyler olmadığını biliyordun.” Vurgulamak için hâlâ titreyen ellerini kaldırdı. “Ama sen bana karşı burada savunmasızsın, o yüzden ben de kendimi burada sana karşı savunmasız bırakıyorum. Bana soracağın her soru dürüstlükle ve yargılanmadan cevaplanacak. Ben de bir risk alıyorum, anlıyorsun—benim hakkımda kendime saklamayı tercih edeceğim şeyler öğreneceksin ve istersen Gelecek Postası’na koşup her şeyi onlara anlatabilirsin. Hatta bir şeyler uydurabilirsin bile ve senden geldiği sürece, Potter, beni mahveder. Ama bunu yapmama konusunda sana güveniyorum.” Potter’la göz teması kurduğundan emin oldu. Bu fazla önemliydi. Ve tümüyle korkutucu.
“Bu oda, benim çalışma odam, bir mabet. Burada yargı veya nefret veya şiddet yok. Burada olan hiçbir şey ikimizin de rızası olmadan bu odadan çıkmayacak, arkadaşlarına bile. Buradaki korumalarım Malikâne’de yüzyıllardır bulunan kan korumalarından daha güçlü. Uçuçum normalde annem, Pansy ve Bakan dışında herkese kilitlidir ama sen buradayken tamamen kilitli ve korumalı olacak. Sen buradayken burası yalnızca senin, benim ve bazen Timsy’nin—ki o da benim tanıdığım en sadık varlıktır ve onu ailemden sayarım.” Draco kendini savunmacı duruşundan çıkmaya zorlayıp kollarını koltuğunun kollarına koydu. “Burada güvendesin.”
Potter sessizdi—tabii ki öyleydi. Yüzü gergindi, odaklanıyordu, sanki Draco çözmesi zor bir bulmacaymış gibi. Ve bunda bir sorun yoktu çünkü Draco da Potter’ı bir bulmaca olarak görüyordu, tabii onunki daha çok bir Şifacı’nın bakış açısındandı. Ateş şöminede sessizce çıtırdadı.
Potter’ın gözleri bir süre Draco’nun yüzünde gezdi, sadece onu izledi ve Draco, Potter’ın yoğun incelemesinin altında içten içe kıpırdanası gelse de sabit ve sakin oturdu. Derisi sıcak ve sıkı geliyordu ve Draco daha ilk gün olmasına rağmen ona bu kadar kendini açmışken Potter şu an kalkıp gitse ihanete uğramış hissedeceğini biliyordu. Ama çok şey istiyordu: Harry Potter’dan bir odada—karşılığında kendisini ona karşı savunmasız bırakacak olan—Draco Malfoy’la yalnız kalıp gardını indirmesini istemek mi? Evren belli ki onlara, kendilerini bu duruma soktukları için gülüyordu. Ama Draco bunu yapmıştı ve mabedinin ve güveninin kabul edilip edilmeyeceği seçimi tamamen Potter’a kalmıştı.
Sonunda Potter gözlerini tekrar kucağındaki not defterine çevirdi ve Draco rahatlayıp sessizce iç çekti. Defter hemen ona döndü, önceki karalamalarının sonunda basit bir istek vardı.
Bana Harry de o zaman
Draco rahatlayıp hafifçe gülümsedi. Bu yeterince basitti, kolaydı, ayaklarının altından yer kayıyormuş gibi hissettirse de.
“Pekâlâ,” dedi, elini uzattı ve Hogwarts Ekspresi’ndeki on bir yaşındaki çocukların anılarını aklından atmaya çalıştı. “Harry.”
Pot—Harry de Draco’ya gülümsedi ve Draco sanki göğsü parlıyormuş gibi hissetti. Draco’nun elini sıkıca tuttu ve hafifçe salladı. “Konuşabildiğinde,” diyip sırıttı Draco, “lütfen bana Draco de.”
Harry gözlerini devirdi ve Draco’nun elini bıraktı.
Şimdiye kadarki akılalmaz anın keyfini çıkardılar, ta ki Harry beklentili bir şekilde Draco’ya bakıp, avuçları tavana dönük hâlde ellerini kaldırıp hafifçe omuz silkene kadar. Draco bunu şimdi ne olacak? olarak yorumladı.
Draco saatine baktı—öğle yemeğine kadar yaklaşık bir saatleri vardı. “Seanslarımızın arasındaki vakitler dinlenmek ve toparlanmak içinler. Öğle yemeğinden önce biraz vaktimiz var... hâlâ uçmayı seviyor musun?”
Harry’nin gözleri parladı. Draco gençliğinde Potter’ı, uçmaya kesinlikle bayıldığını bilecek kadar süpürge üzerinde görmüştü.
“O zaman gidip biraz uçalım. Sana etrafı gezdireyim.”
İkisi de ayağa kalktılar ve Draco, Harry’yi odadan çıkardı. Önce evin turuna başladı, ilk oturma odasıyla başladılar, sonra Timsy’nin öğle yemeği için biftekli ve böbrekli börek yaptığı mutfağa gittiler. Harry her odayı gezdi; duvarlara, raflara, tezgâhlara ve hatta bitkilere dokundu; kendini eve alıştırdı. Draco ona misafir yatak odasını, banyosunu, ev sahibi suitini ve kubbeli cam odayı gösterdi, orası aydınlık ve nemliydi ve ne yapacağını bilemediği kadar fazla bitkiyle doluydu, bazıları büyülüydü ve bazıları değildi ama hiçbiri tehlikeli değildi. Hogwarts’taki seralarda onlardan yeterince görmüştü.
Bahçeye geçtiler, ufaktı ve mükemmel bakımlı değildi çünkü Draco öyle istemişti. Toprağın istediği şeyi yetiştirebildiği bahçeleri daha çok beğeniyordu ve özellikle de manolya ağacını seviyordu, tomurcukları ufacık çıkıyordu ve bu, Draco’yu birkaç hafta içinde tam, zarif çiçekler hâlini alacakları ve tamamlandığında çimlere büyük, pembe taç yapraklarının yağacağı konusunda heyecanlandırıyordu. Altında işlenmiş demirden bir masa sandalye seti vardı ve Draco orada oturup kitap okumayı ve Timsy’yle veya yalnız çay içmeyi seviyordu. Bahçesinin Malikâne’nin bahçesinin tamamen zıttı olmasını seviyordu. Dünyada ona ayrılmış ufak bir köşe.
Draco, Harry’yle birlikte çimenliği geçti ve kulübeye doğru ilerledi; ona manolya ağacından ve bahçeden ve Timsy’nin bahçıvanlık huylarından bahsetti. Harry sadece dikkatle dinledi, bazen başını salladı, bir şeyi sorguladığında başını yana eğdi ve Draco’nun bahsetmesini istediği şeyleri parmağıyla gösterdi. Harry tamamen dâhil olamasa bile şaşırtıcı bir şekilde bir sohbet gibi hissettirdi. Draco kendini dâhil olabilmesini dilerken buldu. Harry’nin burada neleri beğendiğini, kendi evinin nasıl göründüğünü, en son ne zaman uçmaya gittiğini, kahvaltıda ne yediğini bilmek istiyordu. Draco şimdilik bu dinamikten de memnundu ama sonunda Harry’nin sesini özgür bırakmak için sabırsızlanıyordu ki Draco’yla gerçekten konuşabilsin, tıpkı Draco’nun şu an onunla konuştuğu gibi.
Tabii sen onu iyileştirdikten sonra hâlâ seninle konuşmak isterse, diye araya girdi hain beyni. Harry Potter artık senin uzmanlığına ihtiyaç duymadığında neden seninle konuşmak istesin ki?
Draco kulübenin kapısında tereddüt etti, iyi ruh hâlini korumaya çalıştı ama işe yaramadı. Kısa zamanda havada olacaktı zaten. Kapıyı çekip açtı.
Süpürge cilası ve tahta kokusu üzerlerine geldi ve Draco kokuyu içine çekti. Süpürgeleri bir duvarda düzgünce, sırayla asılıydılar ve Timsy’nin tüm bahçe aletleri de karşı tarafta, üstünde toprak dolu saksılar ve budanmış bitki parçaları olan kısa bir tahta tezgâhın üzerindeki duvardaydılar. Draco, eskiyip artık o kadar iyi uçamasalar veya düz uçamayacak kadar fazla dal kaybetmiş olsalar da şimdiye kadar sahip olduğu her süpürgeyi saklamıştı. Toplam beş süpürgesi vardı, ilki annesinin karşı çıkışlarına rağmen Lucius’un ona onuncu yaş gününde aldığı ilk gerçek süpürgesi Tertemiz'di. Sonra Lucius’un Slytherin takımına aldığı setin bir parçası olan Nimbus 2001 vardı, ardından da savaştan sonra şartlı tahliyeyle Malikâne sınırlarında tıkılıp kalmışken anonim olarak aldığı üstün kaliteli Aurora Kuyrukluyıldızı geliyordu. Ondan sonra da İstanbul’da çıraklık yaparken aldığı Türk Göktaşı vardı ve sonunda Ateşoku 3001’i.
Harry her birine baktı, parmaklarını cilalı ahşapta gezdirdi. Her şeye dokunuyordu. İncelemesi bitince Draco’ya döndü ve bir elinin işaret parmağıyla başparmağını birbirine yaklaştırıp aralarında yarım santim kadar boşluk bıraktı, sonra aynı eliyle hızlı bir yakalama hareketi yaptı.
“Şu an bir Snitch’im yok,” diye yanıt verdi Draco ve düşüncelerini okumadan Harry’nin ne demek istediğini anlaması gerçekten acayipti. “Sahip olduğum sonuncusu, ım... benden kaçtı.” Kendi kendine güldü. “Ama gecenin bir yarısı tek başıma Arayıcı maçı yaparsam öyle olur. Bugün sadece uçabiliriz.”
Draco, Harry’nin yanına gitti ve bir an durup düşündü; sonra Göktaşı’nı ve Ateşoku’nu aldı ve Ateşoku’nu Harry’ye verdi. Harry’de bir zamanlar olduğunu bildiği orijinal modelden çok daha hafif ve çok daha güçlüydü ve Harry’nin bunu nasıl kullanacağını görmek istiyordu. Kulübeden çıkar çıkmaz Harry bacağını süpürgeye attı ve aniden hızla göğe yükseldi.
Draco süpürgesine bindi ve ona katılmak için havalandı, ısınmak için evinin etrafında turlar attılar. Evin etrafındaki yaşlı orman hafif rüzgârda sallanıyordu ve güneş onları cömertçe aydınlatıyordu. Sıcaklığı kıyafetlerini kaplıyordu ve Draco bundan mutluydu. Evden çıkmadan önce pelerin veya eldiven giymeyi unutmuştu ve Harry’yi de bundan mahrum bıraktığı için kendisinin alışık olmadığı bir şekilde kötü hissetmişti.
Ama Harry erken ilkbahar serinliğinde derdi tasası olmadan havada dönüp ve dalıp durdu. Yüzünde kocaman, kaygısız ve sevinçli bir gülümseme vardı; bu Draco’nun Hogwarts’tan beri görmediği bir şeydi, muhtemelen Harry’yi süpürgesinde karşı takımın Arayıcı’sının burnunun dibinden Snitch’i yakaladığı son seferden beri.
Draco süpürgesini evden uzağa çevirdi, Harry’ye korumaların nereye kadar uzandığını göstermek istiyordu, bu onun içini rahatlatır diye umuyordu. Harry peşinden geldi, ara sıra dönüp duruyor veya yuvarlanıyordu ve Draco biliyordu ki yapabilse aşırı bir neşeyle kahkahalar atıyor olurdu.
Kısa süre sonra Draco ileride korumalarının parıltısını gördü ve Harry'ye dönüp durdu. Harry de yanında durdu, gözleri neşeyle parlıyordu ve yüzünde hâlâ bir gülümsemenin izleri vardı. Draco gözlerini kaçırmak zorunda kaldı.
“Korumalar burada başlıyor,” diye açıkladı Draco önlerindeki parıldayan, şeffaf duvarı göstererek. Bariyerin yanında tembelce uçmaya başladı, evin etrafını dolandı, Harry de yanında onu izliyor ve dinliyordu. “Her yönden eve yarım kilometre uzaktalar, yukarı da dâhil.” Yukarısına işaret etti. “İnsanlar ön patikaya cisimlenebiliyorlar ama yalnızca can yakma niyetleri yoksa. Muhtemelen gelirken bir tetkik hissettin.”
Harry şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı ve başıyla onayladı. Neredeyse... etkilenmiş görünüyordu.
“Bunların üzerinde yıllarca çalıştım. Burası resmen bir kale,” diye ekledi Draco. Sonra aklına eğlenceli bir fikir geldi.
“Hiç bu iki süpürgeyi yarıştırma imkânım olmadı,” dedi Draco muziplik dolu gözlerle Harry’ye. “Bana bu şerefi bahşeder misiniz?”
Draco, Harry’nin yaramaz gülüşünü tam görmüştü ki Harry fırladı ve Draco da hemen peşinden gitti, eve doğru yarışırlarken süpürgesinin daha hızlı gitmesi için uğraşıyordu. Yakınlardı ama Göktaşı manevradan ziyade hız için yapılmıştı ve Draco bahçeye Harry’den yarım saniye kadar önce vardı, sakarca yere indi ve neşeyle güldü.
“Bu deneyime katıldığın için teşekkürler,” dedi Draco, gülümsemesine engel olamıyordu. Harry’yi bir şeyde, herhangi bir şeyde yenmek çok iyi hissettirmişti. İçindeki on iki yaşındaki hâli neşeyle zıplıyordu. Harry başını iki yana sallayarak ona baktı, hâlâ gülümsüyordu, yanakları rüzgârdan kızarmıştı, koyu saçları karman çormandı. Draco’nun kalbi küt küt atıyordu—zaferden veya uçmaktan veya başka bir şeyden, umurunda değildi. Yalnızca göğsündeki hafifliğin tadını çıkarıp hayatına devam etti.
Kulübeye gidip süpürgelerini bıraktılar ve eve döndüler.
Masaya oturmaya gittiklerinde Timsy onlara o kendine has bıkkın bakışından atıp parmaklarını şıklattı. Draco ellerinden geçip giden temizlik tılsımını umursamadı, Timsy’nin müdahalelerine epey alışmıştı ama Harry zıpladı, ellerini yüzüne yaklaştırdı ve artık içlerinde pislik olmayan tırnaklarını inceledi.
“Efendiler Timsy’nin pişirdiklerini Efendilerin elleri pisken yemeyecekler,” dedi Timsy çatallı sesiyle sessizce ve Draco bir yandan kocaman gözlerini devirmesini bekledi.
Draco, yemeklerini servis edip görgü kuralları ve temizlik hakkında mırıldanarak mutfağa dönerken Timsy'ye teşekkür etti. Draco eğlenmiş ve sevgi dolu gözlerle bakmamaya çalıştı ama Harry’nin düşünceli görünüşüne bakılırsa bunu başaramamıştı.
“Ara sıra benimle yiyor,” diye başladı Draco, “Ama yalnızca yılda bir veya iki kez. Kendini rahatsız hissediyor, özellikle misafir varsa. Bahçede benimle çay içmeye ikna edebilirsem şanslıyım.”
Harry’nin ağzı şok içinde açık kaldı—çok şükür ağzında lokma yoktu. Draco, hastalarının onu tanıdıkça genel olarak şaşırmalarına alışmıştı ama şimdi bu çok daha... kişisel geliyordu. Tekrar tabağına baktı ve sessizlik içinde yemek yemeye döndüler.
Draco çatalını bırakır bırakmaz Timsy belirdi ve masayı toplamaya başladı. Draco balkabağı suyundan hızlıca bir yudum aldı, Harry’nin yemeğini bitirdiğinden emin oldu ve ayağa kalkıp tekrar gerindi. Harry izledi, gözleriyle Draco’nun vücudunun hatlarının haritasını çıkarıyor gibi görünüyordu, tıpkı alışık olmadığı odaların haritasını çıkardığı gibi.
“İşe dönelim o zaman,” dedi Draco ve Harry’yi tekrar çalışma odasına götürdü.
Güvenle şöminenin yanındaki berjerlerine yerleştiklerinde Harry uçmuş ve yemek yemiş olduğundan çok daha rahat görünüyordu, Draco not defterini eline aldı.
“Şimdi, günün sonuna kadar Weasley’ye vermek için bar anılarını çıkarmak istiyoruz. Bu demek oluyor ki giriş niteliğinde Zihnefend’le başlayacağım, seni buna alıştıracağım, sürece alışmak için biraz vakit geçireceğiz. Her zihin farklıdır ve benim alışmam da biraz zaman alır,” diye açıkladı Draco, Harry dikkatle dinliyor ve elleriyle koltuğun deri kollarını ovalıyordu. Draco, sağ elinin tersinde ince, pürüzlü, kelimelere benzer yara izleri gördü. İlginç.
“Daha rahat olduğumuzda girip bar anılarına bakacağım ve senin için de uygunsa kendim onları çıkarıp senin için ufak bir şişeye koyacağım.”
Harry başıyla onayladı ve Draco derin bir nefes aldı.
“Daha önce hiç Zihinbend’de başarılı oldun mu?” diye sordu Draco.
Harry başını bir o yana bir bu yana eğdi, belli ki karar veremiyordu. Sonunda başını hayır dercesine salladı ve elini kaldırıp dalgınca yara izini ovdu.
“Kulağa Snape’in sana öğretiş şekli Bellatrix’in bana öğretiş şekline benziyormuş gibi geliyor,” diye tahmin etti Draco ve Harry yüzünü buruşturdu. “Bariz bir şekilde bu, en iyi öğrenme yöntemi değil.”
Koltuğunda arkasına yaslanıp Draco ellerini dizlerine koydu ve rahat etti. “Benden istemediğin sürece sana Zihinbend öğretmeyeceğim ama tamamen rahat olursak bu, işleri ikimiz için de kolaylaştırır. Zihninin sen kaygılı veya mutsuzken nasıl göründüğünü hayal et, sonra bunu başkasında izlediğini hayal et—” Harry ürperdi, “—aynen öyle—o yüzden biraz nefes egzersizi ve meditasyonla başlayacağız.”
Harry de arkasına yaslanıp Draco’nun duruşunu taklit etti. “Rahat ettiğin ve bilinçli olduğun sürece beni tamamen taklit etmene gerek yok. Şimdi, gözlerini kapa...”
Draco, Harry’ye basit bir meditasyon yaptırdı ve Harry yönergelerini dikkatle takip etti. Draco ara sıra onu izledi, ölçülü nefes alış verişiyle omuzlarının yavaşça yükselip alçalmasını izledi, başparmaklarının dalgınlıkla kotunun dizlerindeki dikişleri ovmasını izledi. Draco ona gözlerini açmasını söylediğinde iç geçirdi ve Draco’ya hafifçe gülümsedi ve Draco’nun göğsündeki parıltının yüzüne vurmaması için yüz ifadesini nötr tutmaya uğraşması gerekti.
“Hazır mısın?” diye sordu Draco ve Harry derin bir nefes daha alıp başını yukarı aşağı salladı.
Draco asasını kaldırdı ve odaklanıp gücünün yalnızca çok azını ondan geçirdi. “Legilimens.”
Hızla gelip geçen anılar meditasyonla bile beklediği bir şeydi ve geçmelerini bekledi, o esnada kendini yumuşak bir sesle Harry’ye açıkladı.
“Eğer O zihnini işgal ederse iki saniye bile dayanamazsın,” diye hırlıyor Severus. “Tıpkı baban gibisin; tembel, kibirli—“
“Şu an elimden geldiğince az güç kullanıyorum,” diye mırıldandı Draco.
Ufacık, karanlık bir oda; merdiven altı; tavandan sarkan ufak bir örümcek.
“Biri tam arkanda durup omzunun üzerinden bakıyormuş gibi hissedebilirsin.”
Küçük bir çocuk bacaklarına sarılıyor, kafasını kaldırıp ona bakıyor ve gülümsüyor. Harry izlerken çocuğun açık turkuaz renkli, dalgalı saçları karmakarışık siyah buklelere dönüşüyor. Harry gülüyor ve çocuğun saçlarını karıştırıyor.
“Kafanda beni hissettiğin yere odaklan.”
On dört yaşında bir Draco ona gülüyor, etrafında sınıf arkadaşları var, "Dandik Potter" yazan bir rozet takmış.
Yirmi beş yaşında bir Draco ona bir parça çikolata verip “Ye, daha iyi hissedersin,” diyor.
On iki yaşında bir Draco, Slytherin Quidditch takımıyla duruyor; elinde yeni bir Nimbus 2001 var; yüzünü buruşturarak Granger’a bakıyor. Sanki kelime zehirmiş gibi tükürerek ona “Bulanık,” diyor
On yedi yaşında bir Draco, şişmiş yüzüne gözlerinde tanıma ve korkuyla bakıyor ve “Emin olamıyorum,” diyor.
“Sorun değil,” dedi Draco, kendi duygularıyla daha sonra ilgilenmek için onları dikkatlice kenara kaldırmıştı. “Bırak gelip geçsinler. Biraz daha güç ekleyeceğim, bakalım benim varlığımı seçebilecek misin.” Odaklandı ve enerjinin bileğinden aktığını hissetti. Harry’nin hafifçe nefesi kesildi.
On beş yaşındaki Harry, Bakanlığın atriyumunda koşuyor ve “Crucio!” diye bağırıyor, Bellatrix ise “İçinden gelerek söylemelisin!” diye onunla alay ediyor.
Ginny Weasley bir yatakta oturuyor. “Beni sevmiyorsun, Harry—neden kendini sevdiğine ikna etmeye çalışıp duruyorsun bilmiyorum.”
“Daha önce varlığımın biraz süpürge cilası ve mum dumanı gibi koktuğunu söylemişlerdi. Buna benzer bir şey tecrübe edebilirsin.” Harry’nin anıları çok canlıydılar—detaylı ve yoğun. Her şeyi çok güçlü hissediyordu ve Draco ani değişimlere yetişmeye çalışırken zorlanıyordu. Korku, merak, öfke, keder, neşe. Draco, kendi tepkilerinin geride tuttuğu yerden taşmak üzere olduklarını hissedebiliyordu.
Bir mezarlıkta Voldemort’un Cruciatus’u on dört yaşındaki bir Harry’nin içinden geçiyor, o esnada Lucius da alayla gülüyor. Harry ızdırap içinde çığlık atıyor.
Draco nazikçe geri çekildi, titrek nefesler alıyordu. Asasını indirdi ve gözlerini kapadı ve açmadı, nefes alış verişini düzene girmeye zorladı, nefeslerini saydı, bacaklarını ovaladı. Bir elini saçından geçirdi, evet, bu kendi saçıydı, yumuşak ve ipek gibi. İşaret parmağını gömleğinin açık yakasından içeri soktu, köprücük kemiğindeki yara izinin ucunu hissetti. Gömleğinin üzerinden sol kolunun içini ovaladı; bu, bu anıdan sonra onu normalden daha fazla iğrenmiş hissettirse de.
Draco, Lucius’un olduğu bir anı görmeyi beklemeliydi. Böyle bir şeye hazırlıklı olmalıydı. Bir sonraki sefere hazır olacaktı, kendine söz verdi. Gözlerini açtı.
Harry kaygılı gözlerle ona bakıyordu ama rahatsız görünmüyordu. Sonuçta bunlar onun anılarıydı, şimdiye kadar onlara alışmış olmalıydı. Görünüşe bakılırsa sürekli onun içinde bu kadar hızlı akıyorlardı. Belli ki en çok Draco etkilenmişti.
“Demiştim, ikimizin de alışması gerekiyor.” Draco dudaklarını seğirtti, sesine yine biraz öz güven katmaya çalıştı. “Bu nasıl hissettirdi?”
Harry onu biraz daha izledi, sonra not defterini alıp yazmak için boş bir sayfa açtı.
Can yakmadı?
Draco somurttu. “Yakmamalıydı,” dedi temkinlice. “Dediğim gibi, yalnızca niyet can yakmaksa acıtır. Ben senin canını yakmak istemiyorum.”
Harry başını iki yana salladı ve yazısına bir şeyler ekledi.
Senin Canını yakmadı?
Draco kaşlarını çattı. Harry ona... endişeli bir şekilde mi bakıyordu? Pek emin olamıyordu. “Hayır, benim de canımı yakmıyor. Ama senin anıların epey canlıydılar, sen bir şeyleri fazla yoğun hissediyorsun. İlk baştan biraz fazla geldi ama alışırım.”
Harry hâlâ ona o belki-endişeli yüz ifadesiyle bakıyordu ve Draco devam etmeye karar verdi.
“Kafanda benim varlığımı saptayabildin mi?”
Harry bir an düşündü ve sırıtarak bir parmağıyla burnuna dokundu. “Kokumu mu aldın?” diye tahmin etti Draco ve Harry başıyla onayladı. “Bu iyi bir başlangıç. Yakında anlayabileceksin, biraz kalabalık gelecek. Sen kendi anılarını tecrübe edeceksin ama ikimiz de aynı şeyleri göreceğiz. Yine bir gözlemcinin varlığını hissedeceksin; sanki biri tam arkandan, senin görüş açının tam dışından izliyormuş gibi.”
Harry çenesini ovaladı ve düşündü. Düşünen gözlerini tekrar Draco’ya çevirdi.
“Şimdilik sormak istediğin bir şey var mı?” diye teklif etti Draco. Harry kalemini kâğıdın üzerinde tutup tereddüt etti.
“Demiştim, istediğin her şeyi sorabilirsin ve dürüstçe cevap veririm,” diye hatırlattı Draco, zihninin arkasındaki bu beyanı geri çekip güvenli bölgeye geri dönmesi için yalvaran uyarı ışıklarını görmezden gelerek.
Harry düşündü ve yazmaya başladı. Bunu özenle yazıyordu; kalemin ucunu çiğniyor, doğru kelimeleri buluyordu ve sonra defteri çevirdi.
Neden bunu yapmayı kabul ettin?
Draco derin bir nefes aldı ve kendini göğsünü ovarken yakaladı. Elini hemen koltuğun koluna geri koydu ama artık Harry sanki kumaşın altını görebiliyormuş gibi göğsüne bakıyordu.
“Birkaç sebep,” diye başladı Draco. Dürüst olmak zorundaydı, olmazsa Harry bunu anlardı. “En büyük sebep bir Şifacı olmam ve bana ihtiyaç duyulduğunda yardım etme zorunluluğum olması. Bu, bağlarımın bir parçası değil ama ben yine de bu zorunluluğu hissediyorum. Bugüne kadar hiç vaka reddetmedim.” Harry kaşlarını çattı ve Draco boğazını temizledi. Bağlarından bahsetmek istememişti ve şimdi gerilmişti. Şu an bu konuya girmek istemiyordu.
“İkinci sebep, sana en az bir can borcum olması. Ve biliyorum ki bu çok azını da olsa öder.” Harry’nin kaşları daha da çatılıyordu. Belli ki bu hoşuna gitmemişti.
“Üçüncü sebep,” dedi ve durdu Draco ama kendini devam etmeye zorladı, “yalnızca merak.” Harry’nin yüz ifadesi değişti, dikkatli bir şekilde boş bir hâl aldı. Draco ona gözlerini kısarak bıktı. “Senin hayranlarının merakı gibi değil,” diye ekledi Draco çünkü belli ki bu net değildi. “Ben tüm vakalarımı merak ederim çünkü hepsi eşsiz birer zorluk sunarlar. İşimin bu kısmını seviyorum; bulmacalar çözmeyi, labirentlerde dolaşmayı seviyorum.” Draco yine durdu, Harry’nin gözlerindeki o dikkatle tedbirli bakışın yavaş yavaş geçmesini izledi. “Ve tabii ki senden gelecek zorluğu merak ediyordum. Bugüne kadar senden gelen hiçbir meydan okumayı görmezden gelemedim.”
Harry onu izlemeye devam etti, sözlerini sindirdi. Draco kendini bitirmeye zorladı.
“Ve son olarak,” diye devam etti, “sana, tanıdığın o zalim, şımarık çocuktan çok daha fazlası olduğumu gösterme fırsatını istedim.” Harry’nin dudakları şaşkınlıkla aralandı. “Senin fikrin benim için önemli, hep öyleydi,” diye mırıldandı Draco, “benden nefret etmene ve benimle kavga etmene sebep olduğum zamanlarda bile bir rakip, bir düşman olarak saygınlığını kazanmıştım. Çocukken kindar bir şekilde bundan zevk alıyordum. Ve sonra her şey boka sardı, babamın başka bir canavarın ayaklarını öpen bir canavar olduğu ortaya çıktı, bildiğim her şey altüst oldu. Bunu daha önce görmüş olmayı, senin beni daha farklı şekilde görmeni sağlamış olmayı diledim. Ama artık çok geçti ve ben korkağın tekiydim. Berbat şeyler yaptım, mazur görülemez şeyler,” engel olamadan ürperdi. “Ve sonra sen tüm dünyayı şaşırtıp benim için tanıklık ettin ve ben nedenini anlamadım ama elde edebileceğim en iyi şeyin bu olduğunu düşündüm. Emindim ki asla seni... seni tanıma fırsatı elde edemeyecektim, senin beni tanıman fırsatını. O yüzden hiç denemeye uğraşmadım. Ta ki Weasley dün beni sabahın köründe uyandırıp, terliklerimle dalga geçip yardımımı isteyene kadar.” Draco, Harry’nin gözlerine baktı. Yemyeşillerdi ve Draco’nun cam odasındaki yapraklara vuran güneş kadar parlaktılar ve çok yoğun bakıyorlardı. “Ve işte buradayız.”
Harry, Draco’nun dürüstçe cevap vermiş olmasına şaşalamış görünüyordu. Şoku yüzünde barizdi, elleri hâlâ kalemi tutuyordu, hâlâ dikkatle not defterinin üzerindeydi, sanki orada olduğunu unutmuş gibi.
“Dürüstçe cevap vereceğimi söylemiştim,” diye tekrar hatırlattı Draco çünkü görünüşe bakılırsa Harry ona inanmamıştı. Bundan sonra inanacağını umuyordu. Draco dürüstlük konusunda çalışmıştı ama Harry’yle olunca hâlâ daha ağır, daha zor geliyordu. Daha önemli.
“Şey sorabilir miyim...” Draco tereddüt etti. “Yanıtlamak zorunda değilsin çünkü bu, anlaşmamızın bir parçası değildi. Ama merak ediyorum da neden...” dudağını ısırdı, kelimelerini seçti. “Neden aramızdaki geçmişe rağmen, dünyada başka bir sürü Şifacı Zihnefendar olmasına rağmen benimle çalışmayı kabul ettin?”
Harry hemen yazmaya başladı.
Bunun hemen düzelmesi lazım. Sorumluluklar
Draco başıyla onayladı. “Tahmin etmiştim,” diye mırıldandı. “Ama beni eğiten Şifacılar daha deneyimliler, daha hızlı olabilirlerdi.”
Harry’nin dudakları kıvrıldı, tekrar defterini çevirdi ve bir dakika kadar daha yazdı.
İyi iş çıkarmaya teşvikin olduğunu biliyordum—ün
“Bu doğru,” diyip başıyla onayladı yine Draco, “ve sadece başarısız olursam veya iyileşmeni sabote edersem beni mahvedebileceğinden değil.”
Harry’nin elleri deftere can simidi gibi tutunuyorlardı ve kendisiyle bir konuda savaşıyor gibi görünüyordu. Defteri yine kendine çevirdi ve bir kez daha yazdı.
Bir de merak ettim
Draco, dinleyen kim varsa ona yanaklarının kızarmaması için dua etti. Merlin itibarını korusun, Harry Potter onu merak ediyordu. Ya da belki işini. Ya da alçaklık yapmıyorken neler yaptığını. İçinin ısınmasını kabullendi ve bunu aklından attı.
“Gayet makul,” diye yanıt verdi. Harry’nin dudakları kıvrılıp ufak bir gülümsemeye dönüştü ve Draco da karşılık verdi.
“Şimdi işe dönelim,” diye duyurdu; kendine gelip derin, sakinleştirici bir nefes aldı. “Bana bariz bir şekilde ipucu gibi görünen bir şey görmedim ama anılar biraz hızlı geçiyorlardı. Yarın tekrar girdiğimizde daha fazla meditasyon yapacağız. Kafandaki şeylerin yavaşlamasına yardımcı olur. Daha dikkatli bakabilirim. Ama bugünlük işimiz neredeyse bittiğine göre o bar anılarını almama ne dersin?”
Harry, ağır yüklü anı geride bıraktıkları için memnun görünüyordu ve hızlıca başıyla onayladı. Draco asasını kaldırdı.
“Bu biraz fazla gelebilir ama arkana yaslanıp atlatmaya çalış, olur mu?” Göz teması kurup Harry’nin onaylamasını bekledi. “Legilimens.”
Küçük bir Harry ocak başında duruyor. Yemek yanıyor, bir kadın kulak tırmalayan bir sesle bağırıyor.
Hermione bir büyücü çadırının ortasında onunla dans ediyor, gözleri yaşlı.
Robards ona bağırıyor. “Sen burada Seçilmiş Kişi değilsin, artık tek başına kötülükle savaşmıyorsun, Seherbaz Potter! Seherbaz dostların sahada sana güveniyorlar ve sen de onlara güvenmelisin!”
“Sorun yok,” diye tekrarladı, neyi teselli etmeye çalıştığından emin değildi. “Bizi doğru yola sokacağım, bekle.” Odaklandı, ne aradığını hayal etti. Hemen benzer bir görüntü gördü ve yakaladı, asasına daha fazla bulmayı emretti.
Anılar hızla geçmeye başladılar ama Draco akışı durdurdu, her birinde bir saniye bile durmadı.
İçeri girerken barmen ona gülümsüyor. “Yine mi geldin, Harry?”
Harry gülüyor. Barmen ona bir bardak sek viski dolduruyor. “Beni fazla iyi tanıyorsun, John.”
Draco hâlâ anıyı izlerken asasını karmaşık bir şekilde salladı ve anı ondan uzağa akmaya başladı. Draco’nun, anının kendisini Harry’nin kafasından çıkarıp rafındaki boş şişeciğe uçtuğunu bilmesi için bunu görmesine gerek yoktu. Devam etti.
Kıvırcık, kahverengi saçlı ve açık mavi gözlü bir adam ona gülümsüyor. “Sana içki ısmarlardım ama bayağı içmişsin ve sana yetişebilmem için senin bana almanı tercih ederim.” Göz kırpıyor.
Sarhoş bir kadın yanına oturuyor ve eski sevgilisi hakkında konuşup duruyor. “Teşekkürler,” diyip iç çekiyor. “İyi bir dinleyicisin.”
“Tanıdık görünüyorsun,” diyor sarışın bir adam. “Daha önce tanıştık mı?”
Draco asasını sallıyor.
“Yasal yaptırım işinde misin?” diye soruyor soluk tenli bir kadın. “Tabii ki daha önce hiç tanışmadık ama öyle bir tipin var. Doğru mu bildim?”
Salla.
“Hadi, Harry,” diyip ona gülümsüyor iri yapılı bir adam, o esnada Harry bir dart tahtasından okları topluyor. “Senin üzerine bahse girdim. Neler yapabileceğini biliyorum.” Ona göz kırpıyor.
Salla. Daha fazla anı geçti; Harry barda, barmenle havadan sudan konuşuyor. Erkekler ve kadınlar onunla konuşuyorlar ama onunla ilgilenmiyorlar, sürekli kendilerinden bahsediyorlar. Harry onların sorularından kaçınıyor ve bardan tek başına ayrılıyor.
“Çok gizemlisin,” diyor koyu kahve tenli bir adam, yüzünde ufak bir gülümseme var. “Seni tavlamaya falan çalışmıyorum. Seni ilginç buluyorum, seni tanımak istiyorum.”
Salla.
“Ee, sen hangi savaştaydın?” diye soruyor yanına gelip duvara yaslanan, ondan yaşlı bir adam. Harry aniden başını çeviriyor, adamın üzerinde bir asa arıyor ama görmüyor. “Ben anlarım,” diyor adam. “Benim hissettiğim gibi görünüyorsun.”
Salla. Ve böyle devam etti. Harry’nin hayatıyla ilgilenen herkes etkili bir biçimde kafasından çıkarılıp şişeciğe akıtıldı. Tekrarlanan yüzler de, saldırganın muhtemelen gizli kalacağını düşünse de. Onu tanımak veya tanımamak veya ondan ne kadar saklandığı hakkında bir şeyler diyen herkes. Saldırgandan tanıyabileceği ses tonlamaları aradı ama sesini de sakladığını tahmin etti.
Harry omzunun üzerinden bakıyor—sarışın bir kadın elinde bir içkiyle barın öbür ucundan ona bakıyor. Bütün gece bakıyor, asla yanına gelmiyor, ta ki Harry ensesinde diken diken olan tüylerden rahatsız olup oflayarak kalkıp gidene kadar.
Salla. Draco, Harry’nin onu cesaretlendirdiğini hissetti; sessiz bir evet hissi. Belki ona bakıp duran insanlar sık sık oluyordu. Draco aceleyle anıları gezdi; o rahatsızlık hissini, izleniyor olma hissini aradı ve şişeciğe birkaç tel daha attı. Akışı durdurdu, kendi düşüncelerinin kontrolü yine ona geçtiği için Harry yetişsin diye bir saniye durdu ve çıkıp asasını indirdi.
Draco kendine geldi, normal rutinini yaptı, bacaklarını ovdu, saçını, parmaklarına baktı, yara izini hissetti, sol koluna dokundu. Gözlerini açtığında Harry çoktan yazmaya başlamıştı.
Ne yapıyorsun?
“Aa,” dedi Draco, “demin vücudumla yaptığım şey mi?” Harry başıyla onayladı.
“Ben ıı...” bunu kulağa deli gibi gelmeden nasıl ifade edebilirdi? “Kendi vücuduma dönüyorum, aslında,” diye denedi. “Benim bitip diğer kişinin başladığı yerin sınırları bazen bulanıklaşabiliyor ve o sınırları mümkün olduğunca korumak çok önemli. Birinin kafasından çıktığım her seferinde bunu yapıyorum, kendi vücudum hakkında bildiğim şeyleri yokluyorum ve o sınırları tekrar teyit ediyorum.” Harry dikkatle dinledi, gözleri koltuğunda oturan Draco’nun vücudunu gezdi, o da kendince yokladı.
“Ellerim sıklıkla bacaklarıma düşer, o yüzden onlara epey aşinayım,” diye açıkladı Draco tekrar bacaklarını ovarak. “Doğal olarak kendi saçımın nasıl hissettirdiğini, onun benim olduğunu biliyorum. Köprücük kemiğimde, burada bir yara izim var,” parmağını tekrar gömleğinden içeri soktu ama kumaşı hareket ettirmedi, “ve sol kolumda da Karanlık İşaret’ten kalan şey var; o, iyileştirdiğim kişide olması ihtimali çok düşük olan bir şey; o yüzden kendim olduğumu biliyorum.”
Harry anlayışla yavaşça başını yukarı aşağı salladı, gözleri hâlâ Draco’nun vücudunda geziyordu. Başparmağı dalgınlıkla sağ elinin tersindeki yara izlerini ovaladı.
Draco ayağa kalktı ve raftan şişeciği alıp ağzını mantarla tıkadı. İçindeki anıların bolluğuyla gümüş parlıyordu. Harry’ye verdi, o da dikkatle aldı, yüzünde biraz hayran kalmış bir ifade vardı.
“Bu, başlangıç için yeterli olmalı,” dedi Draco ve anıları filtrelerkenki kriterlerini açıkladı. Harry başıyla onayladı, gözleri hâlâ dönüp duran telleri izliyordu. “İhtiyacın olursa veya başka bir kritere karar verirsen sonra tekrar bakabiliriz.”
Harry düşünceli bir şekilde ona döndü. Bir süre birbirlerini izlediler.
“Bugünlük işimizi bitirmeden önce sormak istediğin başka bir şey var mı?”
Harry biraz düşündü, dudağını ısırdı, sonra başını iki yana salladı. Draco koltuğuna geri oturdu.
“O zaman bir meditasyon daha yapıp bitiriyoruz; bu, senin zihnindeki kontrolünü ve vücudunun bağımsızlığını teyit etmene yardımcı olmalı. Bu seferkini sana ben yaptıracağım ama bugünden sonra bitiş meditasyonunu kendin yapacaksın. Kendine nasıl döndüğünü benim belirlememem önemli, anladın mı?” Draco kısa bir an durup ekledi, “Ayrıca bir süre sonra kafanda benim sesimi duymaktan epey bıkacaksın. Bu kısmı kendi başına yapmak isteyeceksin.”
Harry ona sırıttı, arkasına yaslanıp rahat etti, ellerini dizlerine koydu ve gözlerini kapadı. Nefes alış verişi yavaşladı ve Draco nefeslerini saydığını anlayabiliyordu; dört saniye içine çekiyor, iki saniye tutuyor, dört saniyede nefes veriyor ve tekrarlıyordu.
Draco onu yönlendirdi, vücudu hakkında bildiği şeylere dokunmasını söyledi, doğum lekelerine ya da yara izlerine. Elinin tersindeki, Draco’nun göremediği o yara izini ovdu; göğsünün üstünde bir taneyi ve sol pazısındaki bir taneyi. Harry’ye en sevilmiş, en evde hissettiği anları düşünmesini söyledi ve bunun Harry’nin yüzünde oluşturduğu ufak gülümsemeden keyif aldı. Harry’ye istediği şeyleri düşünmesini söyledi, hatta sonrasında sevdiği şeylere geri dönebilecekse gerekirse nefret ettiği şeyleri. Harry’ye başarılarını düşündürttü—kendi favori başarılarını, Büyücülük Dünyası’nın onun en büyük anları olarak düşündüklerini değil; bunu açık etti. Harry’den kendi hakkında en sevdiği şeyleri düşünmesini istedi ve bu, Harry’nin odaklanıp kaşlarını çatmasına sebep oldu. Belli ki bunda zorluk çekiyordu.
Sonunda Harry’ye düşüncelerini ona doğal gelen bir şekilde akmaya bırakmasını söyledi, onları kontrol etmeye çalışmayıp yalnızca zihninin alışık olduğu gibi akmasına izin vermesini ve hazır hissettiğinde gözlerini açmasını. Harry birkaç dakika daha nefes alıp verdi ve sonra gözlerini açtı, Draco orada bekleyip onu izliyordu. Harry yine ona gülümsedi ve Draco da karşılık verdi, sessizce Harry’nin ona öfke veya tiksinti dışında bir şeyle bakmasının ne kadar güzel hissettirdiğinin tadını çıkarıyordu.
“O defteri burada bırak,” dedi Draco ona. “Seanslarımızda kullanabilirsin ama bu odadan çıkmayacak.” Harry not defterini sehpaya koydu ve Timsy’nin tepsisinden çikolata kaplı bir bisküvi aldı. Draco sırıttı. “Güzel, almasan Timsy fena alınırdı.”
Harry’yi ön kapıya kadar geçirdi ve deri ceketini duvardaki askıdan alıp giymesini izledi. Harry bir elini saçından geçirdi ve Draco’ya dönüp sıkışmak üzere elini uzattı.
Draco nazikçe elini sıktı. “Perşembe,” diye hatırlattı. “Sabah dokuzda.” Harry başıyla onayladı.
“Görüşürüz, Harry.” Kapıyı açarken Draco’nun dudağının kenarı yukarı kıvrıldı ve Harry de hemen gülümseyip dışarı çıktı. Draco arkasından kapıyı kapadı, veda falan duymayacağını biliyordu. Karşılık duymadan birine veda etmek gerçekten de tuhaftı.
Ama buna alışacaktı.
Korumaların titreştiğini hissedene kadar orada, eli kapı kulpunda durdu; sonra derin bir nefes verdi; bütün gün çalışmasını ağırlığı sonunda üzerine çöktü. Duygusal, fiziksel ve sihirsel olarak bitkin hissediyordu.
“Timsy,” diye mırıldandı. Cin cisimlenmek yerine sadece kafasını oturma odasından çıkarıp ona baktı. Draco buna minnettardı. “Lütfen beni akşam yemeği vaktinde uyandırır mısın?”
“Evet, Draco Efendi,” diyip oturma odasına geri girdi Timsy. “Efendi asla uyuması gerektiğinde uyumayı öğrenmiyor, asla öğrenmiyor,” diye mırıldanıp durduğunu duyduğunda Draco hafifçe gülümsedi.
Yatağı onu karşıladı ve kıyafetlerini doğru dürüst çıkarmaya uğraşmadan örtülerin altına girip derin, rüyasız bir uykuya daldı.
Chapter 3: Üçüncü Bölüm
Notes:
Bu bölüm Veritaserum ve geçmişteki kötü muamele anıları/geri dönüşleri/göndermeleri içerir. Sadece bir uyarı!
Chapter Text
Üçüncü Bölüm
Draco elleri belinde durup çalışma odasındaki kara tahtaya somurttu.
Kim? çizgisinin altındaki notlara ‘çılgın hayran?’ eklemişti çünkü mümkündü. Hatta çok mümkündü.
Kim?in yanında yeni bir bölüm vardı, Neden? çünkü her lanetin bir amacı olurdu ve bu göt herifin de Harry’yi dilsizlikle zor durumda bırakmak dışında bir gayesi olmalıydı. O kâhin tarzı saçmalamalarıyla kulağa öyle de geliyordu. Bu bölüm yarı düşünülmüş karalamalarla doluydu, bir siyasi figür olarak HP’den kurtulmak, küçük düşürme, kahramanlık statüsü hakkında kuşkular ve mantıklı olmayan diğer ufak notlar gibi.
Günlerdir üzerine düşünmesine rağmen hâlâ Draco’nun bir fikri yoktu. Saldırganın, Harry’nin çoğunluğu memnun etmek için kahraman rolünü oynaması ve kimsenin aslında onu tanımaması hakkında söylediği her şeyi düşündü. Ama ne olmuş yani? Demek ki özel hayatını saklayan bir adamdı ama insanların örnek aldığı bir savaş kahramanı olarak muhtemelen zorunluluğu olarak gördüğü her şeyi yerine getiriyordu. Bu nasıl başkasına sorun olabilirdi? O kişi mi onun yerine göz önünde olmak istiyordu? Bir çeşit siyasi bir gündemi mi vardı? Sadece Harry’nin rolünü yapmasını izlemekten mi sıkılmıştı?
“Gördüm, tanınacaksınız.” Tamam, yani bir rüya veya görü gördü veya geleceği ziyaret etti ve birinin gerçek Harry’yi tanıdığını gördü. Bu ayrıcalığı kendine mi istiyordu? Ya da başka birine? Ve en önemlisi, Harry’nin sesini saklamak birinin onu tanımasına nasıl yardımcı oluyor?!
Tabii... Draco daha da somurttu. Harry’nin sesini saklamak iyileşme seçeneklerini epey sınırlıyordu. Bu gerçekten yalnızca bir Şifacı Zihnefendar’ın ilgilenmesi gereken bir şeydi ve Zihnefend de birini tanımak için gerçekten de çok hızlı ve yoğun bir yoldu. Ama Zihnefend birini tanımak için kullanılmamalıydı, korkunç derecede istilacı bir davranıştı ve yanlış yapılırsa tehlikeli olabileceğinden bahsetmeye bile gerek yoktu. Draco kesinlikle yalnızca onu tanımak için ona büyü yapan bir Zihnefendar’a güvenmezdi. Öfkelenirdi ve piçe bunun yerine yalnızca normal bir insan gibi gidip bir şeyler içmeyi teklif etmesinin yeterli olacağı hakkında söylenirdi. Böyle biriyle hiç muhatap olmak istemezdi.
Ama eğer saldırgan, birinin Harry’yi tanıyacağını öngördüyse onun bir Şifacı Zihnefendar’a görüneceğini de öngörmüş ve bu etkileşimi garantilemek için ona bir şey yapmış olabilirdi. Draco’nun İngiltere’deki tek Şifacı Zihnefendar olduğuna bakılırsa saldırganın bile isteye Harry’yi Draco’ya itmiş olması bile mümkündü. Saldırganın son sözlerini düşündü, hafif heyecanını ve beklentisini: “Bu anıyı saklayacağım için de özür dilerim ama endişelenmeyin. O, bulacak.”
O kayıp anıyı bulmanın ne kadar kolay olduğunu düşündü, anının nasıl onu zorla içeri sürüklediğini ve bulmacaya, çözmek istediği gizemlere bağladığını. Midesine kurşun gibi bir şey dolduğunu hissetti—bu lanet Harry’yi ilgilendirdiği kadar Draco’yu da ilgilendiriyor olabilirdi. Ne kadar da şanslıydı.
İçten içe Harry’nin, eğer en iyisini bildiğini iddia eden birinin zoruyla Draco’yla bir araya getirildiğini öğrenirse sinirden kuduracağını biliyordu. Çocukluğu bir kehanet yüzünden mahvolmuştu, bir diğerinin de onun peşinden yetişkin hayatına gelmesi hiç adil değildi. Hayatının çoğunluğunu bir piyon olarak geçirmişti ve muhtemelen artık elinde olan özgür iradesine ve bağımsızlığına fazlasıyla önem veriyordu.
En kötüsü de, o ilk başta Draco’yla görüşmek istememişti. Eğer Harry, birinin onun Draco’ya gitmek zorunda kalacağını bildiğini düşünürse anında bunu Draco’nun sağlamış olduğundan şüphelenirdi.
“Ama endişelenmeyin. O bulacak.” “O”, kulağa bir arkadaş veya bu kişinin tanıdığı biri gibi geliyordu. Eğer Harry, saldırganın Draco’yu tanıdığına inanırsa Draco muhtemelen yakın gelecekte Azkaban’a geri dönüşü olmayan bir yolculuk yapardı. Kahrolası Görücüler.
Ve eğer biri gerçekten Harry’yi Draco’ya ittiyse bunu kesinlikle kalbinin temizliğinden veya Draco’nun iyiliğini düşündüğünden yapmamıştı. Bu Draco’ya iş bulmak için berbat bir plan olurdu, zaten ihtiyacı da yoktu, kendi başına gayet iyi idare ediyordu. Hayır, biri Draco’nun, Harry Potter’ın üzerindeki bir lanetle ilgilenmesini istediyse bunun amacının suçu Draco’ya atmak olması daha olasıydı. Kimsenin bu suçlamaya karşı çıkmayacağından emindi, özellikle de suçlama Kurtarıcı’dan geliyorsa. Kimse sorgulamazdı. Draco’nun üzerine bir korku çöktü—bu, berbat bir fikir olmuştu.
Ama o gün perşembeydi, saat neredeyse sabah dokuz olmuştu ve bu oda, bu mabet, dürüstlük için yapılmıştı. Draco şüphelerinden bahsetmek zorundaydı, bunlar Harry’nin saldırmasına ya da kaçmasına sebep olabilecek olsa bile.
Harry ona inanır mıydı ki?
Draco kabullenmişlikle iç geçirdi, kendini toplayıp olduğu o profesyonel kişi hâline gelmeye çalıştı ve yarı boş kahve kupasına baktı. Harry’yi doğruyu söylediğine inandırabilmesinin bir yolu vardı ama bu fikirden nefret ediyordu.
Pencereye gitti; perdeleri açıp gri, sisli günü açık etti. Harry’nin gelişiyle korumalarının titreştiğini hissettiğinde lacivert gömleğindeki kırışıklıkları düzeltti. Harry Potter’ın dâhil olduğu hiçbir şey basit olmazdı, bunun da her an ters gidebilecek olmasına şaşırmamalıydı.
Harry odaya girdi, kapıyı sessizce arkasından kapadı ve Draco’ya başıyla selam verdi. Odayı yine hızlıca gözden geçirdi ama ilk seferki kadar detaylı incelemedi. Harry artık burada birazcık daha rahattı ve bu, Draco’nun birazdan onunla paylaşmak zorunda olduğu şey yüzünden gerilmesine sebep oluyordu.
“Harry.”
Harry, Draco’nun gergin vücut dilini fark ediyordu; gözleri Draco’nun gergin gözlerinden kahve kupasını sımsıkı tutan beyaz eklemlerine gidiyordu. Bu da Harry’yi de geriyordu. Harry’nin sağ eli seğiriyor, asasını kotunun cebinden çıkarmak istiyordu. Umutlu bir başlangıç değildi.
“Düşünüyordum ve saldırganın hakkında aklıma olası bir teori geldi, açıkçası benim ödümü koparan ve senin beğenmeyeceğinden emin olduğum bir teori.” Draco, korkusunun yüzünden çok okunmadığını umdu. “Ama sana burada dürüst olacağımı söyledim ve olacağım.” Masasının arkasına gitti, kahvesini bıraktı ve kilitli başka bir çekmece açtı, içinde çeşit çeşit bir sürü iksir vardı. Ağzı sıkıca kapatılmış, şeffaf bir sıvıyla dolu ufak bir cam şişeyi alıp kaldırdı.
Harry Veritaserum’u tanıdığında gözleri kocaman oldu ama Draco sessiz olacak da olsalar karşı çıkışlarını durdurmak için elini kaldırdı.
“Önce sana teorimi açıklayayım ve bitirdiğimde sorularını cevaplamak için Veritaserum’u içeceğim. Sana daima tamamen dürüst olacağımı söylemiştim ve buna güvenmelisin de ama bu durumda ekstra güvenceden memnun kalırsın diye düşündüm.”
Draco not defterini aldı ve ateşin yanındaki koltuklara gitti, Harry’ye de onunla gelmesi için işaret etti. Draco yine sırtı kapıya dönük olan koltuğa oturdu. Harry’nin de karşısına oturmasını bekledi. Harry temkinle oturdu, gözleri Draco ve sehpadaki ufak şişe arasında mekik dokuyordu. Draco derin bir nefes aldı.
“Tamam. Saldırganın söylediklerini ve yaptıklarını düşünüyordum ve en başından sana saldırmasına sebep olan bu ufak kehanet her neyse onunla bir alakam olması ihtimali var.” Harry aniden geri çekildi. Draco bunu bekliyordu ama devam etti.
Draco bildiğini düşündüğü her şeyi, kişinin Harry’ye bu şekilde saldırmasının olası sebeplerini, onu bir Şifacı Zihnefendar görmeye, Draco Malfoy’u görmeye zorladığını açıkladı. Harry’ye söylediği tuhaf, bir kehanetten bahsediyormuş gibi sözleri. “Tanınacaksınız.” “O, bulacak.”
Harry dikkatle dinledi, yüz ifadesi öfke ve azim arasında bir yerdeydi. Draco o ifadeyi okuldan tanıyordu ve tam o an biriyle kavga etmek istediğini biliyordu. Draco bu kişinin kendisi olmadığını, Harry’nin ona iksiri içip tüm gerçeği anlatma fırsatı tanıyacağını umdu. Ama bunu yapmazsa da anlardı. Aralarındaki güven hâlâ çok yeni ve çok kırılgandı ve daha şimdiden sınanıyordu.
Draco, teorisini açıklamayı bitirdi; Harry’nin yüzünü dikkatle izledi ve sehpadan iksir şişesini aldı. Harry bunu temkinle izledi.
“Şimdi, eğer haklıysam, ve bu teorinin kulağa nasıl geldiğini biliyorum, muhtemelen benim seni lanetleyen kişi her kimse onunla bir alakam olduğunu, seni bana getirtmek için bunu ona benim yaptırdığımı falan düşünüyorsun. Pazartesi günü sana hep birbirimizi düzgünce tanımamız için bir fırsat istediğimi ama bunu asla gerçekten elde edeceğimi düşünmediğimi söylediğimi biliyorum. Bununla bir alakam olsa muhtemelen bunun seni şaşırtmayacağını da biliyorum. Benden bekleyeceğin şey bu, dünyanın bir Malfoy’dan bekleyeceği şey de bu ve eğer sen beni suçlarsan kimse bunu sorgulamaz.” Harry kaşlarını çattı, sanki elinde ne tür bir güç olduğunu bilmiyormuş gibi, aptal.
“Sana doğruyu söylediğimi bildiğinden emin olmak istiyorum.” Şişeyi Harry’ye verdi. “Kontrol et,” diye emretti. “Seherbaz-kalitesinde Veritaserum, Bakanlıktan çıkma.”
Harry ona şüpheyle baktı ama asasını çıkarıp şişeye tanı tılsımlarını yaptı, Veritaserum olduğunu saptadı. Draco, Harry şişeyi tanıyor bile olabilir mi diye merak etti. Kesinlikle Seherbazların kullandıklarıyla aynıydı, biliyordu. Onlardan kendisi aşırmıştı.
Kontrollerinden memnun kalmış görünerek şişeyi Draco’ya geri verdi, Draco da hemen mührü kırdı, mantarı çıkardı ve tüm şişeyi kafaya dikti. Ağzında ağır akan, ılık bir su gibi hissettirdi ve Draco anında etki ettiğini hissedebiliyordu. Gözlerini sımsıkı kapadı, çaresizce engel olmaya çalıştı ama şu an kafası güzel hissediyordu ve bu yalnızca daha da midesini bulandırıp onu daha da panikletmeye yaradı. Merlin, bu iksiri kendi üzerinde kullanmayı asla planlamamıştı, yalnızca bir gün lanetlenmiş bir hastaya yardımı dokunur diye düşünmüştü. Özel olarak bu hasta için yapmayı göze aldığı şeylere kendisi de şaşırıyordu. Draco, Bakanlıktaki vaktinden sonra bir daha asla böyle hissetmek istememişti.
Kafasını kaldırıp Harry’ye baktı; Harry yalnızca ona kocaman gözlerle, dişlerini sıkarak bakıyordu. Elleri önünde gergince duruyordu, sanki Draco’yu yakalamak istemiş de yarı yolda vazgeçmiş gibi.
“E yazmaya başlasana,” diye tersledi Draco.
Harry’nin kalemi hemen kâğıda gitti, öfkeyle yazıyordu. Defteri döndürdü.
Yalnızca 3 damla gerekliydi!! Neden hepsini içtin?
Okumayı bitirir bitirmez kelimeler Draco’nun kontrolünde olmadan ağzından çıkmaya başladılar. “Çünkü bana inanmaman riskini almak istemedim,” dediğini duydu Draco ve evet, doğruydu ama iksir daha fazlasını istiyordu, o yüzden tamamladı, “ve çünkü benim üzerimde normalde bu kadar kullanmışlardı, o yüzden senin de o kadar kullanmamı isteyeceğini tahmin ettim.”
Harry tekrar yazmaya başladı, hararetli bir biçimde başını iki yana sallıyordu.
Daha önce bunu senin üzerinde kim kullandı?
“Sihir Bakanlığı.”
Bakanlıktan kim?
“Seherbazlar. Ruhsatçılar. Büyüceşûra. Harry, bu—“ —önemli değil demek istemişti ama herhâlde bu doğru değilmiş ve kelimeleri dudaklarından dökülmeye zorlayamadı. Harry yazmaya devam etti ve artık bu noktada defter sürekli Draco’ya dönüktü ki Harry koltuğunun kenarında tuhaf bir şekilde oturup yazarken o da okuyabilsin.
Birine sesimi saklamasını veya beni lanetlemesini söyledin mi?
“Hayır,” dedi Draco şiddetle çünkü bu doğruydu ve iksir de bunu biliyordu.
Bana bunu kimin yaptığını biliyor musun?
“Hayır.”
Benim hakkımda bildiğin bir kehanet var mı?
“H—“ İksir yine onu durdurdu, belli ki Harry hakkında bildiği bir kehanet vardı. “Evet,” demeyi denedi. “Senin Voldemort’u öldürebilecek kişi olduğunu söyleyen bir kehanet olduğunu biliyorum ama tam olarak ne dediğini bilmiyorum. Başka bildiğim yok.”
Hiç Görücü biliyor musun?
“H—öf. Trelawney. Ama o sayılm—” Bunu da tamamlayamadı.
Neden bana yardım etmeyi kabul ettin?
“Çünkü etmek istedim,” kelimeleri Draco’nun ağzından döküldü. “Çünkü bir Şifacı olarak etmem gerektiğini biliyordum, çünkü sana bir can borcum var, çünkü bu zorluğu istedim, çünkü bir sürü fırsatı mahvettikten sonra seni gerçekten tanıma fırsatını ve senin de beni dönüştüğüm bu adam olarak görmeni istedim.” Draco’nun nefesi kesildi. İksir konuşurken nefes almasına izin vermemişti. Harry’nin diğer sorularının daha kısa yanıtlar gerektirdiğini umdu.
Harry bir an ona baktı, nefes alması için biraz bekledi. Draco ara verdiği için minnettardı. Kendine eğer Harry’nin güvenini kazanması için bunu yapması gerekiyorsa o zaman buna değer olduğunu söyledi. Ama bu, bununla başa çıkmasını kolaylaştırmadı. Harry tekrar kalemi kâğıda götürdü.
Biz neredeyiz?
“Çalışma odamda, evimde, Devon’da.”
Evli misin? “Hayır.” Sevgilin var mı? “Hayır.” Cidden neden olsundu ki...?
Herhangi bir Karanlık Nesne’n var mı?
“H—” demeyi denedi. “Evimde yok,” diye düzeltti iksir. “Henüz erişimim olmayan, bana miras kalacak olan bazı nesneler varmış. Ben onları istemiyorum.”
Nerede doğdun?
“Wiltshire’de, Malfoy Malikânesi’nde.”
İlk nerede tanıştık?
“Hog-” hayır. “Madam Malkin’in dükkânında ama o zaman onun sen olduğunu bilmiyordum.”
Harry’nin gözleri gülümsüyordu ama ağzının bir kenarı endişe veya konsantrasyonla aşağı dönüktü. Sonraki sorusunu yazarken biraz neşelenmiş görünüyordu.
Patronus’un ne?
“Bir bülbül.”
Onu yaratmak için hangi anıyı kullanıyorsun?
Kahretsin. Draco dudaklarını birbirine bastırmayı denedi ama işe yaramadı. Bu çok utanç vericiydi. “Bir anı değil,” dedi Draco gerçek, ağzından çıktığında, zar zor nefes alarak. “Bir rüya. Bir fantezi.”
Şiddetle başını iki yana salladı, iksirin bunu kabul etmesini umdu ama kelimelerin boğazına dizildiğini hissedebiliyordu. “Rüyamda yatakta çıplak olduğumu görmüştüm, arkamda kıvrılmış bir adam vardı. Sabahtı, yeni uyanıyorduk, yanlarımı okşuyordu, parmaklarımızı birbirine geçiriyordu, beni kendine çekiyordu. Göğsünün sıcaklığını sırtımda hissedebiliyordum ve ereksiyonunu götümde—” Draco şimdi inledi çünkü bir hastasına bir fantezisini anlatıyordu ve midesindeki sert, acılı çekişe bakılırsa bu hiç etik değildi. Nefesi kesildi ve öne eğildi, karnını tuttu ve hızlı hızlı nefes alıp verdi ama iksir bu acıya rağmen onu devam etmeye zorladı. “—ama sevişmiyorduk. Yalnızca birlikte yatıyorduk ve burnu saçlarımdaydı ve kulağıma bir şey fısıldıyordu ve kim olduğunu bilmiyorum ama onu sevdiğimi ve onun da beni sevdiğini biliyordum. Gerçek değil. Ama hissettiğim mutluluk öyleydi ve bu da cismani bir Patronus yapmama yetti.”
Draco’nun elleri şiddetle titriyordu ve saçlarının terden alnına ve ensesine yapıştığını hissedebiliyordu. Karnındaki acı devam etti, sanki biri içine uzanıp organlarını yumruğuna almış ve çeviriyormuş gibiydi. Elleri yanlarını tuttu; kolları korumacılıkla, yenilmişlikle karnının üzerinde kıvrıldı.
Draco sallanırken kafasını kaldırıp ona baktığında Harry’nin gözleri kocaman ve telaşlıydı, bir eli sanki Draco’ya dokunacakmış gibi uzanmıştı—ne sebeple olduğunu Draco bilmiyordu. Neredeyse... pişman olmuş mu görünüyordu? Korkmuş mu? Draco da vaftiz kızı bebekken onu güldürmek için bir surat yapıp onu ağlattığında aynı yüz ifadesini birkaç kez takınmıştı.
Ama Harry elini geri çekti, her ne olduysa ondan kendini toparladı ve omuzlarını kamburlaştırdı. Draco’ya bir kez özür dilercesine baktı ve tekrar yazmaya başladı ve Draco bir hıçkırığa engel olmaya çalıştı çünkü artık korku gerçekti. Ya Harry de tıpkı o gençken ona gülen ve Veritaserum aşırı dozundan acı çekmesini izleyen, sırf eğlencesine ona akıllarına gelen en suçlayıcı ve utanç verici şeyleri soran diğer Seherbazlar gibiydiyse?
Ama Harry’nin not defterinde daha önce kim senin üzerinde Veritaserum kullandı? yazıyordu.
“Seherbazlar, Ruhsatçılar ve Sihir Bakanlığının Büyüceşûra’sı.” Draco’nun sesi kısıktı, kendini bu andan soyutlayıp bunu atlatabilmeyi umuyordu. En azından karnındaki acı geçiyordu.
Bu Veritaserum’u nereden buldun?
“Çaldım,” yanıtı otomatik olarak geldi, “bir Seherbaz üzerime tükürmek için eğildiğinde cebinden düştü. Yanlarında hep çok fazla getirirlerdi. Ben kıvranıyordum, vücudum üzerini örttü.”
Seherbazların isimleri nelerdi?
“Bilmiyorum. Benim yanımda hiç yaka kartı takmadılar.”
Harry’ye bir bakmayı denedi ve dudaklarını sımsıkı birbirine bastırdığını gördü. Çenesinde bir kas seğiriyordu. Yeşil gözleri öfkeyle alevli görünüyorlardı ama nihai olarak endişeliydiler ve Draco aniden Harry’nin onun için öfkeli olabileceğini fark etti, ona kötü davranan Seherbazlara öfkeli. Bu muhtemelen onun sarsılmayan adalet anlayışına tersti—bu, kahraman kompleksinin bir sonucu olabilirdi. Ama Harry hâlâ bir Seherbaz’dı ve Draco çok fazla Veritaserum içmişti ve bu hiç tekrar ziyaret etmek istediği bir dinamik değildi. Alt dudağının titremesini önlemeye çalıştı, Harry’nin yakında soracak sorusunun kalmamasını umdu.
Pazar gününden önce bir daha hiç benimle konuşmayı bekliyor muydun?
“Hayır.”
Düzenli olarak kimlerle konuşuyorsun?
“Timsy, Pansy ve annem, gerçi konuşmam gereken kadar sık değil. Ara sıra Bakan Shacklebolt. İş birliği yaptımızda St. Mungo’nun Lanet Hasarları kanadındaki çalışanlar.” Duraksadı ama belli ki iksir bunun önemli olduğunu düşünüyordu. “Londra’da Öylesine Tatlılıklar adında bir muggle pastanesi var, orada çalışanlarla aram iyi. Timsy sevdiği için sık sık baklavalarından alıyorum.”
Muggle parası kullanmayı nasıl öğrendin?
“Baklavayı almayı öğrendim, başka bir muggle'ın kullandıkları o mavi kâğıt paradan iki taneyle almasını izledim. Gringotts’a gidip bir miktar parayı üzerinde ‘5’ yazan o mavi muggle kâğıtlarına çevirmelerini söyledim, o yüzden artık onlardan elimde bir sürü var. İlk seferinde o gerekli olan iki mavi kâğıdı verdim ve kasadaki muggle bana para üstü vermeye çalıştı ama diğer renklerle veya diğer bozukluklarla ne yapacağımı bilmiyorum, o yüzden onda kalmasını söyledim ve bu hoşuna gitti. Artık bir rutinimiz var, ben içeri giriyorum ve baklavadan istediğimi biliyorlar ve ben onlara iki mavi kâğıt veriyorum ve her seferinde üstü kalsın diyorum ve bana gülümsüyorlar.” İksirin açıklamakta ısrar etmesi için ne tuhaf bir şey, diye düşündü Draco tekrar nefes almaya çalışırken.
Babanla irtibatta mısın?
Dracu’nun dudakları kıvrıldı. “Hayır.”
Onunla en son ne zaman konuştun?
“Sen Voldemort’u öldürdükten sonraki anlarda, Seherbazlar bizi almaya gelmeden önce Büyük Salon’da otururken.”
Harry kaşlarını kaldırdı, kalemi sayfada hızla hareket ediyordu.
Ona yazmıyor musun ya da o sana?
“Hayır, o kendi başarısızlıklarını telafi etmek için beni Karanlık Lord’a sunmayı teklif ettiğinden beri onunla konuşmak istemedim.” Harry yine kaşlarını kaldırdı, muhtemelen Draco’nun “Karanlık Lord”a dönmesindendi.
Harry yine yazıyordu. Şimdiye kadar birkaç sayfa doldurmuştu.
Şu an ne yapmak istiyorsun? Harry yazmayı bitirdiğinde kafasını kaldırıp ona baktı. Ne tuhaf bir soru. Draco kendi bir şey eklemeden iksirin cevaplamasına izin verdi.
“Bu sorgunun bitmesini istiyorum çünkü yine o Seherbazlar gibi hissettiriyor. Uyuyarak Veritaserum’un etkisini atmak istiyorum. Timsy’nin sıcak çikolatasından içmek istiyorum.” Siktir.
Timsy anında üstüne ev yapımı marshmallowlar koyduğu, dumanları tüten iki kupa sıcak çikolatayla odada belirdi; Draco onun hızına ve yeteneğine alışamayacaktı. Ama büyük, yuvarlak gözleri Draco’ya baktı; bir Veritaserum aşırı dozunu (daha) tanıdı ve epey tehditkâr bir bakışla Seherbaz Potter’a döndü.
Ama Harry yalnızca defterini bırakıp ellerini kaldırdı, sonra Timsy’ye bir parmağını kaldırdı. Harry Potter, Draco’nun ev cinine bir dakika diyordu. İnanılmaz.
Draco daha fazla soru bekledi. Sırf Harry yapabileceğinden dolayı büyülü kelepçeler bekledi. Hatta Harry’nin uyumasına izin vermesini bile umdu. Harry’nin eğilip nazikçe Draco’nun ellerini belinden çekmesini, işaret parmakları gömleğinden içeri uzanarak avuçlarının Draco’nun bileklerinin içini kavramasınıysa beklemedi. Draco, Harry’nin parmaklarının sol kolundaki İşaret’in altına değdiğini hissedebiliyordu ve bakakalmaktan başka bir şey yapamayacak kadar şok olmuştu. Vücudu iksirin etkisiyle terliyor ve seğiriyordu—kıvranmaların yakında başlayacağını biliyordu, muhtemelen günün geri kalanında bir şey yapamayacaktı.
Harry’nin şimdi ne çeşit bir numara planladığını merak etti. Eğer bugünlerde Seherbazlar insanları böyle tutukluyorsa belki de o kadar da kötü değildi. Harry’nin elleri sertti ama çok nazik ve çok sıcaktı.
Ve daha da ısınıyordu. Yoksa bu sadece onun kolları mıydı? Hayır, ikisiydi de. Draco, bileklerindeki damarların içinde sıcaklığın arttığını ve kollarındaki kan akışını takip ettiğini hissetti. Başını kaldırıp Harry’nin konsantrasyonla buruşmuş yüzüne baktı, gözleri sımsıkı kapalıydı. Tekrar başını eğip kollarına baktığında Harry’nin parmaklarının teniyle buluştuğu yerde sanki hafif, pembemsi bir parıltı görür gibi oldu, ufuğun şafak sökmeden hemen önceki hâli gibi.
Draco daha da meraklandı; içinden geçmeye devam eden, kalbine ulaşıp gövdesinden tekrar yayılan, bacaklarına inen, boynuna çıkan ve beynine giren ısıya şaşırmıştı, hayran kalmıştı ve biraz da korkmuştu. Aklı bunu anlamaya uğraşmıyordu ve kendi elleri de refleks olarak kendilerini Harry’nin bileklerine doluyorlardı. Başa vuran bir histi ve tekrar terlemeye ve sallanmaya başladığını hissedebiliyordu ama olması gerektiği gibi başı dönmüyordu. Zihni daha berrak gibiydi. Isınmış kanının damarlarında rüzgâr gibi, tropikal bir fırtına gibi aktığını hissedebiliyordu.
Ve sonra gerçekten bunu Harry’nin yaptığını fark etti, Harry kanına bir şey yapıyordu ve eğer zihni şu an berraksa, eğer doğru olmayan şeyler düşünebiliyorsa o zaman Harry asasız bir şekilde büyüsüyle kanındaki Veritaserum’u yakıp yok ediyordu.
Draco böyle bir şeyin mümkün olduğunu bile bilmiyordu. Ama sonuca minnettardı, o yüzden sorgulamadı. Sıcaklık aktı ve onu tamamen doldurdu ve Draco maalesef kasıklarında bir hareketlenme hissetti ama buna yapacak bir şey yoktu, sonuçta Harry kanını ısıtıp vücudunda hareket ettiriyordu ve düşüncesizce büyü gücünü sergiliyordu. Bağları da buna katılıyor olmalıydı çünkü Merlin’e şükür acı yoktu, uyarı çimdiği yoktu.
Birkaç dakika sonra ısı azalmaya başladı ama Draco gözlerini Harry’nn yüzünden ayırmamıştı. Sadece onu izledi, Harry’nin odaklanırken somurtmasını izledi, Harry’nin Draco’yu iyi hissettirmek için aşırı güçlü büyüsünü kullanmasını izledi. Saçının alnının üzerindeki buklelerini izledi, Harry’nin düz burnundan girip çıkan nefesi izledi. Harry’nin büyüsünü böyle hareket ettirmesinin çabasıyla hafifçe gerilmiş omuzlarını izledi, etraflarındaki havadaki yağmur ve ozon kokusunu içinde çekti, ta ki Harry sonunda bileklerini bırakıp gözlerini açana kadar.
Draco kendine gelip “Teşekkür ederim,” diyene kadar ne kadar süre orada oturup birbirlerini izlediklerini, birbirlerini değerlendirdiklerini bilmiyordu ve sesi istediğinden daha boğuk çıkmıştı ama tekrar etmeyecekti. Harry hemen başını yukarı aşağı salladı ve tekrar not defterini aldı, Draco da o esnada kendini yokladı. Bacaklar, saç, yara izi, İşaret, Harry’nin el izleri, bacaklar, saç, yara izi, parmaklar, İşaret, Draco, Harry’nin büyüsü, Draco.
Gözlerini tekrar açtığında Harry’nin not defterinin tekrar ona döndüğünü gördü.
Bana yalan söyle
Draco kendine hafifçe gülümseme izni verdi. “Söylemeyeceğim,” diye yanıt verdi. “Burada olmaz.” Harry’yle göz teması kurdu. Harry’nin dudakları yine ufak bir gülümsemeyle yukarı dönmüştü. “Başardın, her ne ve her nasıl yaptıysan,” diye ekledi Draco. “Çok daha iyi hissediyorum.”
Bunun üzerine Harry’nin gülümsemesi büyüdü ve uzanıp sehpadan bir şey aldı. Eli geri döndüğünde iki sıcak çikolata tutuyordu ve birini Draco’ya verdi. Draco yalnızca o an Timsy’nin gittiğini fark etti.
“Nereye gitti?” diye sordu Draco ve Harry yalnızca omuz silkti.
“Demek ki sana güveniyor,” dedi Draco, etkilenmişti. “Güvende olmadığımı düşünse gitmezdi.”
Draco bir an düşünüp taşındı, sonra içinden aman, siktir et diyip ayakkabılarını çıkardı. Ayaklarını koltukta altına aldı ve o gün ilk defa kendine rahatlama iznini verip lüks sıcak çikolatasını yudumladı, ta ki Harry tekrar defterini ona çevirene kadar.
Burada güvendesin
Draco, Harry’ye gülümsedi; belli ki Draco’nun ilk seansta söylediği sözlerini ciddiye almıştı ve en ihtiyacı olduğunda ona geri sunmuştu.
***
Bu havada iyi uçulmazdı ve Draco hâlâ Veritaserum’dan bitkin hissediyordu, o yüzden gün ortası aralarını içeride geçirdiler. Draco o çileden sonra Zihnefend yapmayı denemedi bile. Sabahı koltuklarında oturup teori tartışarak, kimin böyle saçma gayeleri olabileceği hakkında fikir yürüterek ve bir sonuca varamayarak geçirdiler.
Ama Harry en azından ona inanmıştı ve ona güvenmişti. Ve Draco da Harry onunla öyle ilgilendikten ve ona korktuğunda bile mabetleri belledikleri yerde güvende olduğunu kanıtladıktan sonra Harry’ye güvenmişti. Draco bu güveni neredeyse aralarında fiziksel bir şeymiş gibi hissediyordu, her etkileşim kurduklarında daha da fazla tecrübe teliyle örülüp her eklemeyle güçlenen hayali bir halat.
Draco Harry’ye oturma odasını göstermişti, isterse kolay okunan bir şey seçebileceği rafları. Pansy’nin ona yıllar önce aldığı, hem muggle hem de büyülü albümleri çalan pikabı bile gösterdi. Draco o günlük ayakkabı giymemeye karar verdiğinden koltuğa oturup ayaklarını uzattı. Harry de botlarını çıkarmıştı ve Draco’yu güldüren, korkunç parlak, el yapımı, benekli çorapları ortaya çıkmıştı.
Harry pikabın yanında yere bağdaş kurmuştu, etrafında plaklar diziliydi. Pansy ona her Noel’de, bazen sırf ilgisini çektikleri için, yeni birkaç plak alıyordu ve annesi de göreviymişçesine Celestina Warbeck’in tüm müzik kayıtlarını almıştı. Artık ufak bir koleksiyonu vardı. Harry o esnada Oasis’in (What’s the Story) Morning Glory?'sini çalıyordu, bir kâse tavuk çorbası yanında yerde neredeyse unutulmuş duruyordu. Ara sıra bir plağı kaldırıp Draco’ya gösteriyordu, yüzü sessiz sorularla dolu oluyordu ve Draco da bunları cevaplıyordu.
“Champagne Supernova”nın akortları odayı doldurdu ve Draco iç çekti, koltuğuna daha da yaslandı, ayak bileklerini birbirinin üzerine atmıştı. Çorbası çoktan bitmişti. Harry bir Doris Day’in En Popüler Parçaları albümünü kaldırdı, gözlerinde yine bir soru vardı.
“Cadı,” diye yanıtladı Draco. “Amerikan. Mugglelar da onu seviyor. Bu, Timsy’nin en sevdiği albüm; kavururken onu dinliyor.”
Harry daha da kafası karışarak kaşlarını çattı.
“Kahve,” diye ekledi Draco. “Kendi kahve çekirdeklerini kavuruyor. Birkaç yıl önce, Büyücü Britanyası’ndaki kahvenin kalitesinden yakınmasından bıktığımda ona ufak bir kavurucu almıştım. Zorlu bir süreç ama çabuk öğrendi, kendi çekirdeklerini kendi tedarik ediyor ve bunu yapmayı da seviyor. Ve artık ben her sabah İngiltere’deki en iyi kahveyi içiyorum.” Draco sırıttı.
“Ve kavururken oradaki o albümü dinliyor,” diye bitirdi. Harry şimdi kocaman gülümsüyordu. Timsy’nin ufak kavurucusundaki çekirdekleri dikkatle izleyip uzun, kavisli burnuyla onları koklarken “Dream a Little Dream of Me” mırıldandığını hayal etmek eğlenceliydi. Draco da ona gülümsedi.
Harry, Draco’nun albümlerini kurcalamaya devam etti ve Draco da bir anlığına gözlerini kapayıp başını koltuğun koluna geri yasladı. Ellerini karnında birleştirmişti, asası orta sehpadaydı. Harry Potter onun evindeyken bu kadar rahat edebileceğine asla inanmazdı, özellikle de o sabah olanlardan sonra. Sıcak ve hâlsiz hissediyordu ve çok kolay Harry’yi kendi hâlinde bırakıp oracıkta uyuyakalabilirdi. Bunu yapmadı çünkü birkaç dakika sonra Harry dikkatini çekmek için parmaklarını şıklattı.
“Affedersin,” diye mırıldandı Draco, kafasını kaldırıp ona baktı. Harry yalnızca eğlenmiş görünüyordu. Bu sefer The Fugees'in The Score albümünü kaldırıyordu. Onu parmağıyla gösterip dudaklarını oynatarak hip hop mu? dedi.
“Hip hop,” diye tekrarladı Draco ve Harry başıyla onayladı. “Açıkçası neden bahsettiğine dair hiçbir fikrim yok ama Lauryn Hill’in bir Veela gibi bir sesi var. Amerikan bir muggle—bildiğim kadarıyla. Veela olabilir de, kim bilir? Sen bunu dinledin mi?” Harry başını iki yana salladı, hâlâ gülümsüyordu.
“Eh, o zaman şimdi seni bundan mahrum bırakmak bir suç olur. Çal o zaman, hadi, sekizinci parça.” Sahte bir sabırsızlıkla Harry’ye doğru elini salladı. İşe dönmeleri gerekmeden önce bir şarkı daha dinleyecek kadar vakitleri vardı. “Şimdi arkana yaslan ve rahatla. Deneyimin tadını çıkar, Harry.” Draco ellerini başının arkasında birleştirip tavanına baktı, bu şarkıyı dinlerken yapılması gerektiği gibi kendinden geçmeye hazırdı.
“Acımı parmaklarıyla tıngırdatıyor
Hayatımı sözleriyle söylüyor
Beni şarkısıyla hafifçe öldürüyor
Beni hafifçe öldürüyor...”
Tempo arttığında Draco iç geçirdi, Hill’in melek gibi sesi odada ve kafasında yankılanıyordu. Böylesine bir ses, büyülü olmak zorundaydı. Bu şarkıyı Pansy’nin onu götürdüğü bir muggle kahve dükkânında duymuştu ve gitmek istememişti. Pansy’ye muggle baristaya şarkıcının ismini sordurtmuştu—çünkü kendisi korkağın tekiydi—ve o seneki Noel plaklarından birinin o kadından olması gerektiğini fazlasıyla ima etmişti.
Yankılanan vokalleri biterken Draco yine tatminle iç geçirdi. Harry’ye bakmak için kafasını yana çevirdi; o hâlâ kot pantolon giymiş bacaklarını önüne uzatmış, gülünç çoraplı ayaklarının bileklerini üst üste atmış, yerde oturuyordu. Ellerini kucağında kavuşturmuştu, sırtını raflara yaslamıştı, başını arkaya atmış ve gözlerini kapamıştı. Huzurlu görünüyordu. Draco’nun hissettiği gibi görünüyordu.
Şarkı bittiğinde Harry gözlerini açtı, Draco’yla göz teması kurdu ve dudaklarını oynatarak Vay canına dedi.
Draco hayırsever bir kralmışçasına eliyle azametli, lütufkâr bir hareket yaptı. “Rica ederim. Şimdi işe dönelim.”
Draco ayaklarını tekrar yere sarkıttı ve asasını alıp önünde geniş, süpürürcesine bir kavis çizdi. Plaklar zarafetle kendilerini yerden kaldırıp kusursuz bir şekilde alfabetik sırayla (çünkü tür hakkında hiçbir fikri yoktu) dolaplarına uçtular. Bu tılsımı erkenden öğrendiği için çok mutluydu.
Çalışma odasına döndüklerinde Draco, Timsy’den çay istedi. Bu daha çok ellerinde sıcak bir şey tutmalıymış gibi hissettiğindendi. O rahatlatıcı hissi henüz yitirmek istemiyordu.
“Bence bugün aktif olarak aramamıza başlamalıyız, katılıyor musun?” diye sordu Draco. Harry başıyla onayladı, kendi çayına üç şeker ve epey süt koydu. Draco bunun tadının nasıl olabileceğine burnunu kırıştırmamak için kendini tuttu.
“O zaman başlamamız gereken yerden başlayalım, en baştan. Sen bizi en eski anılarına götürebilirsin—” Harry yüzünü buruşturdu, “—ama bir şeyi daha yakından görmemiz gerekirse veya sen önemli bir şeyi anımsamakta zorlanırsan ipleri ben ele alacağım. Olur mu?”
Harry’nin huzurlu ruh hâli uçup gitmiş gibi görünüyordu. Çay bardağını bıraktı, burnundan sertçe nefes alıyordu, parmaklarını koltuğun koluna sımsıkı dolamıştı. Gözleri bir Draco’ya bir kapıya bakıyorlardı.
“Harry,” demeyi denedi Draco, sesini alçalttı ve göz teması kurmak için başını hafifçe yana eğdi. “Anıların kendisi mi seni geriyor—” işaret parmağını kaldırdı, “—yoksa onları nasıl göreceğimizi benim kontrol etmem mi?” İşaret parmağının yanında orta parmağını da kaldırdı.
Harry, Draco’nun yüzünü inceledi; elleri hâlâ koltuğun kollarını sıkı sıkı tutuyordu; sonra cevap olarak işaret parmağını kaldırdı.
Draco başıyla onayladı. Bu, hastalarında görmeye alışık olmadığı bir şey değildi.
“Burada güvende olduğunu biliyorsun,” diye hatırlattı Harry’ye. “Ben seni yargılamayacağım ve oradaki hiçbir şey de şu an senin canını yakamaz. Eğer çok fazla gelirse, eğer vücudunun panik veya şok veya tehlikeli başka bir şeyle tepki verdiğini görürsem bizi çıkaracağım. Eğer ondan önce çıkmama ihtiyacın olursa parmaklarını şıklat, duyarım.”
Harry hâlâ gergin görünüyordu ama başıyla onayladı ve koltuğun kollarındaki tutuşunu gevşetti.
“Güzel. Önce meditasyon, geçen sefer yaptığımızdan biraz daha fazla, olur mu?” diye önerdi Draco ve Harry derin bir nefes alıp kendini pazartesi günkü pozisyona getirdi. Draco acaba seanslarının arasındaki günlerde hiç pratik yaptı mı, bunu Draco kadar faydalı veya keyifli buluyor mu diye merak etti.
Meditasyonları en az on dakika sürdü ve sonunda Harry çok daha sakin görünüyordu. Harry’nin yeniden gerilmesine fırsat bırakmamaya karar veren Draco yavaşça asasını kaldırdı, Harry’nin başını sallamasını ve göz teması kurmasını bekledi ve büyüyü yaptı. Zihni Harry’ninkine düştü ve anılar gelip geçmeye başladılar ama bu sefer daha yavaştılar.
Harry kasvetli, karanlık, havasız görünen bir odada elleri belinde duruyor. Eski Karanlık Büyü kokusu alabiliyor ve bundan nefret ediyor.
Weasley ve Granger bir yemek masasındalar. “İyi gitmesine sevindim, Harry. Ne yaptığını gerçekten biliyor gibi görünüyor.”
“Güzel,” diye övdü Draco ve Harry’nin bunu takdir ettiğini hissedebildi. “Daha iyiye gidiyorsun, bu daha sakin, daha kontrollü. Umarım sana da daha kolay geliyordur.”
“Hayır, Harry, işe geri gelemezsin. Dedim ya, sana kimin saldırdığını araştırabilirsin ama sahada tam kapasitende olmana ihtiyacımız var ve şu an öyle olmadığını biliyorsun,” diyor Weasley özür dilercesine. Harry’nin siniri bozuk.
Yirmi üç yaşında bir Harry, kaçırılmış bir çocuğun annesine kavuşmasını izliyor. Diğer çocukları kurtarmak için çok geç kalmıştı ama korkunç adam ömrünün sonuna kadar Azkaban’da olacak. Anne, Harry’ye korku ve rahatlama ve minnetle bakıyor. Harry uyuşmuş hissediyor.
“Şimdi bizi yönlendirebilirsin. Bizi en eski anılarına götür.”
Harry’nin zihni bir an durdu, sonra her şey vuş diye Draco’nun varlığının yanından uçup gitti. Yavaşladığında karmakarışıktı, biraz pusluydu ki bu böyle eski anılardan beklenen bir şeydi. Bir an durup etrafa bakındı, hiçbir şeyde yorumlayabilecek kadar uzun kalmadı, göze çarpan herhangi bir şey aradı.
Yakın zamanda hemen gözünün kenarında hafif gümüşi bir parıltı gördü. Ona pazar günkü Obliviasyon’un etrafındaki parıltıyı hatırlattı. Bir süre gözünün ucuyla onun hareket etmesini izledi. “Bir şey görüyorum,” diye Harry’yi uyardı. “Onu takip edeceğim.” Büyüsünü odakladı, az bir miktarını daha asasından akıttı ve görüş açısına girer girmez parıltıya tutundu, odaklanmasını emretti ama fazla bulanıktı, bir gölge ve renk pusuydu. Bir bebeğin anısı. Ses, Harry’nin kafasında, bir bebeğin anısının olması gerekenden çok daha net bir şekilde yankılandı.
Bir bebek odası, sarı duvarlar. Bir beşiğin çubukları.
“Hayır! Harry olmaz, lütfen!” diye çığlık atıyor bir kadın.
“Kenara çekil, kızım.” Tiz, soğuk bir ses.
“Hayır! Harry olmaz!”
Yeşil bir ışık çakıyor, zalim bir kahkaha duyuluyor.
...
Bir motosikletin gürültüsü, soğuk gece havası, uçma hissi.
Anı sonra erdi ve Draco eski anıların yine birbirlerinin arasında süzülmelerine izin verdi. “Pekâlâ, Harry, ilk ekmek kırıntımızı bulduk.” Nazikçe kendini Harry’nin kafasından çıkardı.
Harry anında çöktü, yüzünü ellerine gömdü. Draco, Timsy’den çikolata istedi. Asasını tahtaya doğrulttu, sol tarafa bir nokta çizdi ve yanına “31/10/81” yazdı. Hoş olmayan anıları yazıp göz önüne çıkarmaktan nefret ediyordu. Tarihi biliyordu, bu anlamalarına yeterdi.
Önemli iş tamamlandığında Draco tekrar Harry’ye baktı, Harry saçlarını sımsıkı tutuyordu, Draco yüzünü hâlâ göremiyordu, ara sıra burnunu çekiyordu. Draco bir anlığına kendine hissetme, Zihinbend’ini bırakıp gördüğü şeye tepki verme izni verdi.
Harry’nin anne babasının onu kurtarmaya çalışırken öldüğünü bilmek bir şey, buna şahit olmaksa bambaşka bir şeydi. Draco’nun parmakları uzanıp Harry’ye dokunmak, onu teselli etmek istiyorlardı ama yapamazdı. Onun yerine sol kolunu ovalayıp kendine kim olduğunu hatırlattı. Elleri titriyordu.
“Sorun değil,” diye mırıldandı. “Acele etme. Hatırlaması fazla bir şeydi.” Kısık sesle konuşmuştu, yalnızca Harry’nin duyabileceği kadar sesli. Sehpada bir kalıp çikolata belirdi ve Draco içinden o an cisimlenmesinin hoş olmayacağını fark ettiği için Timsy’ye teşekkür etti.
Harry elleriyle yüzünü ovaladı, kendini toparladı ve sonunda kafasını kaldırıp Draco’ya baktı. Draco, gözlerindeki çaresiz korkuyu görebiliyordu. Her ekmek kırıntısının bunun gibi canını yakacağını düşünüyor olmalıydı. Draco bilmiyordu—öyle olmamasını umdu ama mümkündü. Hem de çok. Harry’nin geçmişinde çok fazla acı vardı, biliyordu.
Draco çikolatayı açıp ufak bir parça kopardı. Harry not defterine yazıp defteri Draco’ya çeviriyordu.
Ruh emiciler hatırlattı
Draco ürperdi. “Seni herkesten daha çok etkilemişlerdi, değil mi?” Harry kısaca başıyla onayladı ve Draco üçüncü sınıfta onunla dalga geçişlerini hatırlayıp gözlerini kaçırdı. Harry on üç yaşında boş vakitlerini bir Patronus tılsımını mükemmelleştirerek geçirirken Draco’ysa yalnızca onun zayıf yönleriyle dalga geçmenin yeni yollarını buluyordu.
Harry’nin yüzünde yine o düşünceli ifade belirdi ve yazmaya devam etti.
Bana bazen Remus’u hatırlatıyorsun
Draco’nun nefesi boğazına takıldı ve tuhaf bir şekilde öksürerek geçirmeye çalıştı, yanaklarının ısındığını hissediyordu. Harry’nin Profesör Lupin’i çok sevdiğini biliyordu. Bu büyük bir iltifattı.
“Onu tanımıyordum,” diye itiraf etti. “Senin tanıdığın gibi değil.”
Harry’nin düşünceli yüz ifadesi gitti ve alayla güldü, Draco bunu tabii ki tanımıyordun, o bir Gryffindor ve bir kurtadamdı ve baban onu işten attırdı olarak duydu. Draco çikolata parçasını ona uzattı. “Hadi,” diye ısrar etti. “Yardımı dokunuyor. Gerçekten dokunuyor.”
Bunun üzerine Harry yine eğlenmiş göründü ve Draco’nun yine kafası karıştı. “Ne?”
Ama Harry sadece sırıtarak başını iki yana salladı ve elini yüzüne kaldırdı. İki kere alnına dokundu ve davetkâr bir şekilde parmağını kıvırdı. Draco yine yanaklarının kızarmadığını umdu.
“Tam bir Gryffindor,” diye azarladı Draco şaşkın bir utanmışlıkla. “Hemen öyle geri girmeyeceğiz. Çikolatanı bitir, önce biraz nefes egzersizi yapacağız, sonra bana her ne göstermek istiyorsan gösterebilirsin.”
Harry, Draco’yu daha fazla zora sokmayıp dediğini yaptı ve Draco buna minnettardı. Aptal herifin ne kadar çekici olduğuna dair hiçbir fikri yoktu ve bu feci sinir bozucuydu. Ya da belki de biliyordu ve Draco’yu böyle kıvranırken izlemekten keyif alıyordu. Draco bunu ondan beklerdi. Yüzünü dikkatle nötr tuttu ve yanaklarındaki sıcaklık geçene ve kendini tekrar kontrolü eline almış hissedene kadar nefes alıp verdi. Davetkâr bir şekilde parmak kıvırmak, gerçekten.
İkisi de hazır olduklarında Draco asasını kaldırıp tekrar içeri girdi.
Remus ona büyük bir parça çikolata veriyor. Harry soğuk ve umutsuz hissediyor—bir ruh emici saldırısının belirtileri. “Ye,” diyor Remus. “Daha iyi hissedersin.” Gözleri sıcak ve yorgun bakıyorlar.
Remus, Harry’nin bayılıp düştüğü taş zeminden kalkmasına yardım ediyor. Böcürt yine sandığında kilitli. Harry’ye bir parça çikolata daha veriyor. “Yardımı dokunuyor,” diyor, “Gerçekten dokunuyor.”
“Pekâlâ, ne demek istediğini anladım,” diye mırıldandı Draco, istemsizce eğlenmişti. Harry’nin onu bu adama benzetmesi hâlâ büyük bir iltifattı, yalnızca söylediği birkaç sözden kaynaklansa da. “İşe dönmeye hazır mısın?”
Draco yanıt olarak hafif bir evet hissi hissetti. “Bu sefer bizi ben geri götüreyim.” Büyüsüyle itti, Harry’nin anılarında daha geriye gittiler, ta ki pazartesi günü gördüğü merdiven altındaki ufak, karanlık odayı görene kadar. Harry ufaktı, fazla ufak. Draco rafta küçük bir oyuncak asker gördü ve burası saklanıp oyun oynamak için kullandığı bir yer mi diye merak etti. “Etrafa bir daha bakınacağım,” diye Harry’yi uyardı.
Anıların gelmesine izin verdi ve o gümüşi parıltıyı aradı.
Bir kadın kafasından çok çirkin bir kazak geçirmeye çalışıyor. Kazak küçüldükçe küçülüyor, ta ki bir farenin giyebileceği hâle gelene kadar. Kadın öfkeden deliye dönmüş, ona bağırıyor. “Vernon’a ne yaptığını söyleyeceğim!”diye ciyak ciyak bağırıyor. “Ucube olmak zorundaydın, değil mi?”
Merdivenin altında ufak, karanlık bir oda. Kapının öbür tarafından mandal ile kilitlendiğini duyuyor. “Ve uslu durmayı öğrenene kadar,” diye hırlıyor dışarıdan bir adam, “burada kalacaksın.”
Merdivenin altında ufak, karanlık bir oda. Harry aç.
Merdivenin altında ufak, karanlık bir oda. Bir örümcek tavandan sarkıyor.
Merdivenin altında ufak, karanlık bir oda. Biri yukarıdaki merdivenlerde zıplayıp kahkahalar atıyor, yeni uyanıyor olan Harry’nin yüzüne toz ve sıva parçaları dökülmesine sebep oluyor.
Draco dikkatli Zihinbend bariyerinin arkasında öfkesinin patlamak üzere olduğunu hissedebiliyordu, o yüzden durup nefes aldı ve onu tekrar kaldırdı. Şimdi olmaz, diye hatırlattı kendine, kesinlikle kendi sinirinin Harry’nin kafasına girmesine izin veremezdi, şimdi olmaz.
Ufak bir Harry ocak başında durmuş güveç yapıyor. Yemeği fırına koyarken yanlışlıkla elini yakıyor ve ciyaklıyor. Cırtlak sesli kadın mutfağa giriyor, misafiri varken ses çıkardığı için ona hiddetlenmiş. Harry yarasını saklıyor. Bunun üzerine yemek yiyemeyeceğini biliyor.
Ufak bir Harry gizlice kalan ılık çayı bir bardağa doldurup içine birkaç kaşık dolusu şeker atıyor ve bardağın kalanını sütle dolduruyor. Şeker açlığını yatıştırmaya yardımcı oluyor.
Beklerken daha fazla anı yanından geçip gitti—Harry bir oğlan çetesinden kaçıyor, mor suratlı kocaman bir adam Harry’yi çekeliyor, Harry’nin öğretmenleri ona teyzesine kalırsa kronik bir yalancı olduğunu söyleyip "Sana neden inanalım ki? Merdivenden düştüğünü itiraf etsene işte," diyorlar. Çok şükür Draco kısa zamanda gümüşi parıltıyı gördü. “Bir tane daha görüyorum,” dedi Harry’ye ve anıya tutundu.
Harry, kendi kapalı alanındaki büyük yılanı izliyor. Yılan da kafasını kaldırıp onu izliyor. Harry ona sessizce tıslıyor. Yılan da ona tıslıyor ve daha yakından bakmak için cama doğru eğiliyor. İri bir oğlan—Draco onun Harry’nin kuzeni olduğunu anlamıştı—koşup onu yere itiyor ve kendi yüzünü cama yapıştırıyor. Harry sinirleniyor—cam yok oluyor ve çocuk içeri düşüyor. Yılan sürünerek dışarı çıkıyor ve yanından geçerken Harry’ye başıyla selam veriyor. Yılan kaçarken sessizce birbirlerine tıslıyorlar.
Büyük, sinirli adam, Vernon enişte Harry’yi tişörtünden yakalayıp yukarı kaldırıyor. “Ne yaptın, çocuk?” diye hırlıyor Harry’nin kulağına. “Sana tuhaf işler yok demiştim. Bu sefer pişman olacaksın.”
Draco birazcık geri çekildi ve anılar bir kez daha yanından geçip giderlerken tekrar nefes alıp verişine odaklandı.
“Sence bir tane daha bulabilir miyiz?” diye sordu Draco. “Araya ihtiyacın varsa parmaklarını şıklat.”
Harry’nin kafasında yumuşak bir cesaretlendirme daha. Draco aramasına devam etti ama bir sonraki kırıntı, yılan anısından kısa süre sonra belirdi. Bir küme gibi görünüyordu aslında. Görünüşe bakılırsa gümüşi parıltıda kısa sürede gerçekleşen birkaç ufak sahne vardı. “Bu büyük olacak, sanırım,” diye mırıldandı Draco. Derin bir nefes daha aldı ve tutundu.
‘Harry Potter, Merdiven Altındaki Dolap, 4 Privet Drive, Surrey’ yazıyor kalın zarfta ve ardından ufak ellerinden çekilip alınıyor.
...
Yüzlerce mektup evde uçuşuyor; camlardan, şömineden, kilidini kırıp posta deliğinden giriyorlar. Vernon enişte Harry’yi zorla ufak, karanlık odaya sokuyor ve kapıyı kilitliyor.
...
Harry soğuk bir barakada yerde yatıyor. Dışarıda fırtına var. “İyi ki doğdum ben,” diye fısıldıyor ve hemen ardından kapı tekmelenip kırılıyor ve arkasından Harry’nin bir dev olduğunu düşündüğü bir şey çıkıyor.
...
“Sen bir büyücüsün, Harry,” diyor Hagrid.
“Bir neyim?” diye cevap veriyor Harry. Hagrid öfkeyle teyze ve enişteye dönüyor.
“Bilmiyor mu?!” diye bağırıyor Hagrid.
...
Harry, Çatlak Kazan’da. Herkes ona ulaşmak, elini sıkmak için yaygara koparıyor. Neden olduğunu bilmiyor. Bu, hoşuna gitmiyor.
...
“Slytherin’de olacağımı biliyorum, tüm ailemiz öyleydi—Hufflepuff’ta olduğunu düşünsene, ben okuldan ayrılırdım herhâlde, sen ayrılmaz mıydın?” diye soruyor on bir yaşında bir Draco. Harry homurdanarak yanıtlıyor, bu soluk tenli çocuk kendini çok aptal gibi hissettiriyor.
...
Hagrid elindeki, içinde çok güzel bir kar baykuşu olan kafesi kaldırıyor. Harry kekeleyerek teşekkür ediyor. “Lafı bile olmaz,” diyor Hagrid sertçe. Bu, Harry’nin ilk doğum günü hediyesi ama lafını etmiyor.
...
“Gerçekten de çok ilginç,” diyor Ollivander, “senin kaderinde bu asanın olması, sana o yara izini veren onun kardeşiyken.” Harry yutkunuyor.
...
“Bence yanlış türün kim olduğunu kendim ayırt edebilirim, sağ ol,” diyor Harry soğukça. Draco minik elini indiriyor, yanakları pembe.
“Senin yerinde olsam dikkatli olurdum, Potter,” diyor Draco. “Biraz daha kibar olmazsan sonun anne baban gibi olur.”
...
Seçmen Şapka gözlerini örtüyor. ‘Slytherin olmasın,’ diye düşünüyor Harry.
“Slytherin olmasın, ha?” diye cevap veriyor şapka. “Emin misin? Muhteşem olabilirsin, biliyorsun, hepsi burada, kafanda ve Slytherin sana bu yolda yardımcı olacaktır, bunda hiç şüphe yok—hayır mı? Eh, eminsen—o zaman GRYFFINDOR!” Harry rahatlamış bir şekilde şapkayı çıkarıyor.
Draco aradığı gümüşi parıltıdan daha fazla görmedi, o yüzden yavaşça geri çekilip Harry’nin kafasından tamamen çıktı. Asasını tahtaya doğrulttu, bir nokta daha koyup yanına “Yılan Bölmesi” yazıp sonra bir nokta daha ekledi. Draco tüm onları ne diye etiketleyeceğini çözmeye çalışırken somurttu ama sonunda “31/7/91 & 1/9/91”e karar verip asasını bıraktı.
Draco gözlerini kapadı ve sonunda Zihinbend bariyerlerini indirip tepkilerinin tsunamisini hissetti. Düşünceleri hızla akıyordu ama bacaklarını ovaladı, ellerini, saçını, köprücük kemiğini. Kim olduğunu biliyordu. Kim olduğunu daha demin görmüştü. Bundan nefret etmişti. Bu kesinlikle sakinleşmesine yardımcı olmuyordu. Elleri yine titriyordu.
Gözlerini açıp Harry’ye baktı, Harry sanki demin Draco’nun kim olduğu ona hatırlatılmış gibi temkinli bir yüz ifadesiyle onu izliyordu ki hatırlatılmıştı da. Draco bacaklarını ovalamaya devam etti ama enerjiyi atamıyordu. Ayağa kalkıp camın önünde volta atmaya, ara sıra ellerini sallamaya başladı. Harry izlemeye devam etti.
Draco, bastırdığı duyguların selinde boğuluyormuş gibi hissediyordu ama hepsini hissedene kadar bunun geçmeyeceğini biliyordu. Daha önce kimsenin anılarını gördüğünde bu kadar kuvvetli tepki vermemişti ve birkaç boktan çocukluk görmüştü de. Ama merdiven altındaki dolap mı? Lucius’un bir keresinde yanlışlıkla kendini yaktığı için ses çıkaran bir ev cinini cezalandırmasını hatırladı—Harry’nin teyzesinin tamamen aynı şeyi yaptığını görmüştü. Hagrid gelene kadar kimsenin Harry’nin adını söylediğini bile duymadığını fark etti ve görünüşe bakılırsa Harry o zamana kadar büyücü olduğunu da bilmiyordu, yalnızca etrafında olup biten tuhaf şeylerin ona dedikleri gibi bir çeşit ucube olduğu için olduğunu varsaymıştı. Draco ömrü boyunca hiç bu kadar sinirlenmemişti.
Ve sonra Harry; kibarlıkla iletişim kurmayı hiç bilmediği, hiç öğrenmediği için zorbalık görevini Harry’nin berbat kuzeninden devralan Draco’yla tanışmıştı. Draco’nun tüm dünyası, on bir yaşındayken bile, liderler ve takipçilerden oluşuyordu, sömürü ve siyasi oyalayışlardan ve Lucius, Draco’nun bir liderden aşağı olmasına asla müsaade etmezdi. Lucius ve Narcissa hiçbir zaman Draco’ya arkadaş edinmeyi öğretmemişlerdi, ona müttefik edinmeyi öğretmişlerdi ve birisi müttefik olmadığı zaman düşman olurdu. Ve Merlin aşkına, on bir yaşındaydılar ya. Harry onunla el sıkışmamıştı, o yüzden de Draco onu ölümle tehdit etmişti—gerçekten de Lucius’un minik bir kopyasıydı. Ölüm Yiyenler ona pis pis bakıp gülerlerken Küçük Lucius derlerdi. Harry’nin Şapka'ya onu Slytherin dışında herhangi bir yere yerleştirmesi için yalvarmasına şaşırmamalı.
İlk kez olmayan bir şekilde Draco bu iyi bir fikir mi diye merak etti, devam etmeli mi diye. Harry’nin Draco’yla karşılaşmalarının bundan sonra yalnızca daha da kötüye gideceğini biliyordu. Harry’nin neredeyse tüm rekabetlerini yeniden yaşaması gerekecekti—bundan sonra nasıl Draco’ya saygı duyabilirdi? Draco birlikte çalışmak için geçmişlerini geride bırakmalarına güveniyordu, Draco’nun gün yüzüne çıkaracağı şey de tam olarak geçmişleriyken onu nasıl unutabilirdi?
Draco’nun volta atışı telaşlı bir hâl alıyordu ve nefesi dişlerinden sert, sığ bir şekilde içeri girerken ıslık gibi ses çıkarıyordu. Kulaklarındaki kan akışından pek bir şey duyamıyordu, ayaklarının altında yer titriyormuş gibi geliyordu. Harry yüzünde kararlı bir ifadeyle önünde belirip Draco’nun kollarını tutana kadar onun hareket ettiğini bile fark etmemişti. Draco onun gözlerine baktığında anormal derecede hızlı nefes aldığını fark etti. Elleri hayatı buna bağlıymışçasına Harry’nin dirseklerine tutundu. Boğuluyordu, ölüyor olmalıydı ve Harry’nin alevli yeşil gözleri göreceği son şey olacaktı.
Ama Harry yalnızca göz temasını yoğunlaştırdı ve nefes almaya başladı—burnundan dört saniyede içine çekiyor, iki saniye tutuyor, ağzından dört saniyede veriyordu. Draco’nun beyninde bir yerlerde bu iyi bir fikir gibi geldi, o yüzden o da aynısını yapmayı denedi. Nefesleri titrek ve sertti ve bu doğal gelmiyordu ama Harry’nin ellerinin kollarındaki hissine odaklandı ve nefes aldı.
Eninde sonunda Harry ölüyor olmadığına karar verip onu bıraktı ve koltuğuna döndü. Draco da onu takip etti, yüzünü ovalayarak uyuşukluğu atmaya çalışıyordu.
“Özür dilerim,” diye mırıldandı Draco. Harry başını iki yana salladı, bir parça çikolata kopardı ve Draco’ya uzattı. Draco yerken ve çikolatanın sıcaklığı içine yayılırken o da not defterini alıp yazmaya başladı. Draco bunun, o gün Harry’nin onunla ikinci ilgilenişi olduğunu fark etmemiş değildi. Ne biçim bir Şifacı’sın, Malfoy, diye düşündü Draco keyifsizce.
Harry’nin not defterinde Neden? yazıyordu.
“Neden mi öyle tepki verdim?” diye netleştirdi Draco ve Harry başıyla onayladı. Draco derin bir nefes daha aldı ve oyalanmak için bir parça çikolata daha yedi.
“Birinin kafasındayken duygularımı ve tepkilerimi tutmak için Zihinbend kullanıyorum,” diye başladı. “Büyüyü bitirdiğimde bariyerleri indirip onları hissetmem, idrak etmem gerek. Ama bu fazla geldi ve tek seferde geride tutmam için çok fazla sinir vardı.”
Harry, kafası karışmış görünüyordu. Sinir mi? yazdı.
“Evet, çoğunlukla sinir. Öfke, fazlasıyla gazap. Daha önce hiç bu kadar sinirlendiğimi sanmıyorum. Hâlâ sinirliyim,” diye yanıt verdi Draco. Elleri yine titremeye başlıyordu. Bir yerden hafif bir cam tıkırtısı duyduğunu sandı.
Harry hâlâ kafası karışık görünüyordu. Kalemiyle sayfadaki Neden? yazısına işaret etti.
“Harry,” dedi Draco dişlerini sıkarak. “O mugglelar iğrençlerdi. Hiçbir çocuk o muameleyi hak etmez. Hiç kimse hak etmez. Asla ismini kullanmadılar, seni kontrolünde olmayan şeyler yüzünden cezalandırdılar, seni aç bıraktılar—sana tıpkı Lucius’un Malfoy ev cinlerine davrandığı gibi davranıyorlardı, bunu biliyor musun?”
Harry’nin gözleri kocaman olmuştu. Korkmuş ve üzülmüş arası bir ifadesi vardı. Rahatsız görünüyordu. Gözleri odada dolaşıyor, eli asasını almak için titriyordu. Draco’nun kulakları çınlıyordu.
“Mektubun, Harry,” dedi Draco sertçe. Arkasında ağır bir şey yere düştü. Draco fark etmedi. “Mektubun sana gelmişti, Merdivenin Altındaki Dolap’a. McGonagall’ın el yazısıyla, en sevdiği yeşil mürekkeple yazılmıştı. Biliyorlardı, Harry ve hiçbir şey yapmadılar ve öyle sinirliyim ki.”
Şöminedeki ateş daha da alevlendi, kükrüyor ve kıvılcımlar saçıyordu ve tehlikeli derecede büyüktü. Kitaplar kendilerini raflardan atıyorlardı. Tıkırdayan cam her neydiyse sonunda parçalandı. Draco koltuğun kollarını kavradı ve tekrar nefes aldı, yalnızca burnundan girip çıkan havanın sesini dinledi.
Ateş yavaşça yeniden sakinleşti, ses azaldı ve Draco ellerini koltuğun kolundan çekti ve parmaklarını sıkıp açtı. Harry’ye bakmayı denedi, yalnızca yüzünde okunamayan bir ifadeyle onu izliyordu. Draco da onu izledi, bir adamın öyle büyümesine rağmen hâlâ iyi biri olabileceğine hayret etmişti.
Orada yaşamak zorundaydım, yazdı Harry not defterinde yeni bir sayfa açıp. Kan korumaları.
Draco yine gözlerini kapayıp başını iki yana salladı. “Birini korumak için başka bir sürü yol var,” diye mırıldandı. Eğer Harry’yle bunun hakkında tartışırsa yalnızca tekrar sinirleneceğini biliyordu ve zaten onu ilgilendirmezdi. Konuyu değiştirdi.
“Bir dahakine tek seferde bir kırıntıya bakalım. Zihinbend’le o kadar fazla şey tutmamalıyım—bıraktığımda hepsini aynı anda hissetmem gerekiyor.” Draco iç geçirdi. “Özür dilerim, dayanabilirim sandım.”
Harry omuz silkerek geçiştirdi.
“Bana sormak istediğin bir şey var mı?” diye sordu Draco çünkü sorması gerekiyordu.
Harry dudağını ısırdı ve yazmaya başladı.
Ekmek kırıntıları nasıl görünüyorlar?
Başlangıç için kolay bir soru, diye düşündü Draco, rahatlamıştı. “Bazı anıların etrafındaki tuhaf, gümüşi bir parıltı,” diye açıkladı. “Hafızandaki deliği ilk gördüğümde o da buna çok benziyordu. Bir çeşit büyülü işaret. O parıltıyı görene kadar anıların geçmesine izin veriyorum ve sonra sadece... yakalıyorum.”
Harry başını yukarı aşağı salladı. Bu, ilgisini çekmişti. Biraz daha yazdı.
Bir şeyleri değiştirir miydin?
“On bir yaşımdaki hâlimi mi diyorsun? Geri dönebilsem?” diye sordu Draco ve Harry hemen başıyla onayladı, yine dudağını çiğniyordu. Draco bir an ona baktı, ne kadar korkutucu olursa olsun dürüst bir cevap oluşturdu.
“Evet demek istiyorum,” diyip iç geçirdi Draco, “ama sanırım değiştirmezdim. Farklı yapmış olmayı dilediğim şeyler var ama çok fazlalar. Keşke sana kibar davransaydım ama bir yandan da keşke bunu nasıl yapacağımı bilseydim. Keşke senin küçümsemene ölüm tehdidiyle karşılık vermeseydim ama bir yandan da keşke Lucius gibi olmak için yetiştirilmeseydim. Çok fazla pişmanlığım var Harry ama hiçbirinin bana bir yararı dokunmuyor, hatalarımsa beni olduğum kişi yaptılar.”
Harry düşünceli göründü ve not defterini masaya bırakıp arkasına yaslandı.
“Pekâlâ, bir günde üç kırıntı fena değil, hiç fena değil,” diye toparladı Draco. “Ve o sonuncu büyüktü, iki günden anılar vardı. Kendine gelmeye başla ve bugünkü işimizi bitirelim.” Cebinden okuma gözlüğünü çıkardı ve kendi not defterini alıp kendini tekrar sinirlendirmemeye dikkat ederek gördüklerinin detaylı notlarını almaya başladı.
Birkaç dakikada bir kafasını kaldırıp Harry’nin dalgınca elindeki yara izlerini veya çenesindeki kirli sakalı ovalamasını ve mutlu bir anıya gülümsemesini izliyordu. En sonunda Harry konsantrasyonla kaşlarını çattı, Draco kendisi hakkında sevdiği şeyleri düşündüğünü umuyordu ve sonrasında kaşlarını düzeltip düzenli, derin nefesler almaya başladı. Harry gözlerini açıp Draco’ya o ufak gülümsemelerinden biriyle baktı ve Draco’nun göğsündeki ufak güneş uyandı. Acınası, diye kendini azarladı Draco.
“Çok güzel,” dedi Draco tasvip eder bir şekilde başını sallayarak ve Harry’nin bu övgüden yanakları kızardı.
Draco ayağa kalkıp kapıya doğru yürümeye başladı, Harry de hemen arkasındaydı. “Eğer hafta sonu aklına bir soru takılırsa bana baykuşla yollayabilirsin,” dedi Draco. “Ne olduğuna bağlı olarak bir sonraki seansımıza kadar yanıtlamayabilirim ama sorunu alırım,” diye ekledi ve Harry başıyla onayladı, dudakları hâlâ o ufak gülümsemeyle kıvrıktı.
Harry eski deri ceketini üzerine geçirirken Draco bir konuda şansını denemeye karar verdi.
“Yılan,” dedi ve Harry kaşlarını kaldırdı. “Yılanla ne konuşuyordunuz?”
Harry’nin dudaklarının kenarı seğirdi, gözleri eğlenmiş bakıyordu. Draco acaba bu soruyu bekliyor muydu diye merak etti. Harry duvara döndü, bir parmağını kaldırdı ve harfler çizmeye başladı.
B R E Z İ L Y A
“Brezilya,” dedi Draco düz bir sesle. “Şaka yapıyorsun.” Harry güldü, ellerini ceplerine soktu ve Draco’ya son bir defa gülümseyip evden çıktı.
Draco bu sefer kapıyı kapadıktan sonra beklemedi bile, sadece asasını sallayıp ön kapıyı kilitledi, arkasını döndü ve yolda gömleğinin düğmelerini çözerek doğruca yatağına gitti. Tam zamanında pantolonunu çıkarıp kendini yastık yığınına attı, pofuduk yorganı gözlerine kadar çekti. Ellerini yüzüne yaklaştırdı, burnunu bileklerine ve hafif melas ve yağmur sonrası sıcak çimen kokusunu içine çekerek anında uyuyakaldı.
Chapter Text
Dördüncü Bölüm
“...Draco, dinliyor musun?”
Draco gözlerini kırpıştırdı ve kafasını Pansy’nin mutfağındaki pencereden çevirdi. Öğle ortası güneşi yeni bahar çimlerinde sıcak görünüyordu. Uçmak için güzel bir gün olurdu ama zaten muhtemelen bu gece uçacaktı, hep uçardı. Gündüz uçuşu aynısı olmuyordu işte.
“Kusura bakma, Pans,” diye özür diledi Draco. “Ne diyordun?”
Pansy dudaklarını birbirine bastırdı. “Önemi var mı ki?”
Draco gözlerini devirdi. İkisinin de dramatik eğilimleri vardı, bunun sayesinde bunca zaman sonra hâlâ bu kadar iyi anlaşıyorlardı. Etkileşimlerinden iyi bir sahne gösterisi olurdu. Onu o yüzden seviyordu, fena sinir bozucu olduğunda bile.
“Var, biliyorsun, Pansy,” diyip iç geçirdi Draco. “Bu yeni vaka yüzünden dikkatim dağınık ama şimdi buradayım.”
“Senin vakaların hep dikkatini dağıtıyor,” diye karşı çıktı Pansy. “Genelde özlemle bahçeme bakmana ya da durmamacasına ayağını yerime vurmana sebep olmuyorlar.”
Draco sallanan bacağını durmaya zorladı. Fark etmemişti bile.
“Çoğundan daha zorlu.”
“Anlat bana,” diye karşılık verdi Pansy.
Draco gözlerini kıstı. “Anlatamayacağımı biliyorsun.”
“Evet, evet, biliyorum,” dedi elini sallayarak Pansy ve iç geçirdi. “Sadece bazen engel olamıyorum, dedikodu doğamda var, asla sormayı kesmeyeceğim.”
“Doğanın gayet farkındayım,” diyip sırıttı Draco. “Lanet akbaba”, diye kendi kendine mırıldandı.
“Şş!!” diye tısladı Pansy, gözleri eğlence doluydu, dramatik bir şekilde uzanıp kızının kulaklarını kapadı. Camila annesinin davranışlarına kıkırdadı, çiziminin bölünmesine bozulmamıştı.
“Camila,” dedi Pansy tatlıca, “Draco dayı sıkıcı davrandığında ona ne diyoruz?”
“Huysuz Draco,” diye yanıt verdi kız hâlâ kıkırdayarak. Draco o ikisine dudak büktü ama istemsizce gülümsüyordu da.
“Ben sıkıcı değilim!”
“Lütfen, Draco, resmen bizi can sıkıntısında boğuyorsun.” Pansy sırıttı. Draco oflayarak güldü.
“Huysuz Draco, Huysuz Draco...” diye kendi kendine şarkı söyledi Camila. Tıpkı annesininki gibi olan düz, koyu renkli saçları o resim çizerken yüzüne düşüyorlardı. Pansy dalgınlıkla o saçları kızın kulağının arkasına sıkıştırdı. Kâğıttaki renkli karalamalar, Draco’nun aldığı tılsımlı pastel boyaları sayesinde kenarlarda dans ediyorlardı.
“O programın Amerikan olduğunu biliyor muydun?” diye sordu Draco.
“Tabii ki,” diyip güldü Pansy. “O kuklaların konuşmalarına bakıp da anlamaması zor oluyor.” Ona bakıp gözlerini kıstı ama gülümsemesi hâlâ yüzündeydi. “Niye, sahte muggle önyargılarının pratiğini mi yapıyorsun?”
Draco güldü. “Kesinlikle. Okyanusun öbür tarafından getirmek zor olmuyor mu ama? Nasıl yapıyorlar?”
“Merlin, nasıl yapıyorlar bilmiyorum, Draco,” dedi Pansy bıkkınlıkla. “Ben sadece premium televizyon paketinin parasını ödüyorum ve Camila da her cumartesi sabahı açıp düğmelere basıp buluyor. Sanırım zaman dilimi farkından dolayı sonra izlemek için kaydını bile alıyor. Nasıl yapıyor hiçbir fikrim yok.”
Dikkatle Draco’ya baktı. Draco bu bakışı biliyordu, genelde Draco’nun sırlarını didiklediğinde takındığı bir bakıştı. “Amerikan olduğunu nereden öğrendin ki?”
Draco’nun gülümsemesi yok oldu. Tuhaf bir şekilde boğazını temizledi. “Biri terliklerimi gördü,” dedi detaya girmeden. Pansy iç geçirdi.
“Hiç eğlenceli değilsin. Ve o terlikleri sevdiğini biliyorum, sevmiyormuşsun gibi yapma, misafirin muhtemelen onlara övgüler yağdırmıştır,” dedi Pansy masayı toplamak için ayağa kalkarken. Draco da yardım etmek için ayaklandı.
“Evet, seviyorum,” diye mırıldandı. “Bir pigme pofuduğundan daha yumuşaklar.”
“Sen ne zaman eline bir pigme pofuduğu aldın ki?” diyip güldü Pansy bulaşıkları lavaboya bırakıp onları temizlemesi için bir tılsım kurarlarken. Camila gelip yeni çizimini Pansy’nin yapıştırma tılsımlarından birinin yardımıyla dolaptaki büyüyen koleksiyonuna ekledi. Uzaktan bakınca dolapların üzerinde acayip, renkli böcekler geziyormuş gibi duruyordu.
Pansy’nin evi Draco’nunkinden daha küçüktü ama daha az şık değildi. Tam ona ve Camila’ya yetecek kadar yer vardı ve Pansy de böyle olmasını istiyordu. “Lüzumsuz bir şeyle doldurma baskısı hissedeceğim boş alan olmasını istemiyorum, mesela bir adam gibi,” demişti aldığında Draco’ya. Draco da buna katılmıştı ve sessizce o kahrolası bitkileri alıp durmasının sebebi bu mu diye merak etmişti—babasıyla olan sorunları bir yana.
Oturma odasında oturup ellerinde çay bardaklarıyla öylesine Pansy’nin işinden konuştular. Özel bir boşanma avukatıydı ve bundan bir servet kazanıyordu, zekice Parkinson ailesinin gayrimeşru bir çocuğu mal varlığına veya verasete dâhil edeceklerine güvenmediğinden çoğunu Camila için kenara koyuyordu. Pansy’nin Draco’nun yanında hiçbir mahremiyet kaygısı yoktu, boşanan çiftlerin olaylı ihanetlerinin ve pis yasak ilişkilerinin hikâyeleriyle onu eğlendiriyordu.
Camila sonunda huzursuzlandı ve koltuğa gelip vaftiz babağının kucağına tırmandı. Draco hiç zorlanmadan onu çevirip yuvarladı, şakayla ona “Böyle rahat mısın, aşkım? Sadece rahat etmeni istiyorum!” diye bağırdı, Camila da gülerek çığlıklar atıyordu. Bu onu bir şekerleme yapacak kadar yormaya yetti, başını yastığına koyana kadar tekrar tekrar “Bir daha, Draco dayı!” diye yalvarmasına rağmen. Bu, Draco’yu Camila’nın her zaman yaptığı gibi içten içe neşeyle doldurdu.
Oturma odasına geri döndüklerinde Pansy çaylarına hemen bir ısıtma tılsımı yaptı ve koltuğuna geri yerleştiğinde iç geçirdi.
“Fazla çalışma, Draco yoksa Timsy bana söyler.”
“Biliyorum. O cin ne zaman çenesini kapalı tutacağını bilmiyor.”
“Biliyor. Aynı zamanda senin iyiliğinin devamlılığı amacıyla ne zaman açacağını da biliyor.”
Draco gözlerini devirdi ama dediğini kabul etmişti.
“Diğer tüm hastalarımı farklı Şifacılara yönlendirdim,” dedi Pansy’yi memnun etmek için. “Şu an yalnızca bir tane hastam var.”
Pansy gözlerini pörtletti. “Büyük bir şey, demek ki, diğerlerinden vazgeçtiğine göre,” diye mırıldandı. Draco başıyla onayladı ve bunun, onun bilgi açlığını tatmin etmeye yetmesini umdu. Yüzündeki meraklı ifadeye bakılırsa yetmemişti. “Tüm yumurtalarını bir sepete koymamaya ne oldu?”
“Bir şey olmaz,” diye cevap verdi ve yüzünde bir gram bile zayıflık görünmemesi için dua etti çünkü Pansy anında yakalardı. “Bu nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, talep arzı aşıyor, bilirsin ya.”
“Evet, biliyoruz, İngiltere’de senin yaptığın işi yapabilen tek adam sensin, Merlin, çok özelsin,” dedi ona doğru elini sallayarak ve gözlerini devirdi ama ufak gülümsemesi, Draco yanındayken genellikle olduğu gibi hâlâ yüzündeydi.
***
Draco yarattığı bir örtünün üzerinde yatıyordu, bahçesindeki hızla büyüyen çimlerin üzerinde yayılmıştı. Gecenin bu saati olmasına rağmen hava çok soğuk değildi. Elleri başının arkasındaydı, geniş gece göğüne bakıyordu, düşüncelerinin akmasına izin veriyordu, bildiği takımyıldızları buluyordu. Bir baykuş sessizce başının üzerinden uçup gitti.
Mutfağın içeri temiz hava girsin ve Timsy’nin kavurucusunun dumanı dışarı çıksın diye açılmış olan penceresinden loş bir ışık geliyordu. Draco’nun bahçesi soğuk gece havası ve ballı kızarmış ekmek gibi kokuyordu. Draco kokuyu içine çekerken gülümsedi—çekirdekler neredeyse kavrulmuş olmalıydılar. Evin içinden boğuk bir şekilde Doris Day’in şakımaları duyuluyordu.
“Yıldızlar tepende parlıyorlar
Hafif esintiler ‘seni seviyorum’ diye fısıldıyor gibiler...”
Düşünceleri şu anki hastasına kaydı. Daha önce hiç kişisel olarak tanıdığı biri üzerinde çalışmamıştı ve Harry’yle olan etkileşimlerinin anılarını, Harry’nin kendi bakış açısından gördükleriyle yeniden uyarlaması gerekmesi sinir bozucuydu.
O gün trende Harry onu reddettikten sonra, Greg’in Weasley’nin faresi tarafından “saldırıya uğraması” üzerine Draco arkasında Vince ve Greg’le Harry’nin kompartımanından kaçmıştı. Greg ve Vince’e onsuz kendi kompartımanlarına dönmelerini söylemişti ve trenin en tenha ucuna, en arkadaki vagonun çıkışına yakın bir yere gitmişti. Sonrasında Draco öfke krizini tek başına geçirmiş ve biraz ağladığı için kendine kızmıştı ve tek düşünebildiği şey Nerede hata yaptım ve Babam bu fırsatı mahvettiğim için çok hayal kırıklığına uğrayacak ve Ya okulda konuştuğum herkes de Harry Potter öyle yaptığı için bana öyle davranırsa?ydı. Daha şimdiden evini özlediği, düzgün bir Malfoy varisi gibi davranmadığı, çocukça davrandığı, Harry Potter için yeterince iyi olmadığı için kendini azarlamıştı.
Ama Harry’nin gözünden Draco o etkileşimleri boyunca ona kendini aptal ve aşağı hissettirmişti, yobaz bir ideolojiyi onun üzerine yük bindirip taşımasını beklemişti ve ömründe edindiği ilk iki arkadaşına hakaret etmişti. Çocukken birbirlerini çok çabuk düşman bellemişlerdi. Draco özür dileyip Harry’nin olayları nasıl gördüğünü sorsaydı ne olurdu? Madam Malkin’in dükkânındaki vakitlerini birbirleriyle tanışarak geçirselerdi, ilk arkadaşlık teklifini Weasley değil de Draco etseydi?
Karanlık Lord muhtemelen hayatta olurdu, diye düşündü kederli bir şekilde. Malfoylar Harry’nin karşılaştığı ilk büyücü ailesi olsaydılar Lucius ilk fırsatta pençelerini Harry’ye geçirirdi. Narcissa muhtemelen onu kendi oğlu gibi severdi ama Narcissa’nın sevgisi bile Draco’yu Lucius’un ideallerinden ve Voldemort’un emirlerinden koruyamamıştı. Harry’yi de koruyamazdı. Ve Draco çocukken babasına tapıyordu. Harry, Lucius’un fikrine karşı çıktığı an onunla kavga ederdi ki bu eninde sonunda olurdu çünkü Harry gerçekten de doğuştan iyiydi.
Hayır, Harry Weasleyleri tanımalıydı, düzgün bir ailenin sevgisini deneyimlemeliydi. Draco, Harry büyürken tam Malfoy deneyimine katlanmak zorunda kalmadığı için minnettardı. Bunun kimsenin başına gelmesini istemezdi.
“Ve rüyalarında, onlar her ne iseler
Birazcık da benim rüyamı gör...”
Kısa zamanda bahçe mükemmel kavrulmuş kahve gibi kokmaya başladı. Draco, çekirdeklerin soğuma tepsisinde çıkardıkları tıslama ve çatırdama seslerini duyabiliyordu. İç geçirerek doğruldu, takımyıldızlara son bir kez daha baktı ve örtüyü asasını tembelce sallayarak yok edip içeri girdi.
***
“Yorgun görünüyorsun,” diye bir gözlem yaptı Draco, Harry tekrar esnediğinde. Kahve kupasını iki eliyle tutuyor, başparmağını dalgınlıkla kupanın ağzında gezdiriyordu. Gözlerinin altında koyu torbalar vardı. Harry omuz silkti.
“Kâbus mu uykusuzluk mu?” diye sordu Draco, Harry’nin cevap olarak kullanması için önce bir sonra iki parmağını kaldırarak. Harry bir an tereddüt edip sonra bir parmağını kaldırdı. Draco anlayışla başını salladı.
“Birkaç şişe rüyasız uykum var, istersen,” diye teklif etti ve Harry yüzünü buruşturdu. Draco ellerini kaldırdı. “İstemezsen vermem.”
Harry kararlılıkla başını iki yana salladı.
“Zihnin şu an yavaş geliyor mu? Sakin hissediyor musun?” Harry yine omuz silkti.
“İdeal değil ama o zaman meditasyonu atlayabiliriz,” diye açıkladı Draco. “Korkarım şu an seni yalnızca daha da yorar. Bugün ara verdiğimizde biraz uyuyabiliriz.” Harry oturduğu yerde doğruldu, belli ki başlamaya hazırdı. Draco kahvesini bırakıp asasını kaldırdı ve Harry’nin başıyla onaylamasını bekledi. “Legilimens.”
Fred Weasley taş yerden ona bakıyor, üstü başı döküntü taşlarla kaplı. Yüzündeki şaşırmış ifade ölümle donmuş ve kıyafetlerinde kan lekeleri var. Bir akromantula, şatonun yan tarafında bir delikten içeri giriyor. Harry etrafa bakıyor. Her yerde cesetler var, tüm görmeyen gözler ona dönmüş.
Draco, tüm o cesetlerin ona bakmasının hiç gerçekçi olmayışı dışında da bir rüyanın belirtilerini tanıyordu. Kâbuslarda gerçeküstücülük pek önemli olmazdı—hep gerçek gelirlerdi, hep korkunç ve acılı.
“Bir şey yok, Harry,” dedi yatıştırıcı, alçak bir sesle, Harry’nin kederini ve paniğini hissettiğinde. “Bunun bir kâbus olduğunu biliyorum. Duvarlara bak, nasıl biraz bulanık olduklarını görüyor musun? Ellerine bak—rüyanda parmaklarını sayamazsın.” Kâbusun geçip gitmesine izin verdi.
“Uyuyamamana şaşmamalı,” diye mırıldandı. “Dur, sana bir şey göstereyim.”
Draco büyüsüyle nazikçe itip aradı. Biraz plaklara ya da bir fotoğraf albümüne bakmak gibi bir histi, ta ki—işte burada.
“Baleye mi hazırlanıyorsun, Potter?” diyor on iki yaşındaki bir Draco süpürgesinden, küçümcercesine. Hemen arkasında havada asılı duran snitchi fark etmiyor. Harry’nin kolu kırık ama acıyı görmezden geliyor, süpürgesini sakarca Draco’ya doğru çeviriyor ve Draco şaşkınlıkla gözlerini pörtletiyor. Harry hızla yanından geçiyor ve snitchi Draco’nun kafasının yanında havadan kapıp, aşağı inip sertçe kendini sırtüstü yere atıyor. Yukarı bakıyor—Draco’nun ağzı şokla açık kalmış, aptal gibi görünüyor. Harry başını iki yana sallayarak ona sessizce gülüyor.
“Merlin, çocuk salağın tekiymiş,” diye mırıldandı Draco ve Harry’nin eğlencesinden bir kıvılcım hissedebildi. “Senin yanında kendimi aptal konumuna düşürmeyi çok iyi biliyordum, değil mi?”
Draco hızla bir kez daha aradı, ne aradığını çok iyi biliyordu—
Harry sahaya iniyor, snitch yumruğunda, yüzünde kocaman bir gülümseme var. Remus koşarak yanına geliyor.
”Ne Patronus’tu ama,” diyor çarpık bir gülümsemeyle. “Bay Malfoy ve arkadaşlarını epey korkuttun.” Harry şaşkınlıkla kafasını çeviriyor ve Draco ve birkaç Slytherin çocuğun yerde ağır, siyah cübbelere dolanmış debelendiklerini ve öfkeli bir McGonagall’dan fırça yediklerini görüyor. Harry başını geriye atıp gülüyor.
Ve şimdi Draco, Harry’nin gerçekten güldüğünü duyabiliyordu; sadece ağzından oflar gibi çıkan yumuşak nefesler. Ritim, Harry’nin kafasından dinliyor olduğu parlak, neşeli kahkahayla neredeyse mükemmel uyumluydu ve Draco, Harry’nin kahkahasının bugün de öyle olacağını hayal etti, biraz daha kalın ve biraz daha sert bir sesle. Draco sırıttı.
“Bunun seni neşelendireceğini biliyordum,” dedi sessizce. “İşe koyulmaya hazır mısın?”
Hâlâ Harry’nin sessiz ve sıcak neşesini hissedebiliyordu ve bir kez daha itmeye başlamadan önce hafif onayı bekledi.
“Geçen sefer bıraktığımız yerden başlayacağız,” diye açıkladı Draco. “Hatırladığım kadarıyla resmen kendi kendini Gryffindor’a yerleştirmiştin.” Biraz daha yumuşak oflamalar, biraz daha eğlenmişlik. Draco seçme anısını kolaylıkla buldu, hâlâ etrafında o gümüşi parıltısı vardı.
Draco kontrolünü biraz gevşetti ve birinci sınıfın düzensiz bir şekilde etrafında karman çorman akmasına izin verdi.
Harry bir dağ ifritinin sopasına atlıyor, ifrit onu vahşice etrafta savuruyor. Savrulurken Harry asasını ifritin burnuna sokuyor.
“Sanırım bunu Longbottom bulsun diye bir yere bırakacağım,” diye bağırıyor Draco ve Hatırlatıcı’yı fırlatıyor. Düşünmeden Harry süpürgesiyle peşinden uçuyor ve bu canlandırıcı ve doğal ve doğru geliyor.
Weasley, devasa bir satranç atının üzerinde oturuyor. “Sen devam etmelisin, Harry,” diyor. “Bunu yapan sen olmalısın. Ben değil, Hermione değil, sen.” Devasa vezir kılıcını savuruyor ve Ron bilincini kaybetmiş bir şekilde tahtanın öbür tarafına uçuyor.
“Hâlâ arıyorum,” dedi Draco kaşlarını çatarak. “Bekle...”
Harry geniş, süslü bir aynanın önünde oturuyor. Yansımada annesi sevgiyle başını okşuyor. Babası gururlu bir şekilde ona gülümsüyor. Harry neşe ve kaybın acılı bir karışımını hissediyor ve buna doyamıyor.
Harry, Profesör Quirrel’dan kaçıyor ama taş zemine düşürülüyor. Felsefe Taşı cebinden yuvarlanıyor. Kafası yanıyormuş gibi hissediyor. Quirrel Taş’a uzanıyor ama Harry yüzünü yakalıyor. Yanmaya ve parçalanmaya başlıyor, Quirrel ve Voldemort çığlık atıyorlar. Harry, kafasındaki acı onu bayıltana kadar tutunuyor.
Draco somurttu. Bu gayet önemli duruyordu. Neden bir ekmek kırıntısı değildi? Ama geçti ve Draco sonunda göz ucuyla o gümüşi parıltıyı gördü. “İşte buradasın,” diye fısıldadı ve anıya tutundu.
Harry, süpürgesini daha hızlı gitmeye zorluyor; vücudu oduna eğilmiş; snitche yaklaşıyor. Elini uzatıyor ama dengesini kaybedip süpürgesinin önünden düşüyor. Ağzı bağırmak için açılıyor ama sert ve soğuk bir şey yakalıyor, neredeyse boğuluyor. Düştükten sonra yuvarlanıp sırtüstü yatıyor ve öksürerek snitchi çıkarıp eline düşürüyor. Kalabalık vahşice bağırıyor. Daha önce hiç bu kadar mutlu hissetmemişti.
Draco geri çekilip çıktı, asasını ve bariyerlerini indirdi, anıyı hemen tahtaya diğerlerinin yanına ekledi (“İlk Quidditch zaferi”). Tembelce köprücük kemiğindeki yara izini ovaladı ve bu anıyı sindirirken Harry’yi izledi.
Harry’nin yüzünde hâlâ ufak bir gülümseme vardı. “Bu eğlenceli bir anıydı,” dedi Draco gülümseyerek. Harry’nin gülümsemesi genişledi ama sonra yavaşça söndü. Not defterini alıp yazmaya başladı.
Sence saldırgan mı bu anıları ekmek kırıntısı olarak seçti?
Draco başını yana eğip düşündü. “Hayır,” diye karar verdi. “Seni lanetlediğinde teknik olarak sana sesini saklamanı emretti—sana her ne iksir içirdiyse o, bilinçaltını daha kolay etkilenir bir hâle getirmiş olabilir. Her türlü o kişi emri verdi ama eminim ki saklama işini senin kendi zihnin yapmıştır ve o kişinin senin imajın olarak değil de kendin olarak tanınman hakkında konuşup durmasına bakarsak ben zihninin senin gelişimini en çok etkileyen anılarından bir yol işaretlediğine inanıyorum—senin gerçekte kim olduğunu şekillendiren anılar.”
Harry düşünceli görünüyordu. Kalemini parmaklarının arasında çevirdi.
“İlki,” dedi Draco tahtadaki kısa listeye işaret ederek, “bariz bir şekilde hayatını değiştirdi, senin olduğun kişiye dönüşmenin sebebiydi. Yılan, bence, senin anında... farklı olduğunu düşünmeyen, seninle yalnızca olduğun gibi konuşan bir şeyle veya biriyle ilk... büyülü sohbetin olmalıydı diyeceğim ama sanırım sen onu basitçe anormal olarak düşünmüşsündür,” diye mırıldandı Draco, çok düşünüyordu, o berbat kelimeden dikkatle kaçınıyordu: ucube. Harry kaşlarını kaldırmıştı, şaşırmış ve düşünceli görünüyordu.
“Üçüncüsü bariz bir şekilde seni oluşturan anıların bir demetiydi. Büyücü olduğunu öğrenmek, ünlü olduğunu öğrenmek, ilk arkadaşların, ilk doğum günü hediyen, ilk rakibin, herhâlde—sonunda tıpkı senin gibi olan insanların arasında olmak, senin... anormal olmadığını, aslında kutlanan biri olduğunu öğrenmek.”
Harry ona bakmaya devam etti; sanki tüm bunları yeni öğreniyormuş gibi, sanki Draco’nun hiçbir şey söylemesini beklememiş gibi.
“Ama sen zamanında çok snitch yakaladın,” dedi Draco. “Bunun ilk olduğunu biliyorum ve muhtemelen tek yuttuğun da oydu,” sırıttı, “ama sence neden özellikle bu anı senin gelişimini bu kadar etkilemiş?”
Harry bir an şömineye bakıp düşündü, sonra yeni bir sayfa açıp yazmaya başladı.
İlk gerçek başarım
“Haa,” dedi Draco çenesini eğip. “İlk defa kafandaki o berbat yara izi yüzünden değil de kendi başarın için mi övülüyordun?” diye netleştirdi Draco yüzünde alaycı bir gülümsemeyle.
Harry sırıttı ve bir kez başını salladı.
“O sene yaptığın tüm o haylazlıklara rağmen yalnızca bir kez ceza almana hayret ediyorum,” diye yorum yaptı Draco. Harry gözlerini devirdi.
“Çok fazla şey olmuş olsa da bir tek o kırıntıyı gördüm. Geri dönüp o yıldan bir tane daha var mı diye bakalım—bana bir tane daha olmalıymış gibi geliyor—ve sonra biraz kestiririz, olur mu?”
Harry’nin kafasına dönüp birinci sınıfın anılarının arasında yüzerken Draco bir şey kaçırıyor olması ihtimaline karşın daha ufak, daha sönük olanlara bakmaya karar verdi.
“Bu, babamın mıydı?” diye soruyor Harry inanamayarak ve gümüşi pelerini etrafına sarıyor.
“Oha,” diyor Weasley nefes vererek. “Ben bunun ne olduğunu biliyorum!”
Süpürge üzerindeki birkaç büyücü astronomi kulesinden uçuyorlar, aralarında taşıdıkları bir kutuda bebek bir ejderha var.
Harry ölü tek boynuzlu atı görüyor ve içi üzüntü ve korkuyla doluyor. Kukuletalı figür kafasını kaldırıp ona bakıyor. Yara izi cayır cayır yanıyor, başı dönüyor. Draco kaçıyor.
“...bu kadar derinden sevilmiş olmak, bizi seven kişiyi kaybetmiş olsak da, üzerimizde ebedî bir koruma yaratır. Derinin içinde bu senin. Nefret, açgözlülük ve azimle dolu olan, ruhunu Voldemort’la paylaşan Quirrel bu sebepten sana dokunamadı. Bu kadar iyi bir şeyle işaretlenmiş birine dokunmak onun için ızdıraptı.” Dumbledore gülümsüyor. Harry’nin gözleri yaşlı.
“Bir yerde olmalı...” diye mırıldandı Draco, kendi duyguları dikkatle kenara kaldırılmıştı. “Aha.” Bu anı ufaktı, neredeyse önemsiz görünüyordu ama parıltı kesinlikle oradaydı.
“Felsefe Taşı’yla alakalı,” diyor Harry panikle. McGonagall şaşkınlıktan kitaplarını düşürüyor.
“Siz onu nereden—?”
“Profesör, birinin Taş’ı çalmaya çalışacağını düşünüyorum—biliyorum. Profesör Dumbledore’la konuşmam gerek.”
McGonagall ona şok ve şüphe karışımıyla bakıyor.
“Profesör Dumbledore yarın dönecek,” diyor sonunda. “Taş’ı nereden öğrendiniz bilmiyorum ama merak etmeyin, kimsenin onu çalmasına olanak yok, gayet iyi korunuyor.”
“Ama Profesör—“
“Potter, ben ne dediğimi biliyorum,” diyor kısaca. Kitaplarını topluyor. “Hepinizin dışarı çıkıp güneşin tadını çıkarmanızı tavsiye ediyorum.”
Ve bu kadardı. O konuşma altmış saniyeden uzun sürmüş olamazdı. Neden...?
Draco geri çekildi, hemen tahtaya bir nokta daha ekledi ama ne yazacağını bilemedi. Tekrar Harry’ye baktı; Harry kaşlarını çatmış, düşünürken çenesini ovalıyordu.
“Şimdi, sence bu neden bu kadar önemliydi?” diye sordu Draco. Harry omuz silkti, o da Draco kadar kafası karışmış görünüyordu. Muhtemelen McGonagall’la ilk veya son tartışması değildi. Draco gözlerini kapadı ve zeki beynini çalıştırmaya başladı, tembelce saçının bir tutamını parmağına doluyordu. O geçiştirildiği kısa sohbet Harry’yi bir şekilde şekillendirmişti, hayatının gidişatını değiştirmişti, geleceğini etkilemişti...?
“Haa,” diye nefes verdi Draco gözlerini kocaman açıp. “Sanırım...” Tereddüt edip dudağını ısırdı. Bu muhtemelen Harry’nin pek hoşuna gitmeyecekti.
“Sanırım bu, senin yetişkinlere güvenemeyeceğini anladığın andı,” dedi Draco yavaşça ve kulağa mantıklı geldiğini umdu. “Önemli savaşları biri verecekse bu kişinin sen olmak zorunda kalacağını öğrendin. Sen onlara bir şeylerin fena ters gittiğini söylediğinde seni hiç ciddiye almadılar, değil mi?”
Harry’nin gözleri yuvalarından çıkacak gibiydi. Draco inanamayarak başını iki yana salladı.
“Merlin, Harry,” dedi nefes vererek. “Kaç defa bütün okulun güvenliği senin eline kaldı, sırf yetişkinler bununla başa çıkmadıkları veya kendi siyasetlerine takılıp kaldıkları veya sana inanmadıkları için? Resmen tekrar tekrar seni günü kurtarmak zorunda bıraktılar.”
Harry buna somurttu, itiraz etmek istiyor gibi görünüyordu. Draco bir elini kaldırdı.
“Biliyorum, sana hiçbir şey yaptırmadılar. Ama profesörler ister istemez sana yalnız başına gidip yalnız savaşmak dışında seçenek bırakmadılar. Bir düşün, Harry,” diye yakardı Draco. “Eminim o sohbet biter bitmez ne kadar tehlikeli olursa olsun o Taş’ı kim çalmak istiyorsa onu kendin durduracağını biliyordun çünkü başka kimsenin bunu yapacağına güvenemezdin. Sen yapmak zorundaydın çünkü yapmazsan berbat şeyler olacağını biliyordun ve başka kimse yapmayacaktı.”
Harry dişlerini sıkıyordu ve kollarını savunmacı bir şekilde göğsünde kavuşturmuştu. Bu belli ki duyması eğlenceli bir şey değildi ama Draco’ya kesinlikle mantıklı geliyordu.
“Düşün, Harry,” diye emretti Draco. “Kalan okul yıllarında ne zaman bir yetişkinin vahim bir şeyle ilgileneceğine güvendin? Kaç kere işleri etrafındaki yetişkinler yapmayacağı veya yapamayacağı için kendi ellerine almak zorunda kaldın?”
Harry sertçe nefes alıyordu, burun delikleri kocaman oluyordu. Sinirli görünüyordu ama genişleyip korkuya, sonra yalvarmaya dönüyordu ve Draco itiraf etmek istemese de anladığını biliyordu.
“Altıncı sınıf,” diye devam etti Draco sessizce. “Kaç kere öğretmen kadrosuna benim bir şey peşinde olduğumu, durdurulmam gerektiğini söylemeyi denedin?”
Harry cevap vermedi ama gerçek yüzünden, dudaklarını buruşturuşundan, gözlerindeki rahatsızlıktan okunuyordu. Draco yavaşça başıyla onayladı.
“Ve hiçbir şey yapmadılar,” dedi Draco, “o yüzden sen de beni kendin izledin. Zorundaydın.”
Ateş, şöminede sessizce çatırdıyordu. Harry yine dudağını ısırdı, Draco’nun tahtadaki yeni noktaya “Yetişkinlere güvensizlik - Taş” yazmasını izlerken düşünceyle kaşlarını çatmıştı.
Draco ortamdaki havayı değiştirmek için koltuğun kollarına hafifçe vurdu. “Şimdi madem bunu da çözdük, ben bir kestirmeye hayır demem ve senin de demeyeceğini biliyorum. Yatakta yatmak istersen misafir odasını kullanabilirsin ama şahsen ben şekerlemeler için koltukları tercih ediyorum. Seçim senin.”
***
Draco’nun işaret parmağı yine gömleğinin yakasından içeri girmiş, tembelce köprücük kemiğindeki yara izinin üzerinde geziyordu. Harry Potter karşısındaki kestane, deri koltukta uyuyorken, o kadar yakınındayken uykuya dalacak kadar rahatlayamıyordu. O yüzden Draco yalnızca orada yatmış ara ara öğleden sonra güneşinin ışığının tavanda hareket edişini, ara ara Harry’nin uyuyuşunu izliyordu. Oda çok sessizdi—Draco’nun tek duyabildiği Harry’nin göğsünün yükselip alçalışına uyan yumuşak nefes alış verişi ve dışarıdaki bir karatavuğun aralıklı ötüşüydü.
Harry yayılmıştı, başı koltuğun koluna dayanmış açık krem renkli bir yastıktaydı, kural bilmez saçları kumaşa dağılmıştı. Bir kolunu başının üzerine atmış, diğerini karnına koymuştu. Lacivert tişörtü uykusunda biraz yukarı çıkmıştı ve Draco’nun gözleri Harry’nin solmuş muggle kotunun belinin hemen üzerinde ince bir çizgi hâlinde gözüken koyu bronz tene kaymıştı. Harry botlarını o sabah gelir gelmez ön holde bırakmıştı—bugünkü çorapları normal, siyah, pamuk çoraplardı. Draco benekleri özlüyordu.
Harry, Draco’nun bildiği gibi uykusuzken düzgün işlev göremezdi. Gerçekten kestirmeye ihtiyacı vardı. Ama Harry’yi böyle, bu kadar huzurlu ve savunmasız, Draco’nun oturma odasında uyurken görmek onu biraz rahatsız ediyordu—göğsünde çekeleniyor, büzülüyormuş gibi bir his vardı. Draco, bu his bağlarından mı geliyor emin olamıyordu çünkü daha önce de birkaç kez buna benzer bir şey hissetmişti: mesela Üçbüyücü Turnuvası’nın son görevinden sonra, altıncı sınıfta Harry onu kesip açtıktan sonra, savaşta Hagrid Harry’nin bedenini taşıdığında ve Harry onun için tanıklık ettiğinde. Pek haz ettiği bir his değildi. Göğsü sıkıştırılıyormuş gibiydi, nefes almakta zorlanıyordu. Yer çekimi gibiydi, manyetizma gibi, denemiş olsa bile karşı çıkmanın anlamsız olduğu kaçınılmaz bir güç. Ne olduğunu anlamıyordu, anlamak istemiyordu, bu hoşuna gitmiyordu.
Yine de Draco kendini durduramıyordu, ne kadar istese de. Hareket edemiyordu.
Gözleri Harry’nin aralarındaki orta sehpada duran çobanpüskülü asasına döndü, gözlüğü de yanındaydı. Yüzü gözlüğü olmadan çok farklı görünüyordu—savunmasız ve çok genç duruyordu. Draco, Harry ona böylesine güvendiği için ayrıcalıklı hissediyordu ve bunun yakın zamanda sona ermesine ihtiyacı vardı, göğüs kafesindeki bu rahatsız edici derecede tanıdık acının geçmesine ihtiyacı vardı.
Harry kıpırdandı ve Draco, itiraz eden düşünceleri onu uyandıracak kadar gürültülü müydü diye merak etti. Yüzünü tekrar tavana çevirdi. Güneş ışığı, penceresinin dışındaki yaban elması ağacının yapraklarının aralarından içeri giriyordu. Gölgeler ufak, antika avizesinin üzerindeki sert, beyaz boyanın üzerinde dans ediyor ve titreşiyorlardı. O avizeyi yıllar önce bir emlak satışından almıştı—onu tatlı bulmuştu ve Malfoylara uymadığını ama yine de hâlâ çok zarif olduğunu düşünmüştü.
Draco, Harry’ye uyanması için biraz zaman tanıdı; gerinip iç geçirirkenki kumaşın ve derinin hışırtısını, gözlüğünü sehpadan alırken metalin cama çarpmasını duydu. Draco ona döndü ve bir anlığına gözlerindeki parlaklıktan şaşkına döndü. Görünüşe bakılırsa ne kadar canlı bir yeşil olduğunu unutmuştu, eski Slytherin kravatının yeşili.
“Daha iyi hissediyor musun?” diye sordu Draco, sesi gergindi ve Harry ufak, hoşnut bir gülümsemeyle kısaca başıyla onayladı. Draco gözlerini kaçırdı. “Harika. Timsy biftekli sandviç hazırladı sanırım,” dedi, sonunda sessizliği doldurabildiğine, dikkatini anlaşılamaz rahatsızlığından başka yöne çekebildiğine mutluydu. Bacaklarını koltuğun yanından sarkıttı ve tek, zarif bir harekete ayağa kalktı. Mutfağa yöneldi, Harry’nin de onu takip ettiğini duyduğundan arkasına bakma gereği duymadı.
Sandviçler muhteşemlerdi, tabii ki öyleydiler. Timsy’ye bir Merlin Nişanı falan verilmeliydi, gerçekten, diye düşündü Draco ve bunu Harry’ye de söylediğinden emin oldu çünkü bunu gerçekleştirebilecek biri varsa bu Harry Potter olurdu. Harry güldü ve eliyle göğsüne birkaç kez dokundu.
“Evet, sende var, biliyorum,” diyip Draco gözlerini devirdi. Harry başını iki yana salladı ve sandviçini bıraktı. Sonrasında tamamen pandomimle kendi göğsünden bir madalya çıkardı, eğildi ve madalyayı ufak, görünmez bir varlığın göğsüne takıp ciddiyetle başını salladı ve o varlığın ufak elini sıktı.
Draco bir saniye boyunca ona bakakaldı, sonra iki ve sonra kahkaha atmaya başladı, gözlerinden yaşlar akıtan içten kahkahalar. Tekrar Harry’ye bakabildiğinde Harry’nin gülümsemesi neredeyse kör ediciydi, gözleri parlıyor ve omuzları kendi kahkahasıyla sarsılıyordu.
Draco parmağıyla gözlerindeki yaşları sildi.” Ah, Merlin,” dedi nefes vererek ve hâlâ gülerek. “Karanlık büyücüleri kovalama işi tutmazsa, Seherbaz Potter, pandomim kariyeri tam sana göre.” Draco biraz daha kıkırdadı ve Harry hâlâ gülümserken gözlerini devirdi. “Ama evet, kesinlikle Merlin Nişanı’nı Timsy’ye vermelisin. Sabahın erken saatlerine kadar kahve çekirdeği kavurdu, Büyücü Britanyası’ndaki en iyi kahveyi yapma azminin eşi benzeri yok. Şimdi, merhametli kahramanımızın senin için hazırladığı sandviçi bitir.”
Harry yine ona güldü ve tekrar sandviçini eline aldı. İki arkadaşın birlikte öğle yemeği yemesi gibiydi, çok doğal bir şekilde birbirleriyle gülüşüyor ve şakalaşıyorlardı. Draco kendine bir buçuk saniye buna inanma izni verdi, sonra bu hayali kenara itti.
***
“Başlamadan önce bana sormak istediğin bir şey var mı?”
Harry’nin yüzü meditasyonlarından dolayı sakin görünüyordu, Kara Göl’ün yüzeyi gibi—durgun ama potansiyel dolu. Bir an Draco’yu inceledi, sonra sehpadan not defterini ve kalemini alıp temiz bir sayfa açtı.
Neden alıç asayı kullanmıyorsun?
“Hımm,” diye iç çekti Draco, bunu nasıl açıklayabileceğini düşündü. Çenesini eline dayadı, tembelce parmağını birkaç kez yanağına dokundurdu.
“Kısa cevap, onu şifacılıkta kullanmak doğru gelmedi,” demeye karar verdi Draco. “Hâlâ bende ama bir kenara kaldırdım.” Harry başını yana eğdi, açık yüzünde bir soru daha vardı.
“Uzun cevabı mı istiyorsun?” diye sordu Draco sırıtarak. Harry çekinerek başıyla onayladı. Onu okumak çok kolaydı. Draco oturduğu yerde doğruldu ve soluk renkli asasını ince uzun parmaklarının arasında döndürdü. Harry ellerini izledi, dikkatli ve meraklı bir yüz ifadesi vardı.
“O asa istemediği zamanlarda çok fazla Kara büyü yaptı,” diye başladı. “Onu aldığım günü hatırlıyorum, Ollivander bana alıcın içsel çatışmaları olan büyücüleri seçtiğini açıklamıştı. Babam epey hayal kırıklığına uğramıştı—ejderha yürekteli olan bir şey bulurum diye düşünmüştü, onlar Karanlık Sanatlar'a daha kolay alışıyorlar, tek boynuzlu at kılıysa çok... saf. Kara büyü onun doğasına aykırı. Tek boynuzlu at özlü bir asa asla Affedilmezler yapmak zorunda kalmamalı ama ben yaptım ve asa da buna adapte oldu.” Draco kafasını kaldırıp Harry’ye baktı, Harry biraz utanmış görünüyordu ki Draco bunu anlamadı ama yine de devam etti. “Şifacı olmaya karar verdiğimde bu işi Kara büyü geçmişi olan bir asayla yapmak istemedim. O yüzden tekrar Ollivander’ın dükkânına gittim—Merlin’e şükür bana karşı bir kini yoktu—ve bu asayla tanıştım. Gümüşi ıhlamur ağacı, tek boynuzlu at kılı, 28 santim, esnek. Nadir bir ağaç, Zihnefend’e epey uygun asalar yapılıyor. Ollivander bu asanın beni seçmesine şaşırmış göründü—böyle bir şeyin bir Malfoy’un eline geçeceğini hiç beklemezdi sanıyorum ve açıkçası ben de beklemiyordum ama gayet mutluyum.”
Harry yavaşça başını yukarı aşağı sallayıp bu bilgiyi sindirdi. Alıç asa ve onun marifetlerinden konuşmaya devam etme konusunda pek hevesli olmayan Draco konuyu değiştirdi. “Zihnefend demişken,” diyip asasını kaldırdı. “Hazır mısın?” Harry başıyla onayladı, gözleri Draco’yu rahatsız edecek kadar fazla şey biliyormuş gibi bakıyordu. “Legilimens.”
Amycus Carrow, McGonagall’ın suratına tükürüyor. Harry öfkeden deliye dönüyor. Pelerin’i üzerinden atıyor ve alıç asayı doğrultuyor, damarlarından hiddet akıyor. “Crucio!” diye bağırıyor ve Amycus çığlıklar atarak Ravenclaw ortak salonunun öbür ucuna uçuyor.
Harry bir büyücü çadırında karyolasında yatıyor. Dışarıdaki kayalıklı kıyı çizgisine çarpan dalgaların sesini duyabiliyor. Hava karanlık, alıç asanın ışığıyla eski bir parşömene bakıyor. Haritada bir çift ayak izi bir koridorda yürüyor, “Draco Malfoy” ismi de onların yanında ilerliyor.
“Pekâlâ, Harry,” dedi Draco sessizce. “Birinci sınıftan sonraki yazdan başlayalım.”
Tuhaf haritanın anısı kayboldu ve daha fazla anı yanından geçip gitmeye başladı, ta ki Draco Privet Drive’daki evi tanıyana kadar.
“Harry Potter okula dönmeyeceğini söylemek zorunda—“
“Söyleyemem—“
“O zaman Dobby yapmak zorunda, efendim, Harry Potter’ın kendi iyiliği için.” Uçan puding yere düşüyor. Cin yok oluyor.
Bir kâse soğuk, konserve çorba yatak odasının kapısındaki kedi kapağından içeri itiliyor. Harry iştahla yalayıp yutuyor. Penceresinde parmaklıklar var.
Ron çekingen görünüyor. Oda korkunç derecede turuncu ama Harry orada olmaktan mutlu. “Bu, şimdiye kadar girdiğim en iyi ev,” diyip gülümsüyor Harry ve Ron’un kulakları kızarıyor.
“Bir tane geliyor,” diye gözlem yaptı Draco. Anıları hızlıca geçti, uçan bir araba, bir sürü kızıl saç, dans eden hayaletler ve duvarlardaki kanlar ve Draco’yla bir düello ve sonra—
“Hannah,” dedi tıknaz çocuk ciddiyetle. “O bir Çatalağız. Herkes bunun Karanlık bir büyücünün işareti olduğunu bilir. Sen hiç yılanlarla konuşabilen düzgün bir büyücü duydun mu?” Bir grup Hufflepuff kendi aralarında dedikodu yapıyorlar. Harry köşeden dinliyor. “Muhtemelen Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen onu o yüzden öldürmek istedi. Onunla yarışan bir Karanlık Lord daha olsun istemedi. Acaba Potter’ın sakladığı başka ne güçleri var?” Harry öfkeli.
Anı kayıp gitti, gümüşi parıltı da onu takip etti. Draco, Harry’nin kafasından çekildi; asasını tahtaya doğrulttu ve yeni bir nokta koyup burnunu buruşturmamaya çalışarak “Dedikoducu Hufflepufflar” yazdı. Anti-Hufflepuff ön yargısından kurtulmak zordu ve nedenini de hiç anlayamamıştı.
Draco sehpadan kendi not defterini aldı, gözlerini kısıp baktı, sonra oflayıp elini uzattı ve asasız olarak okuma gözlüğünü çalışma masasında bıraktığı yerden çağırdı. Gözlüğü burnuna yerleştirdi ve kalemini aldı, notlarını yazdı, duygularına izin verdi: Harry’nin Carrow kardeşe saldırmasıyla gelen zafer, tuhaf büyülü haritaya olan merak.
“Dobby seni okuldan attırmaya mı çalıştı?” diye sordu Draco Harry’ye bakıp, Harry de sessizce güldü. “Hep işleri yapmak için dolambaçlı yolları olurdu,” diye mırıldandı Draco dalgınca, not defterine yazarken. “Çok akıllıydı ve çok cesur.”
Birkaç dakika daha notlarına devam etti, sonra sonunda başını kaldırıp Harry’ye baktı. Harry’nin gözleri saklamadığı bir merakla kocaman olmuşlardı. Draco’yu yoğun bir bakışla izliyordu. Draco ona tek kaşını kaldırdı ve Harry yazmak için not defterini açtı.
Dobby’yi iyi tanıyor muydun?
Draco keder ve utancını dizginlemeye çalıştı. “Evet, çocukken.”
Harry, Draco’dan bir şey daha istiyormuş ama nasıl soracağını bilmiyormuş gibi görünüyordu. Draco’nun bunun ne olabileceğine dair bir fikri vardı.
“Sana bir ara onunla olan anılarımı gösterebilirim, istersen. Hep yaramazlıklar yapmama yardım ederdi.”
Harry gülümsedi ama gözleri üzgün bakıyordu. Bir kez başıyla onayladı. Draco da karşılık verdi ve derin bir nefes aldı.
“Şimdi, neden bilinçaltın birkaç Hufflepuff’ın dedikodu yapmasına kulak misafiri olmanın gelişiminde bu kadar önemli olduğuna karar verdi?” diye sordu Draco sırıtarak, kalemi kâğıdın üzerindeydi. Harry yine güldü, başını iki yana salladı. Kalemini parmaklarında döndürdü, biraz ateşe bakıp düşündü ve sonunda yazdı—
Açıklaması zor
Draco dilini şıklattı. Ne kadar umut kırıcıydı. “Elinden geleni dene,” dedi. “Vaktimiz var.”
Harry kaleminin ucunu çiğneyerek kâğıda baktı, sonra yüzünde bıkkın bir ifadeyle Draco’ya döndü. Başını iki yana salladı, not defterini bıraktı ve işaret parmağını ısrarla alnına dokundurup durdu. Draco kaşlarını kaldırdı.
“Bana göstermek mi istiyorsun?” diye netleştirdi ve Harry başıyla onayladı. Draco temkinliydi. “O kadar kontrolün olduğuna emin misin?”
Harry buna gözlerini devirdi, biraz öne eğildi ve ısrarla alnına dokunmaya devam etti. Draco iç geçirdi. “Oturup izleyeyim o zaman,” dedi, asasını kaldırdı ve zihni Harry’ninkine düştü. Harry’nin ona gösterdiği görüntüler beşer saniyeden uzun değillerdi ama çok fazlaydılar.
On üç yaşındaki Harry bir koridorda yürüyor. Yanlarından geçerken öğrenciler ona bakıyor, yüzlerinde hayran kalmış ve meraklı ifadeler var.
On dört yaşındaki Harry bir koridorda yürüyor. Yanlarından geçerken öğrenciler ona bakıyor, yüzlerinde kızgın ve küçümser ifadeler var.
On beş yaşındaki Harry bir koridorda yürüyor. Bakanlık çalışanları hayret ve alayla ona bakıyorlar.
On beş yaşındaki Harry bir koridorda yürüyor. Öğrenciler ona şüphe ve temkinle bakıyorlar ve gözlerini kaçırıyorlar.
On altı yaşındaki Harry bir koridorda yürüyor. Öğrenciler ona hayranlıkla ve bazen şehvetle bakıyorlar.
On yedi yaşındaki Harry bir Bakanlık koridorunda yürüyor. Çoközlü iksir içmiş, adrenalin dolu. Harry’nin yüzü duvarlardaki posterlerden, kocaman yazılmış “1 NUMARALI İSTENMEYEN” kelimelerinin altından ona bakıyor.
On yedi yaşındaki Harry akranlarının arasında duruyor, asası elinde. Hepsi ona bakıyorlar, gözlerinde saf korku var. “Ama orada işte!” diye bağırıyor Pansy. “Biri onu yakalasın!”
On sekiz yaşındaki Harry Diagon Yolu’nda yürüyor. Kalabalık ona mutlak aşkla bakıyor, gözleri tapınma dolu.
On sekiz yaşındaki Harry Diagon Yolu’nda yürüyor. İnsanlar ona hayal kırıklığı ve hor görmeyle bakıyor. Birinin elinde bir Gelecek Postası görüyor—manşette “CENNETTE SIKINTI: HARRY VE GINNY’NİN DIAGON’DAKİ SERT KAVGASI” yazıyor, yazan Rita Skeeter.
“Tamam, anladım,” diye itiraf etti Draco, Harry’nin kafasından çekilirken. Asasını kucağına koydu ve gözlüğünün altından gözlerini ovaladı.
“Şöhretin kahpe olduğunu öğrendin,” diye analiz etti, “ve sadakati garantilemediğini.”
Harry’nin dudaklarının kenarı bir sırıtışla yukarı döndü. Abartılı bir şekilde başını yukarı aşağı salladı ve Draco’ya eski özel öğretmenlerinden birini hatırlattı, o da çocukken zor bir dersi sonunda anladığında öyle yapardı.
“İlginç,” diye mırıldandı Draco gözlüğünün üzerinden tahtadaki anıların oluşturduğu haritanın iskeletine bakarken. Bir tutam saçı parmağına doladı—yumuşak, kalın, platin, fazlasıyla onun. Nefes aldı, nefes verdi.
“Şimdilik sorun var mı?” diye teklifte bulundu Draco. Harry bir an düşünüp sonra yazdı.
Gerçekten Muggle doğumlular öleceği için heyecanlı mıydın?
Draco irkilip yüzünü buruşturdu. “Adil bir soru,” diye mırıldandı. “Zamanında evet çünkü babam öyleydi ve ben de ölüm kavramını gerçekten anlamıyordum. Lucius planı işe yaradığı için çok heyecanlıydı, ben de onu çok kurnaz sanıyordum. Başarısı için heyecanlıydım, tamamen anlamadığımda bile. Tıpkı onun gibi olmak istiyordum.” Yine yüzünü buruşturup gözlerini Harry’den kaçırdı. “Dördüncü sınıfın sonuna kadar gerçekten anlamadım ve o zaman bile hâlâ çaresizce onun onayını istiyordum. Resmen ona tapıyordum.”
Harry dudaklarını büzdü, bir an Draco’yu inceledi. Tekrar yazmaya başladı.
Anılarımda Lucius’u görmek canını yakıyor mu?
Draco somurttu ve yine gözlerini kaçırdı. “Lucius’un zalimliğini çok kez gördüm. Senin anıların canımı benim kendi anılarımdan daha çok yakmıyor—ve onunla benim şimdiye kadar gördüğümden daha fazla kez karşılaştığını biliyorum.”
Harry dudağını ısırarak yavaşça başıyla onayladı. Draco’dan tamamen emin görünmüyordu. Draco da kendinden tamamen emin değildi ama bu önemli değildi. O bir profesyoneldi.
“Biraz daha nefes egzersizi yapalım ve sonra tekrar girelim, olur mu?” diye önerdi Draco koltuğunda doğrulup ve ellerini dizlerine koydu. Gözlüğünü saçına itti ki bunun gülünç durduğunu biliyordu ama görünüşü o esnada, soğukkanlılığını yitiriyor olabilirmiş gibi hissederken önceliği değildi. O bir profesyoneldi.
Meditasyon, çarpan kalbini biraz sakinleştirdi. Draco öne eğildi, asasını kaldırdı ve büyüyü yaptı.
“Bir gün senin de sonun anne baban gibi olacak, Harry Potter,” diyor Lucius yumuşak bir sesle. “Onlar da her işe burunlarını sokan aptallardı.” Gitmek için arkasını dönüyor. “Gel, Dobby.”
Ama Dobby hareket etmiyor. Harry’nin iğrenç, yapış yapış çorabını elinde tutuyor ve ona sanki paha biçilemez bir hazineymiş gibi bakıyor. “Efendisi bir çorap verdi,” diyor hayret içerisinde. “Efendisi attı ve Dobby yakaladı ve Dobby özgür.”
Lucius öfkelenip Harry’nin üzerine saldırıyor. “Beni hizmetçimden mahrum bıraktın, çocuk!” Asasını çıkarıyor. “Avad—“
Dobby parmaklarını şıklatıyor ve Lucius sırt üstü yere düşüyor.
Draco’nun Zihinbend bariyerleri yerle bir oldu ve o kadar çabuk geri çekildi ki muhtemelen Harry’nin kafasında bir vakum bıraktı. Sert, titrek bir nefes verdi ve elleriyle yüzünü ovaladı. Gözlüğü anında öne düştü, çıkarıp dikkatsizce sehpaya attı ve gözlerini kapadı. Duyguları yine fırtına gibi esiyordu—korku, pişmanlık, kızgınlık, kayıp, acı—yetişmek için elinden geleni yaptı.
“Özür dilerim,” diye mırıldandı Draco. “Bir dakika ver.” Harry’ye bakmadı.
Neredeyse bunun bir ekmek kırıntısı olmasını diledi, sırf o gün bir daha Harry’nin kafasına dönmek zorunda kalmamak için. Rutinini yapmak istemiyordu, kendine dönmek istemiyordu, şu an kendi olmak istemiyordu.
“Özür dilerim,” dedi Draco yine. Hangi kısım için özür dilediğinden emin değildi. Belki de tamamı içindi. “Seni öldürmeye çalıştı... on iki yaşındaydın...” Mırıldanan kelimeler Draco’nun ağzından dökülüyorlardı. “Bu noktada artık şaşırmamalıyım bile... ama çok küçüktün ve o... eğer bilseydim—”
Harry dikkatini çekmek için parmaklarını şıklattı. Draco kafasını kaldırdı ve Harry’nin keskin bakışıyla buluştu. Harry kafasını iki yana salladı ve yazmak için not defterini aldı.
Bana inanmazdın
Draco iç geçirdi ve avuçlarıyla üst bacağını ovaladı. “Haklısın,” dedi. “İnanmazdım.”
Draco kendini sarstı, derin yavaş bir nefes aldı, sonra bir nefes daha. Eskiden olduğum kişi değilim, diye hatırlattı kendine, ama eskiden olduğum kişi şu an olduğum kişinin bir parçası. Gömleğinin ipek kolunun üzerinden Karanlık İşaret'i ovaladı ve kumaşın altındaki kabarık yara izini hissetti.
Eninde sonunda asasını kaldırdı ve hazır olduğunu beyan etti. Harry onay verdi ama hâlâ biraz temkinli görünüyordu, bu da Draco’nun kararlılığını arttırdı. Bunu yapmak zorundaydı, bitirmek zorundaydı, o lanet olası bir profesyoneldi, yaşının en iyilerinden. Zihinbend duvarlarını sağlamlaştırdı. “Legilimens.”
Harry, Seçmen Şapka’dan Kılıç’ı çıkarıp ayağa kalkıyor. Kör olmuş basilisk üzerine saldırıyor ve Harry kılıcı savuruyor ama ıskalıyor. Devasa yılan Harry’yi duvara fırlatıyor. Harry tekrar ayağa kalkıyor ve basilisk tekrar saldırırken kılıcı doğrultuyor. Tüm ağırlığını vererek kılıcı yılanın damağına geçiriyor. Uzun, zehirli bir dişin batmasıyla kolunda keskin bir acı hissediyor.
Şimdi olmaz, dedi Draco kendine, dikkatli Zihinbend duvarlarının arkasından. Aramaya devam et. Dikkatini dağıtma.
“Aziz Potter, Bulanıkların dostu,” diyor Draco yavaşça. Slytherin ortak salonunda oturuyorlar. “O da düzgün büyücü hisleri olmayan biri daha işte. Bir de insanlar onu Slytherin’in varisi sanıyor!”
Görüş açısına gümüşi bir parıltı girdi ve Draco onu yakaladı. “Bir tane buldum—”
“Beni dinle, Harry,” diyor Dumbledore sakince. “Salazar Slytherin’in özenle seçtiği öğrencilerinde değer verdiği özelliklerin birçoğu sende de mevcut. Kendine has çok nadir yeteneği, Çataldili; uyanıklık; azim—kural dinlemezlik,” diye ekliyor. “Ancak yine de Seçmen Şapka seni Gryffindor’a yerleştirdi. Bunun nedenini biliyorsun. Düşün.”
Harry yenilmiş hissediyor. “Beni Gryffindor’a koymasının tek sebebi Slytherin’e gitmemeyi istememdi—“
“Kesinlikle,” diyor Dumbledore yüzü parlayarak. “Ve bu da seni Tom Riddle’dan çok farklı kılıyor. Gerçekte ne olduğumuzu gösteren şey, Harry, yeteneklerimizden çok seçimlerimizdir. Gryffindor’a ait olduğuna dair kanıt istiyorsan buna daha yakından bakmanı öneririm.”
Harry kılıcı çeviriyor, yakutlar şöminenin ışığında alev gibi parlıyorlar. Kabzanın hemen altına kazınmış olan ismi görüyor: Godric Gryffindor.
Anı bitti ve Draco dikkatle geri çekildi, hemen Zihinbend duvarlarını indirmedi. Önce yapması gereken bir işi vardı. Asasını tahtaya doğrulttu, bir nokta daha koydu ve somurttu, ne yazacağını bilemedi.
“Belli ki bu önemli bir konuşmaydı,” diye başladı Draco, “ama sence neden önemliydi? Neden o zaman?”
Harry gözlerini kapadı, vücudu yalnızca biraz rahatlamıştı, kalemi huzursuz parmaklarının arasında sallanıyordu. Koltuğunda arkasına yaslandı ve hafifçe kaşlarını çattı. Draco bir anlığına kıskançlık hissetti—Harry sadece otururken ve düşünürken nasıl bu kadar güç ve otorite yayabiliyordu? Biri Harry’nin yalnızca bu berjer koltukta, düşünceli bir şekilde gözleri kapalı oturduğu bu anıyı gösterip Draco’ya bu adamın peşinden gidip hedeflerini desteklemesini söyleseydi Draco bunu düşünürdü. İhtimali ciddi ciddi kafasında ölçüp biçerdi; Harry, Harry Potter da olsa yalnızca bir adam da olsa.
Ama Draco’nun Zihinbend duvarları hâlâ duruyorlardı ve yüzü dikkatli bir şekilde ifadesizdi. Beklerken vücudu sabit duruyordu.
Harry gözlerini açıp not defterini aldığında sanki zaman yeniden akmaya başlamış gibiydi. Draco bacak bacak üstüne atarken eklemleri çatırdadı, vücudu bu kadar uzun süre gergin ve hareketsiz tutulduğu için isyan ediyordu. Harry yazıyordu.
Beni rahatsız eden yönlerimi kabul etmemle seçimlerimin daha önemli olduğunu öğrenmemin karışımı.
Draco sessizce, bunun Harry’nin şimdiye kadar deftere yazdığı en uzun cümle olabileceğini fark etti. Anlayışla yavaşça başını salladı ve asasını tahtaya doğrultup haritadaki yeni noktaya “Yetenekler & Seçimler” yazdı. Bitirdiğinde asasını kucağına koydu ve tekrar Harry’ye döndü.
Harry’nin yüzünde bir şey bekliyormuş gibi bir ifade vardı ve yavaşça kafası karışmış bir hâl alıyordu. Draco duvarlarını indirmedi ve yüzünü duygusuz tuttu. “Bugün harika ilerleme kaydettik,” dedi. “Bir sonraki sefere üçüncü sınıfa başlayacağız. Şimdi bitiş meditasyonuna başlayabilirsin.”
Harry yalnızca somurttu ve sonra gönülsüzce dik dik baktı. Tekrar yazmaya başladı.
Adil değil
Draco kaşlarını çattı. “Ne adil değil?” Harry hoşnutsuz bir şekilde başını iki yana salladı. Kalemi tekrar kâğıda götürdü.
Sen beni dışarıda tutabiliyorsun ama ben seni dışarıda tutamıyorum
Draco gözlerini kapadı, omuzları çöktü. “Seni dışarıda tutmuyorum, Harry. Beni içeride tutuyorum.”
Harry alay eder gibi bir ses çıkardı.
“Bu noktada değerli bir katkı sağlayabileceğimi düşünmüyorum,” diye tersledi Draco. “Tepkilerimden bir güne yetecek kadar görmedin mi? Konuyu kendime çevirip duramam,” diye açıkladı çaresizce ama Harry yine başını iki yana sallıyordu. Bunu bugün çok yapmıştı.
Senin tepkilerinden öğreniyorum
Draco kaşlarını daha da çattı. Rahatsız olmaya başlıyordu. “Ne öğreniyorsun?”
Harry gözlerini devirdi ve sadece Draco’ya işaret etti, ya o anlık yazmaktan yorulmuştu ya da ne diyeceğinden emin olamamıştı.
“Benim... hakkımda bir şeyler mi öğreniyorsun?” diye tahmin etti Draco ve Harry başıyla onayladı. Bir ona bir kendisine işaret etti.
“Böylece birbirimizi tanıyoruz,” diye tahmin etti Draco yine ve Harry sözsüz bir şekilde iletişim kurabildiği için kendiyle gurur duymuş görünüyordu. “Anlıyorum,” diyip iç geçirdi. “Böyle dengesiz oluyor. Ne bilmek istiyorsun?”
Harry yine başını iki yana salladı ve not defterine ihtiyacı olduğuna karar verdi.
Tepki vermeni istiyorum
“Şimdiye kadar gördüklerime mi?” Harry başıyla onayladı. Draco sızlandı, dikkatle bariyerlerini indirdi. Harry’ye karşı bu kadar açık olmak hâlâ biraz tehlikeli geliyordu ama ilk gün böyle olacağını söylemişti. Harry haklıydı: Draco kendi tepkilerinden, onu ne kadar açık ve savunmasız bıraktıklarından korkuyordu ama Harry’nin savunmasız olma konusunda pek bir seçeneği yoktu. Onun Draco’nun Zihnefend’ine karşı bir savunması yoktu. Böylesi adil olurdu. Draco bunu biliyordu.
“Peki,” diye iç geçirdi. “Basilisk zehrinden ne halt edip sağ kurtulabildiğini öğrenmek için can atıyorum.”
Harry, Draco’nun teslim olmasından memnun olmuş görünüyordu. Draco’ya ufak bir gülümsemeyle baktı ve hızlıca yazdı.
Anka kuşu gözyaşları - Fawkes
Draco bir an şok içinde sayfaya baktı, sonra dudakları seğirmeye başladı ve birdenbire kıkırdamamak için çok çabalaması gerekti. Ağzını kapamak için elini kaldırdı çünkü böyle bir şeye gülmek yanlış geliyordu ama Harry hemen uzanıp bileğinden tutarak elini çekti. Draco’nun tepki vermesini istiyordu ve Draco da ona dürüstlük sözü vermişti. O yüzden kahkahasını serbest bıraktı. Harry memnun olmuş ve eğlenmiş görünüyordu.
“Tabii ki,” dedi Draco kıs kıs gülerek. “Bundan şüphe bile etmiyorum biliyor musun, kesin doğrudur ama bu çok... bu tabii ki, senden bundan daha azını beklememeliydim. Eminim gözyaşları direkt kuşun gözlerinden de gelmiştir. Lütfen bana anka kuşunun senin üzerine ağladığını söyle, Harry,” diye yalvardı, elinde olmadan kıkırdıyordu ve Harry ona gülümseyip başıyla onayladı. Draco artık tamamen kahkahalar atıyordu.
“Tam senlik,” dedi başını iki yana sallayarak. “Ve tahmin edeyim, Slytherin ortak salonuna girip beni gözetlemek için Çoközlü iksir içtin,” dedi, Harry’nin kaçınılmaz onayını beklerken kahkahaları durdu.
Hermione bir tuvalette hazırladı, yazdı Harry.
“Tabii ki bunu yaptı,” dedi Draco ve başını geriye atıp biraz daha güldü. “Merlin, Harry,” dedi nefes vererek ve gözünden bir yaş sildi. “Hiçbir işi yarım yapmıyorsun, değil mi?”
Harry’nin gözleri neşeyle dans ediyordu ve omuzları da kendi sessiz kahkahalarıyla sarsılıyordu.
Draco kahkahalarının azalıp bitmesine izin verdi. “Hadi, o zaman, meditasyon yapıp kendine dön, seni tamamen gülünç derecede saçma insan.”
Harry bunu yaptı ve o yumuşak gülümsemesi bütün süre boyunca yüzünde kaldı.
***
Draco çalışma odasına yalnız başına durup dolabındaki boş Düşünseli’ne bakıyordu. Anılarla dolu bir raftan boş bir şişecik aldı.
Gözlerini kapadı, derin derin düşündü, hatırladı. Asasını şakağına kaldırdı ve dikkatle iki uzun, gümüşi anı teli çıkardı ve onları özenle şişenin ağzına bıraktı. Asasını cama yöneltti ve çabuk bir büyüyle “Dobby” diye etiketledi. Rafa, diğerleriyle birlikte hafifçe parlamaya bıraktı.
O gece ilerleyen saatlerde, Timsy’yle dinlendirici bir akşam geçirip annesine mecburi bir mektup yazdıktan sonra Draco lüks yatağında derin ve hoşnut bir uykuya daldı. Rüyasında parşömende yürüyen minik ayak izleri ve bir asadan çıkan, dikkatle tetikte bir ışık gördü.
Notes:
Y.N.:
Söyleyin bakalım, millet - her bölüme tarih atarsam faydası dokunur mu?mesela 26 Mart 2006, Pazar.
30 Mart 2006, Perşembe. gibi.vs. vs. Haber verin!
Chapter Text
Beşinci Bölüm
Çok sevgili Draco,
İyi olduğunu duyduğuma sevindim. Hâlâ çok fazla çalıştığına inanıyorum ama anlıyorsun ki senin hiç çalışacağını hayal etmemiştim, o yüzden hep böyle düşünebilirim.
Hâlâ seninle ve başardığın her şeyle çok gurur duyuyorum Draco—bundan asla şüphe etme.
Günlerimi ev cinlerinin bahçeyi bahara hazırlamalarına yardım ederek ve okuyarak geçiriyorum. Güller bu yıl nefes kesici olacaklar, bunu hissedebiliyorum. Yakında çaya gelmelisin. Yaptığımız işleri ve Malikâne’nin bu sayede ne kadar daha aydınlık göründüğünü görmeni çok isterim.
Teyzen Andromeda yakın zamanda benimle iletişime geçti. Benimle konuşmak istemesine şaşırdım—yıllar önce ona yazdığımı ve yanıt almadığımı hatırlıyor olabilirsin. Şimdilik birbirimize yazmayı denemeye giriştik ve onunla yeniden bağ kurmak için sabırsızlandığımı söylemeliyim. Kızken çok yakındık. Mektuplarında seni soruyor.
Seni özlüyorum, canım. Yakın zamanda ziyarete gel ve lütfen Timsy’ye iyi dileklerimi ilet.
Sevgilerimle, Narcissa
Draco parşömeni masaya, diğer postalarının yanına koydu ve okuma gözlüğünü düzeltti. Andromeda’nın sonunda yeniden Narcissa’yla bağ kurması ilginçti—ama neden şimdi? Andromeda, Teddy Lupin’in velisi ve büyükannesiydi, değil mi? Ve Teddy, Harry’nin vaftiz oğlu değil miydi? Harry’nin bu gelişmeden haberi var mı diye merak etti. Harry’nin minik Teddy’nin hayatına ne kadar dahil olduğunu bilmiyordu ama vaftiz oğlunun bir Malfoy’a bu kadar yakın olmasını ister miydi? Narcissa çocuktan söz etmemişti, o yüzden belki daha bu konuda endişelenmesi gerekmemiştir.
Draco çay davetiyle gelen korkusunu kontrol etmeye çalıştı. Annesinin içeri dalıp o güçlü duygu sömürülerinden birini yapmasını istemiyorsa yakın zamanda kabul etmesi gerektiğini biliyordu. Annesi hâlâ onun yegâne Malfoy vârisi olarak Malikâne’ye ait olduğunu hissediyordu. Draco hakkında Narcissa’nın anlamadığı çok şey vardı—kariyeri, evi, partneri olmaması (ve o partnerin cinsiyeti konusundaki tercihi)—ama yine de Draco kendisini sevdiğini biliyordu. Onu görmeliydi. Sonuçta o onun annesiydi—sadece onu orada görmek zorunda kalmamayı dilerdi.
Draco Gelecek Postası’nı açtı, manşetlere bir bakıp kenara attı—bazı Büyüceşûra üyelerinin emekli olması ve boş pozisyon bırakmaları hakkında inanılmaz sıkıcı bir şeyler. Sicimle bağlanmış ve Kaliteli Quidditch Malzemeleri logosu basılmış ufak paketi eline aldı ve gülümsedi. Bir süredir bu siparişin gelmesini bekliyordu.
Son satın aldığı ürünü kulübeye bırakmak için ayağa kalktığında uçuçundan ona adıyla seslenen bir adam duydu ve sinir olarak sessizce inledi. Oturma odasına giderken yolda ropdöşambırının kemerini ayarladı ve pijama gömleğinin üst düğmelerini ilikledi.
“Shacklebolt,” diye iç geçirdi Draco Bakan’ın havada asılı duran yüzünü ateşte görünce şöminenin önünde çömelerek. “Size nasıl yardımcı olabilirim?”
“Şifacı Malfoy,” diye karşıladı kalın, pürüzsüz sesiyle. “İçeri gelebilir miyim?”
Draco gözlerini devirmemeye çalıştı. Hâlâ tüylü terliklerini giyiyordu ama hayır da diyemezdi. Tamamen ayağa kalktı ve adama izin verircesine elini salladı. Sihir Bakanı Kingsley Shacklebolt’un ta kendisinin, Draco'nun uçuçuna tam erişim verdiğini bilmesine rağmen ilk önce izin istemesi hoştu herhâlde.
Draco bunu Şifacı Ruhsatı için okuyor ve sonrasında başvuruyorken yeterince karşılıklı mektuplaştıktan sonra yapmıştı—Bakan’la normal olarak mektuplaşmak epey zahmetliydi ve geçmişinden dolayı ruhsatının onaylanması için Bakan’ın dahil olması gerekliydi. Shacklebolt duruşmasından sonra şahsen gözünü onun üzerinde tutmuştu, o yüzden o zamandan beri birkaç ayda bir görüşüp olan bitenlerden konuşmuşlardı. Draco bunu tuhaf bulmuştu ama sorgulamaması gerektiğini de biliyordu. Kendisini Sihir Bakanı’na, Büyücü Britanyası’nın sevilen liderine kanıtlayabilirse bunun kariyer ve İngiltere’ye dönüş yolunda işlerini kolaylaştıracağını düşünmüştü. Pek de kolaylaştırmamıştı—hâlâ tek başına dışarı çıkarken tedirgin oluyordu ve Bakanlık'taki Ruhsatçılar Shacklebolt’un onay mührüne rağmen yine de büyüsel olarak bağlanmasını istemişlerdi. Ama en azından her neo-Ölüm Yiyen hareketlenmesinde Seherbazlar Draco’nun kapısına koşmuyorlardı. Bunu muhtemelen Shacklebolt’a atfedebilirdi—belki. Bir Malfoy’a kendilerince cezalarını ödetmek isteyen bir sürü Seherbaz olabilirdi ama buna muhtemelen Weasley ve Harry de yeterli bir sebep olmadan izin vermezlerdi, o meşhur Gryffindor adilliğine çok bağlılardı. Weasley muhtemelen yozlaşmış Seherbazları başa geçer geçmez kendisi ayıklamıştı. Basamakları tırmanırken her şeyi görmüştü.
Alevler yeşil parladılar ve Shacklebolt dışarı çıkıp koyu mor cübbesindeki olmayan külleri temizledi.
“Şifacı,” diye selam verdi yine.
“Bakan,” dedi Draco başını eğerek çünkü görünüşe bakılırsa birbirlerine isim yerine unvanla hitap etmeye dönmüşlerdi. Shacklebolt’un koltuğa oturması için işaret etti ve kendisi de karşısına oturdu, birdenbire aklına üzerinde pijamaları ve Oscar terlikleri varken bir Bakanlık çalışanını ağırladığı son sefer geldi. Bu bir düzen hâline mi gelecekti? Sabah dokuzdan önce aramak, beklemesi gereken bir Bakanlık âdeti miydi?
“Bu zevki neye borçluyum?” diye sordu Draco bacak bacak üstüne atarak. Hâlâ okuma gözlüğünü takıyor olduğunu fark etti—gözlüğü çıkarıp ropdöşambırının cebine koydu.
Shacklebolt ellerini kucağında kavuşturdu ve ciddi bir şekilde Draco’ya baktı.
“Harry’yle çalıştığınızı biliyorum,” diye beyan etti.
Draco hiçbir duygusunu yüzünde belli etmedi—tabii ki Bakan, Draco’nun Altın Çocuk’larını incitmediğinden emin olmak istiyordu. Tahmin etmeliydi.
“Çalışsam da çalışmasam da bundan bahsedemeyeceğimi biliyorsunuz,” dedi Draco gözlerini kısarak.
Shacklebolt gözlerini kapayıp iç geçirdi. “Böylece doğru olduğundan emin olmuş oldum çünkü çalışmıyor olsaydınız çok daha fazla şaşırırdınız ve doğru olmadığını söyleyebilirdiniz. Yalnızca tasdik etmek istedim. Eğer gerçekten onunla çalışıyorsanız bu en az altı hafta komisyonda olmayacağı anlamına gelir ve ben o kadar bekleyemem,” diye açıkladı Shacklebolt.
Draco ona baktı. “O zaman bu çok tek taraflı bir sohbet olacak. Ama merak ediyorum da acaba—bahsettiğiniz adam—buraya gelip onun hakkında konuştuğunuzdan haberdar mı?” Draco gerildi, karnında belli belirsiz bir uyarı hissetti. Henüz acılı değildi ama Draco Harry veya onun durumu hakkında daha fazla konuşursa olma potansiyeli vardı.
“Değil. Bunun için geldiğimi bilmiyor,” diye mırıldandı Shacklebolt gözlerini kaçırarak ve sanki bunu sesli söylemek istememiş gibi gözleri hafifçe pörtledi.
“’Bunun için geldiğimi bilmiyor’ derken?” diye tekrar etti Draco kafa karışıklığıyla somurtarak.
“Demek istediğim; birbirimizi tanıdığımızı, konuştuğumuzu biliyor. Buraya... bunu konuşmaya geldiğimi bilmiyor.
“Konuştuğumuzu biliyor,” diye tekrarladı Draco yine çünkü ne?
Shacklebolt şimdi biraz rahatsız görünüyordu ve bu onda tuhaf duruyordu, o Sihir Bakanı'ydı, eski bir Ölüm Yiyen'in oturma odasında oturuyordu ve söz konusu eski Ölüm Yiyen tüylü Huysuz Oscar terlikleri giyiyordu. Nasıl olmuştu da Draco onun karşısında avantaj sahibi olmuştu?
“Evet, eh,” diye başladı Shacklebolt ve yine gözlerini Draco’da kaçırdı. “En başında duruşmanızdan sonra gözümü sizin üzerinizde tutmamı isteyen oydu. Yani tanışıklığımızdan haberdar.”
Draco şimdi şokunu kontrol edemedi. Bu kesinlikle Shacklebolt’un onunla yıllar önce şaşırtıcı bir şekilde ilgilenmesini açıklıyordu ama nedense pek iyi hissettirmiyordu.
“Yasa dışı veya kötü bir şeyler yapmadığınızdan emin olmak anlamında gözümü üzerinizde tutmayı kastetmiyorum,” diye açıkladı Shacklebolt, belli ki itirafının verdiği rahatsızlığı üzerinden atmıştı. “O... o, Büyücü Britanyası ve Bakanlık, sizin geçmişiniz ve onların yas ve öfkesi nedeniyle sizin önünüzü kapamaya çalışırsa diye endişelenmişti. Hak ettiğiniz ikinci şansı aldığınızdan ve size bir hiç uğruna tanıklık etmediğinden emin olmak istediğini söylemişti.”
Draco gözlerini kapadı ve yavaşça başını iki yana salladı. Bu çok fazlaydı. Harry Potter onun için endişelenmiş miydi? On yedi yaşında? Voldemort’u yendikten yalnızca haftalar sonra? Bu mümkün değildi. Belki de Shacklebolt ondan Harry’nin laneti hakkında bilgi almak için onu manipüle etmeye çalışıyordu. Sonuçta o artık bir siyasetçiydi.
“Size inanmıyorum,” dedi Draco sonunda çünkü başka bir şey diyemezdi.
Shacklebolt omuz silkti, bu da Bakan için şaşırtıcı derecede gayriresmî bir hareketti. “Hakkınızdır,” dedi. “Yine de zaten sizin bilmenizi istediğinden şüpheliyim.”
“Biliyorsunuz, sır saklamam ha—” karnında bir acı. Hızlı hızlı nefes alarak karnını tuttu. Bakan’a dik dik baktı, Draco’nun işinin tüm detaylarını biliyordu, büyüsel bağlarının onayını o imzalamıştı ve yine de gelmiş burada onunla bir hastası hakkında konuşuyordu.
Shacklebolt yalnızca endişeyle dudaklarını büzdü. Draco için mi yoksa Harry’nin Draco’nun bildiğini öğrenirse yapabilecekleri için mi endişeliydi, Draco bilmiyordu.
“En yakın zamanda Harry’nin çalışacak hâle dönmesine ihtiyacım var,” dedi Shacklebolt mekanik bir şekilde ve Draco gözlerini devirdi. “Vance ve Eldridge’in Büyüceşûra’dan aniden emekliye ayrılmalarıyla bazı yeni, nahoş siyasetçilerin önü açıldı—Umbridge tarzı siyasetçiler, anlarsınız ya—ve Harry’nin toplum önünde doğru adayları desteklemeye başlamasına ihtiyacım var ki Büyüceşûra’nın dengesini koruyabilelim.”
Draco daha da dik dik baktı ve Shacklebolt’un bakışından onay vermediğini hissetmesini umdu çünkü bu konuşmada tek bir kelime daha etme riskini almak istemiyordu. Bakan yine günü kurtarması için lanet olası Seçilmiş Kişi’ye güveniyordu. Kurtarıcı’nın yardımı olmadan bir iş yapabilen var mıydı?
Draco’nun bu tartışmaya başka bir şey eklemeyeceğini ve Harry’nin durumu hakkında da hiçbir detayı açık etmeyeceğini fark eden Shacklebolt ellerini dizlerine koyup tam, kısa da olmayan, boyuyla ayağa kalkarak sohbeti bitirdi.
Draco da ayağa kalktı, hâlâ çaktırmadan gövdesini tutuyordu.
“Vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederim, Şifacı Malfoy,” diyip başını eğdi Shacklebolt. Draco da kısaca karşılık verdi.
“İyi günler, Sayın Bakan.”
Shacklebolt cebindeki bir keseden avucuna biraz uçuç tozu aldı, alevlere adım attı ve “Bakan Shackebolt’un Ofisi,” diyip yeşil alevlerin vuş sesiyle gözden kayboldu.
Draco boş şömineye dik dik bakmaya devam etti. Şu siktiğimin her işe burnuna sokan Gryffindorlarındaki cesarete bak.
***
Harry perşembe günü cisimlenip geldiğinde Draco çoktan ön bahçedeydi, Timsy’nin ev için nergis* çiçekleri toplamasına yardım ediyordu. Bahçe yılın bu vaktinde resmen onlarla dolup taşıyordu ve Draco buna bayılıyordu. Timsy’nin normalde hiç bunun için yardıma ihtiyacı olmazdı ama Timsy gözünde tuhaf bir parıltıyla “Draco Efendi misafiri gelmeden önce güneş ışığının tadını çıkarıyor olmalı, Draco Efendi ev için çiçek toplamalı, evet, bu onun için iyi oluyor,” diye mırıldandığında Draco bunu sorgulamadı. Ona herhangi bir şey için hayır demekten nefret ediyordu.
Bu nedenle Harry saat dokuzda patikada belirdiğinde Draco gömleğinin kollarını dirseklerine kadar kıvırmış ve kolları yeşil ve sarı çiçeklerle dolu, pahalı pantolonunun bir dizi çamura batmış hâldeydi. Ona sorulursa ideal, profesyonel bir Şifacı görüntüsü değildi.
Harry onu bu hâlde görünce şaşkınlıkla kocaman gülümseyip Draco’nun yalnızca takılmak olarak yorumlayabildiği bir bakışla kaşlarını kaldırdı ve Draco sanki Timsy onu bilerek bu duruma düşürmüş gibi hissetmeden edemedi ama durumu sakin karşılamaya çalıştı.
“Günaydın,” diyip el salladı tuhafça ve kendi kendine yüzünü buruşturdu. “Timsy buketler için bunları toplarken yardım istedi,” diye açıkladı kollarını kaldırıp çiçekleri göstererek. Neden bu kadar fazla toplamıştı ki? Timsy ona dur diyene kadar toplar diye düşünmüştü ama tabii ki Timsy dur dememişti. Cinin kendi ufak demeti vardı, Draco’nunkinden büyük ölçüde azdı ve inatla yan gözle onlara bakıp duruyordu. Draco ona gönülsüzce dik dik baktı.
“Bunları nereye koymamı istersin, Timsy?”
“Draco Efendi çiçekleri mutfağa koyuyor, Timsy orada onları ev için düzenliyor oluyor,” diye yanıt verdi Timsy, Draco’ya anlamlı anlamlı bakarak. Cinin bariz bir şekilde gizli bir amacı vardı ve Draco bunu çözemiyordu ama yine de çoğu zaman olduğu gibi onun dediğini yaptı. Harry’ye baktı, başıyla ön kapıyı işaret etti ve onu içeri götürdü.
Harry içeri girdiğinde ceketini çıkarıp asasız bir şekilde duvardaki askıya uçurdu, Draco’nun ve bir sürü çiçeğinin peşinden mutfağa giderken hiç durmadı.
Draco yükünü mutfağın ortasındaki geniş, tahta tezgâha bıraktı. Çiçekler tahtada yuvarlandı. Çiçekleri o kadar özenle tutmaktan kasılmış olan kollarını uzattığında sol kolunda açıkta kalmış, grimsi kırmızı, çirkin Karanlık İşaret’i gördü. Harry’nin fark etmemiş olmasını umarak hemen kollarını indirdi ama Harry’nin gözlerini koluna dikmesine bakılırsa kesinlikle fark etmişti. Draco utanmış ve savunmacı bir hâlde sağ elini uzatıp gömleğinin kolunu indirmeye başladı.
Harry’nin gözleri hemen Draco’nunkilerle buluştu. Yüz ifadesine bakılırsa sözsüz bir şekilde bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Draco donakaldı ve bekledi.
Harry’nin gözleri bir anlığına Draco’nun yüzünde gezindi, sonra yavaşça çiçek yığınının üzerinden uzanıp Draco’nun sol kolunu ellerine aldı ve gömleğinin kolunu tekrar kıvırdı. Yüzünde okunmaz bir ifadeyle tekrar Draco’nun yüzüne baktı ve Draco yalnızca bir şey söylemesini diledi ama ikisi de söylemeyeceğini biliyordu. Draco yanaklarının ısındığını hissetti.
Draco bunun ne anlama geldiğini anlamıştı: İşaret’ini bu şekilde saklamak da aralarında bir bariyer, Harry Draco’dan hiçbir şey saklayamazken Draco’nun Harry’den saklayabileceği bir başka şeydi. Draco boğazını temizledi ve fazlasıyla ifşa olmuş hissederek çalışma odasına yöneldi. Gömleğinin kollarını kıvrık bıraktı ama asasını cebinden çıkarıp pantolonunun kirli dizlerine hemen bir tergeo yaptı. Sonuçta biraz da olsa standartları vardı.
“Bakan dün beni ziyarete geldi,” diye beyan etti Draco şöminenin yanındaki her zamanki koltuklarına otururlarken Harry’nin tepkisini dikkatle izleyerek. Harry kaşlarını kaldırdı ve yana bakıp gözlerini tekrar Draco’ya çevirdi. Beklenti içinde Draco’ya baktı.
“Bir şekilde seninle çalıştığımı öğrenmiş ve özetle acele etmemi istedi," diye açıkladı Draco. “Bana—uzatarak—senin hazırda duran siyasi bir alet olmamanı göze alamayacağını yoksa Büyüceşûra’nın safkancıların ve gelenekçilerin eline düşeceğini söyledi.” Harry’ye sert bir bakış attı, onaylamayan bir tavırla tek kaşını kaldırdı ve bundan ne kadar hoşnut olmadığını ifade edebilmiş olduğunu umdu.
Harry rahatsız bir şekilde gözlerini kaçırdı ve eliyle geçiştiricesine bir hareket yaptı.
“Başka bir şey daha söyledi,” diye devam etti Draco onu çok suçluyormuş gibi olmamak için çok çabalayarak. “Duruşmadan sonra kendisinin gözünü üzerimde tutması için ısrar edenin sen olduğunu söyledi.”
Harry temkinli bir şekilde ona baktı ve uzun, yorgun bir nefes verdi. Draco bir an bekleyip onu izledi.
“Bu doğru mu, Harry?” diye sordu sessizce. Artık üzgün değildi—sadece kafası karışıktı, çelişkideydi. Ne hissedeceğini bilmiyordu.
Harry bir an sessizce oturup Draco’nun yüz ifadesini inceledi. Pencereden giren sabah ışığı yüzünün sol tarafına vuruyordu, diğer tarafta da ateşin yumuşak ışığı dans ediyordu. Draco, Harry’nin tenindeki ışık oyunundan büyülenmişti.
Sonunda Harry başıyla onayladı, o kadar hafif bir hareketti ki Draco direkt olarak ona bakıyor olmasaydı kaçırırdı. Bu Draco’nun yalnızca daha da kafasını karıştırdı ve Draco kaşlarını çattı. Harry’ye nedenini sorabilir miydi bilmiyordu. Burada, çoğu zaman Harry’nin Draco’nun onun hakkında neler bildiği üzerinde kontrolünün olmadığı yerde Harry’ye bir şeyler sormaktan nefret ediyordu. Neden Draco daha fazlasına hakkı olduğunu hissetsindi ki?
“Shacklebolt bunu ondan neden istemiş olabileceğine dair çok kısa bir açıklama yaptı ama ona inanıyor muyum bilmiyorum,” dedi Draco sessizliği bozarak ve Harry gözlerini kaçırıp sinir olarak dilini şıklattı. Draco’ya mı Bakan’a mı sinir olmuştu, Draco asla bilemeyebilirdi. “Sonuç olarak senin durumun hakkında benden bilgi kapmaya çalışıyordu, sadece onun işine ne gelecekse onu söylemiş de olabilir. Ama bu onu biraz aptal durumuna düşürür, sonuçta işimi muhtemelen Bakanlık'taki herkesten daha iyi biliyor ve hasta mahremiyetiyle bağlı olduğumun gayet bilincinde.”
Harry yine o okunamayan bakışla ona bakıyordu. Draco onun genelde açık kitap gibi okunabilen hâlini özledi.
“Ayrıca dünya yansa yine böyle bir tedaviyi aceleye getirmem. Riskte olan çok fazla şey var. Dikkatsiz ve aceleci davranırsam veya labirentin ortasında birden duruverirsek yanlış gidebilecek çok fazla şey var. Burada senin zihninden bahsediyoruz. Bunu neden riske atayım?” Draco bu noktada artık kendi kendine konuşuyor gibiydi, eliyle ağzını biraz kapamış ve dirseğini koltuğun koluna dayayıp çenesini eline yaslamıştı. İç geçirdi, eliyle yüzünü ovdu ve oturuşunu düzeltti.
“Artık önemli değil,” diye mırıldandı Draco. “Demek istediğim, kimse için senin tedavini hızlandırmayacağım. Demek istediğim diğer şey de bir başkası bana geldiğini biliyor ve ben kesinlikle ağzımdan hiçbir şey kaçırmadım çünkü kaçıramam. Bu senin için önemli mi değil mi bilmiyorum ama eğer önemliyse o dedikoduyu yayılmadan bastırmak isteyebilirsin.”
Harry’nin yanakları kızarmıştı ve Harry hakkında geçmişi dışında hiçbir şeyi algılayamaması Draco'ya kendini aptal gibi hissettirmeye başlıyordu. Ama zaten burada olmalarının sebebi de buydu: Harry’nin anıları ve onların içine saklanmış olan ses. Şifacı ve hasta.
Bir anlığına daha birbirlerini izlediler, hareketsizce ve ses çıkarmadan, ve ardından Draco sessizce Timsy’yi çağırıp kahve istedi. Kahvelerini doldurup sıcak kupalarından yudumlar alırlarken Harry’nin eli sehpadaki defterine gidip duruyor, bir an defterin üzerinde duruyor ve geri çekiliyordu; sanki gerçekten almak isteyip istemediğine karar veremiyormuş gibi.
“Bana sormak istediğin bir şeyler mi var?” diye sordu Draco çünkü belki bu, o anın biraz daha rahat bir hâle gelmesini sağlardı. Harry biraz yüzünü buruşturdu, bir kez hayır anlamında başını salladı ama sonunda defteri ve kalemi aldı, boş bir sayfa açtı ve defteri kucağına koyup çabucak tek bir kelime yazdı:
Sor
Draco’nun bu belirsiz emrin açıklanmasına ihtiyacı yoktu çünkü aklındaki soruların hepsi etraflarındaki havada çok bariz ve ağır bir şekilde asılı duruyordu. Evet, muhtemelen eninde sonunda cevapları kafasının içinde, Harry’nin kontrolünde olmayan bir şekilde alacaktı ama belki de Harry ilk önce bunu kendi yöntemiyle yapma şansını istemişti. Draco yine de dediğini yapmadan önce tereddüt etti.
“Neden? Neden on yedi yaşımızdayken Bakan’a gözünü üstümde tutmasını söyledin?”
Harry başını yukarı aşağı sallayarak zaten bekliyor olduğu soruyu kabul etti ve yazmaya başladı. Çok uzun sürmedi ama yine de şimdiye kadar yazdıklarından daha uzundu.
O duruşmadan sonra Bakanlığın/halkın senin başarılı olmana engel olmayacağından emin olmak istedim. Seherbazlar hep sebepsiz yere seni aşağı çekmenin yollarından konuşuyorlardı.
Draco kafası karışarak burnunu kırıştırdı. “Neyde başarılı olmama?”
Harry omuz silkip yeniden yazdı.
Herhangi bir şeyde
Bu çok fazlaydı ve Draco şaşıp kalmıştı. Bir anlığına dikkatle Harry’ye baktı, yüzünde bir cevap aradı ama hiçbir şey bulamadı.
“Benden nefret ettiğini sanıyordum,” diye mırıldandı.
Harry gözlerinin içine baktı, yavaşça başını iki yana salladı ve tekrar not defterine döndü.
Uzun zamandır etmiyorum
Draco’nun bundan haberi yoktu—Draco hastane odasına geldiğinde Harry’nin yüzündeki öfkeyi hatırlıyordu, Harry’nin alıç asasını geri verirkenki sessizliğini ve soğukluğunu ve daha Draco işe yaramaz bir ‘teşekkür ederim’ bile diyecek gücü toplayamadan gidişini hatırlıyordu. Ama aynı zamanda Harry’nin onu Azkaban’dan kurtarmak için verdiği uzun ve vermek zorunda olmadığı ifadeyi de hatırlıyordu, Harry’nin uçarak kendini tehlikeye attığını ve onu zebani ateşinden kurtardığını hatırlıyordu. Draco beyninin gerilerinde bunun doğru olabileceğini biliyordu—Harry’nin o zaman bile nefret etmediğinin ve belki onun için iyi şeyler bile istediğinin. Belki de Harry onun yaşamasını, başarılı olmasını istemişti.
Ama nedense geçmişte Harry Potter’ın Draco Malfoy’dan, Draco Malfoy’un da Harry Potter’dan nefret etmediği bir dünya fikri korkutucuydu ve Draco bunu kabullenemiyordu. Tehlikeli geliyordu, sanki bir uçurumun kenarında duruyormuş ve biri ona aşağıdaki sivri kayalara doğru yapacağı ölümcül atlayışın ona hiç zarar vermeyeceğini söylemiş gibiydi. Fazla tutarsızdı ve sağduyusuna aykırıydı. Karakteristik Slytherin kendini korumacılığı galip geliyordu ve içgüdüleri ona kenardan uzaklaşmasını söyledi, o da öyle yaptı. İç geçirdi ve toparlanmak ve kendini Harry’nin delici bakışından korumak için gözlerini kapadı.
“Tamam,” dedi sonunda, işler kesinlikle tamam olmamasına rağmen. Kahvesini yudumladı, sıcaklığın ve aromanın onu yatıştırmasına izin verdi ve kendini dalgınlıkla avucunun içiyle göğüs kemiğini ovalarken yakaladı. Ellerini oyalamak için kupasını iki eliyle tuttu. Harry yalnızca yüzünde temkinli, savunmasız bir ifadeyle onu izledi.
“Kendini başlamaya hazır hissediyor musun?” diye sordu Draco ve Harry bir anlığına daha ona bakıp not defterini sehpaya bıraktı, koltuğunda doğruldu ve kendini işe hazırladı.
Draco’nun yönlendirmesiyle yavaş, dikkatli bir meditasyon yaptılar ama Draco ellerini tüm bu süre boyunca kendi kahve kupasında tuttu, kupanın sıcaklığı onu içten dışa yumuşatıyor ve savaş ya da kaç tepkisiyle hâlâ gergin olan kaslarını gevşetiyordu.
“Bugün üçüncü sınıfa başlayacağız,” diye başladı Draco. “Ben yönlendireceğim, bardaki anılarına göz attığım gibi ama o kadar hızlı değil. Kitap sayfaları gibi geçeceğim ve ekmek kırıntısı bulduğumda duracağım. Tamam mı?” Harry başıyla onayladı. “Legilimens.”
“Tabii ki, Harry, sanırım bunu yapabilirim. Ama sormak zorundayım: neden sen kendin ona göz kulak olmuyorsun?” diye soruyor Shacklebolt ve Harry alaycı bir ses çıkarıyor.
“Güven bana, Kingsley,” diyor Harry. “Senden gelirse çok daha iyi karşılayacaktır.”
“İyi gidiyor,” diyor Shacklebolt eğlenmişlik ve bıkkınlıkla. “Daha yeni Şifacı Ruhsatı’nı aldı, gerçi alana kadar Ruhsatçılar onu zorladılar. Yakında İngiltere’ye geri taşınacak...”
“Şimdi bizi geri götürüyorum,” dedi Draco bu düşlemi kısa keserek ve kendi duygularını Zihinbend duvarlarının arkasında tutarak. Asasını biraz daha sıkı tuttu ve itti, ta ki geçen sefer bıraktıkları, Harry ve Dumbledore’un Müdür’ün ofisinde Slytherin özelliklerinden ve Gryffindor seçimlerinden konuştukları ekmek kırıntısını görene kadar. Harry’nin o yaz Privet Drive’a dönüşünden itibaren anılara göz atmaya başladı.
“İş kanda bitiyor, bunu köpeklerde hep görüyorsun. Kancıkta bir sorun varsa yavruda da bir sorun oluyor—“ İri kadın düşüncesini tamamlamıyor çünkü Harry öfkeden deliye dönüyor ve kadın balon gibi şişiyor, havalanıp çığlıklar atarak bahçeye doğru süzülüyor.
Harry kaldırımda bavulunun üstünde oturuyor, öfkeden burnundan soluyor ve korkmuş bir hâlde. Caddenin karşısında büyük bir köpek gördüğünü sanıp asa kolunu kaldırıyor ve Hızır Otobüs belirip az daha onu eziyor.
“Hayır, hayır, okuldan atılmayacaksın, canım oğlum! Önemli olan senin güvende olman. Burada, herkesin gözünün senin üzerinde olabileceği yerde kalabilirsin...” diyor Cornelius Fudge, güvenilir görünmüyor ve Harry’nin kafası karışık.
“Sirius Black benim peşimde mi?” diye soruyor Harry ve Arthur Weasley ciddiyetle başıyla onaylıyor.
“Söz ver Harry, ne duyarsan duy Black’i bulmaya çalışmayacaksın.”
Harry şaşırıp kalıyor. “Neden beni öldürmek isteyen birini bulmaya çalışayım ki?”
“Harika gidiyorsun, Harry,” diye övdü onu Draco çünkü anılar normalden daha sakin, daha stabil hissettiriyorlardı—muhtemelen isterse Zihinbend’de harika olabilirdi.
Ölü, pullu eller kompartıman kapısını açıyorlar; Harry hayatı boyunca hissetmediği kadar soğuk ve umutsuz hissediyor. Uzaktan bir kadın çığlığı duyuyor ve her şey kararıyor.
“Evet, hiç de tehlikeli değilsin, değil mi, seni koca çirkin hayvan?” diye homurdanıyor Draco Şahgaga’ya ve Şahgaga kızgınlıkla şahlanıp devasa, çelik gibi pençelerini ona doğru savuruyor.
Anılar hızla geçip gidiyordu ve Draco kendisinin o ufak yaralanmanın suyunu çıkartmasını izlerken yüzünü buruşturmamaya çalıştı.
“Onlara her şeyi borçluyuz,” diyor Fred Weasley özlem dolu bir şekilde, eski parşömene hayranlıkla bakarken. Üzerinde ‘Mösyöler Aylak, Kılkuyruk, Patiayak ve Çatalak gururla sunar: Çapulcu Haritası’ yazıyor. Harry açıyor ve Hogwarts’ın her odasını ve koridorunu görüyor, kâğıttan koridorlarda ufak, isimli ayak izleri geziyor.
Draco geçmeye devam etti, Quidditch maçlarından ve gayrimeşru Hogsmeade gezilerinden hızlanarak ilerledi, ta ki sonunda o parıltı görüş açısına girene kadar ve onu yakaladı—
“Anlamıyorsunuz!” diye inliyor Peter Pettigrew eski bir barakanın pis zemininde. Severus Snape duvar kenarında baygın hâlde. “Beni öldürürdü, Sirius!”
“O ZAMAN ÖLMELİYDİN!” diye kükrüyor Sirius Black. Uzun, keçe gibi saçları eski püskü Azkaban cübbesine sarkıyor. “ARKADAŞLARINA İHANET ETMEKTENSE ÖLMELİYDİN, TIPKI BİZ OLSAK SENİN İÇİN YAPACAĞIMIZ GİBİ!”
Sirius ve Remus omuz omuza duruyorlar, asaları havada.
“Fark etmeliydin,” diyor Remus sessizce, “seni Voldemort öldürmezse biz öldürürdük. Elveda, Peter.”
Hermione elleriyle yüzünü örtüp arkasını dönüyor.
“HAYIR!” diye bağırıyor Harry. Koşup Pettigrew’un önüne geçiyor. “Onu öldüremezsiniz.”
“Harry, senin anne baban olmamasının sebebi bu haşarat,” diye hırlıyor Sirius. “Bu ezik büzük pislik kılını kıpırdatmadan senin de ölmeni izlerdi. Onu duydun. Kendi kokuşmuş paçası onun için senin tüm ailenden daha önemliydi.”
“Biliyorum,” diyor Harry adrenalinden nefes nefese hâlde. “Onu şatoya götüreceğiz. Onu ruh emicilere teslim edeceğiz... Azkaban’a gidebilir... ama onu öldürmeyin.”
“Harry!” diyor Pettigrew hırıldayarak ve kollarını Harry’nin dizlerine doluyor. “Sen—teşekkür ederim—“
“Çekil üstümden,” diye tükürüyor Harry. “Bunu senin için yapmıyorum. Bunu yapıyorum çünkü babamın en yakın arkadaşlarının—sırf senin yüzünden—katil olmalarını isteyeceğini sanmıyorum.”
Draco Harry’nin kafasından çıktı, asasını tahtaya doğrultup yeni bir noktaya “Pettigrew’u Bağışlamak” yazdı ve kucağına indirdi. Parmaklarını inceledi, bir elini saçından geçirdi, boynuna indirdi, yakasından içeri sokup oradaki yaranın ucuna dokundu. Harry elinin yolunu izledi, görünüşe bakılırsa kendini kaptırmıştı. Draco yutkundu.
“Ne anıydı ama,” diye mırıldandı Draco boğazını temizleyip. “Nasıl hissediyorsun?”
Harry gözlerini kırparak üzerindeki sersemliği attı ve omuz silkti.
“Orada anılarını itiş şeklim bir rahatsızlığa sebep oldu mu?”
Harry bir an düşündü ve başını hayır anlamında salladı. Draco arkasına yaslandı ve dirseğini koltuğun koluna dayayıp bir tutam saçını parmaklarına dolayarak anıyı düşündü. Harry yine elini izledi.
“Bu senin ilk defa... birinin canını bağışlamaya karar verişin miydi, o kişi hak etmese bile?” diye sordu Draco.
Harry gözlerini Draco’nun elinden ayırıp gözlerine baktı. Başıyla onayladı.
“Yani bu, birinin canını ellerinde tutma gücünü gerçekten hissettiğin ilk an olmalı,” diye ekledi Draco. “Bir can borcuna sebep olduğunu ve bunun ne anlama gelebileceğini biraz fark ettiğin ilk an...” Cümlesini devam ettirmedi, biraz daha düşündü.
“Ama bunu onun için yapmadın, değil mi? Hayır, bunu babanın arkadaşları katil olmasınlar diye yaptığını söyledin—onları ruhlarına zarar vermekten kurtardın. Ama bunu yapmak zorunda değildin, önemli olan bu. Daha önce de hayat kurtarmıştın—o noktaya kadar birçok kez—ama o seferler yalnızca yapmak zorunda olduğun şeyi yapıyordun. Bu epey farklıydı. Bu, çok daha bilinçli bir karardı ve eminim daha sonra hayatında bir etkisi olmuştur, değil mi?” Draco yine kendi kendine düşünüyordu ama şimdi Harry de onu takip ediyordu ve başıyla onaylayıp yazmak için defterini aldı.
Eninde sonunda o borcu ödedi
Draco başıyla onayladı. “Onu kilerimizde kendi kendini boğmuş hâlde bulduğuma bakılırsa eminim ödemiştir.” İkisi de bu anıdan yüzlerini buruşturdular. Harry başını iki yana sallayıp tekrar yazdı.
Hediye el ona sırt çevirdi—Voldemort’un bir zayıflık/merhamet anını cezalandırışı
Draco gözleri pörtlemiş hâlde tekrar başıyla onayladı. “Yaşlı Voldy’nin yapacağı türden bir şey gibi,” dedi, kendisi de ağzından kaçan saçma takma ada şaşırdı. Harry’nin buna dudakları titredi.
“İçimden bir ses bu tarz bir güçten nefret etmişsindir diyor, on üç yaşındayken bile,” diye mırıldandı Draco ve Harry somurtarak başıyla onayladı. “Bunun ne kadar eşsiz olduğunu anlıyor musun?”
Harry kafa karışıklığıyla kaşlarını çattı.
“Biraz bile güç açlığı olan biri öyle bir anda zevkten dört köşe olurdu,” diye açıkladı Draco. “Birinin üzerinde o tarz bir—bir hâkimiyet sahibi olmak, yaşam ve ölüm üzerinde etkinin olması birçok insan için uyuşturucu gibidir. Buna doyamazlar. Özellikle Ölüm Yiyenler bunun bağımlısıydılar.”
Harry merakla ona baktı ve tekrar yazmaya başladı.
Sen sevmiş miydin?
Draco yüzünü ekşitti. “Severim sanmıştım,” dedi sessizce, ürpererek, “ta ki sevmeyene kadar.”
Harry’nin yüzü anlayış doluydu ve Draco’nun içi de eskiden olduğu o korkak Ölüm Yiyen’den kaynaklı her zamanki pişmanlıkla doldu. Bir anlığına yalnızca birbirlerine bakıp bu bilgiyi sindirdiler.
“Merak ediyorum...” Draco tereddüt etti ve Harry başını kaldırıp biraz hoşnut olmuş bir şekilde ona baktı. Draco kendine Harry’nin onun tepki vermesini, sorular sormasını istediğini hatırlattı—bunun, Şifacı-hasta ilişkilerindeki dengeyi korumak için önemli olduğunu.
“Severus’u hanginiz bayılttınız?”
Harry ofladı, neredeyse gülümsüyor gibiydi ve utanarak kendine işaret etti. Draco güldü.
“Bundan pek hoşnut olmamıştır herhâlde,” dedi ve Harry başını iki yana salladı, gülümsemesi büyüdü. Draco Harry’yi geri girebilecek kadar neşelendirdiği için memnun oldu.
“Bir tane daha aramaya hazır hissediyor musun?” diye sordu ve asasını kaldırdı. Harry tereddüt etti, bir elini kaldırdı ve hemen tekrar yazmaya başladı.
Buralar biraz tuhaf görünebilir. Zaman döndürücü
Draco gözlerini devirdi. “Tabii ki,” dedi tepeden bakar bir tavırla, genelde yalnızca Pansy’nin yanında ortaya çıkan kendine has sarkazmı tüm gücüyle çıkmıştı. “Ben de tam bu senenin senin için biraz fazla sıradan geçtiğini düşünüyordum, yalnızca vaftiz baban olduğunu öğrendiğin hapishane kaçkını işleri ilginç kılıyordu. İşleri hareketlendirmek için böyle bir şeyi katman mantıklı.” Aldığı zevkin ve eğlenmişliğinin gözlerinden okunmasına engel olamıyordu ve bu Harry’ye de bulaşıyordu, omuzları sessiz kahkahalarla titriyordu ve Draco’ya sanki sevgiyle denebilecek bir tavırla başını sallıyordu.
“Ama uyarı için teşekkürler, muhtemelen kafam çok karışırdı. Hazır mısın?”
Harry’nin onayıyla Draco yine içeri düştü ve kendini tam da bıraktığı yerde buldu. “Beni geri getirdin,” dedi hayranlıkla. “Kontrolün gerçekten epey etkileyici. Günün birinde müthiş bir Zihinbendar olacaksın.”
Bu övgünün Harry’nin hoşuna gittiğini hissedebiliyordu ve bu da yalnızca Draco’nun onu daha da övmek istemesine sebep oluyordu. Draco sürekli kendisine hayran kalabalıklar tarafından göklere çıkarılan birinin övgüden bu kadar memnun olacağını hiç tahmin etmezdi. Belki Harry Draco’nun gerçekten içinden gelerek söylediğini veya bunun Harry’nin gerçek gelişmeleri ve başarıları için olduğunu anlayabiliyordu. Bunu daha sonra düşünmek için zihninde başka bir yere kaldırdı ve işe koyulup kalan anıların geçmesini izledi.
Tuhaf bir his olduğunu söylemek yetersiz kalırdı. Önce her şeyin Harry’nin başına gelmesini izledi; Sirius’un ona bir ev ve aile teklif etmesi, Remus’un dönüşmesi, Pettigrew’un kaçması, göl kenarında ruh emicilerin saldırısına uğraması, Harry’nin kendi babasının işi olduğuna ikna olduğu bir Patronus tarafından kurtarılması. Bu son kısmın etrafında çok hafif bir parıltı vardı ama Draco bunun anıdaki güçlü Patronus’tan kaynaklanıyor olabileceğini düşündü ve bekleyip görmeye karar verdi. Sonra hepsinin Harry’nin başına tekrar gelmesini izledi ama farklı bir şekilde—bunların bazılarını Harry’nin yapmasını izledi, ta ki göl kenarındaki gümüşi parıltı ikinci kez tüm gücüyle belirene kadar ve Draco onu yakaladı.
Harry gölün kenarına yaklaşıyor, karşı kıyıdaki ufak gümüş ışıltıları görüyor—kendi Patronus yapma çabaları. Etrafında çok gergin bir Hermione dışında kimse yok.
Gölün karşısında, acınası gümüş ışıltılar söndürülmüş. Ruh emiciler doluşuyorlardı. Harry içinden geçen bir heyecan ve korku dalgası hissediyor.
“Hadi!” diye mırıldanıyor Harry etrafa bakınarak. “Neredesin, baba? Hadi—“
Ama kimse gelmiyor. Karşı kıyıda bir ruh emici kukuletasını indiriyor.
Vahşi bir anlayış içinden bir şok dalgası gibi geçiyor. Çalının arkasından fırlayıp asasını çıkarıyor. “EXPECTO PATRONUM!”
Asasından kör edici, göz kamaştırıcı, gümüş bir hayvan çıkıp dörtnala gölü geçiyor, yüzlerce ruh emiciyi dağıtıyor, Harry’nin daha önce gördüğü hiçbir şeye benzemeyen bir ışık yayıyor. Harry’nin nefesi kesiliyor.
Patronus dönüp suyun durgun yüzeyinden eşkin geçip yanına geliyor. Kıyıda önünde durup boynuzlu başını eğdiğinde sonunda Harry şeklini algılayabiliyor.
“Çatalak,” diye fısıldıyor, elini uzatıyor—yaratık kayboluyor.
Draco dikkatle geri çekildi. Tahtaya yeni bir nokta koyup “Patronus - Çatalak” yazdı. Zihinbend bariyerlerini indirdi ve ihtiyatla bacaklarını ovalayarak o an hakkında hissetmesi gereken her şeyi hissetti. Dikkatle Harry’yi izledi—o an gözleri kapalıydı ama koltuğun kollarını sıkı sıkı tutsa da yüzü sakindi.
Harry gözlerini açıp anında Draco’yla göz teması kurdu ve Draco şimdi yüzündeki üzüntü izlerini görebiliyordu—tabii ki bir Patronus mutluluğun vücut bulmuş hâli ama bu çatalboynuzlu geyik belli ki onun babasından gelen özelliklerini temsil ediyor ve bu da bu hislerle çatışır.
“Bayağı önemli bir anıydı,” diye yorum yaptı Draco sessizliği bozarak. “Ama bildiğin üzere ben o geyiği daha önce üstüme koşarken görmüştüm. Neden özellikle bu seni şekillendirdi?”
Harry dudaklarını büzdü, kafasını kaldırıp birkaç dakika tavana bakarak düşündü. Draco kendi not defterini ve okuma gözlüğünü aldı ve ara ara kahvesini yudumlayarak notlar aldı.
Harry not defterini çevirdiğinde Draco gözlerini kırpıştırdı—Harry’nin yazdığını fark etmemişti bile.
Büyü gücümü fark etmeme sebep olunan ilk an
“Ah,” dedi Draco nefes vererek ve kaşları alnında yukarı kalktı. “Bilmiyor muydun?” Harry başını iki yana salladı ve defteri tekrar kucağına aldı.
“Yani o an bir katalistti—o kadar güçlü bir Patronus yapabileceğini biliyordun çünkü daha önce kendini yaparken görmüştün... ve daha önce hiç o kadar fazla büyü gücü kullanmana gerek olmamıştı...” Draco kaşlarını çattı çünkü işler yine kafa karıştırıcı bir hâl alıyordu ama Harry Draco ona deli demeyip onu anladığı için şaşırarak şiddetle başını yukarı aşağı sallıyordu.
Draco bir süre onu izledi. “Peki şimdi büyü gücünün farkında olduğunu söyler miydin?”
Harry biraz rahatsız göründü. Omuz silkti, gönülsüzce başıyla onayladı. Çelişkili, kaçamak bir cevap. Draco anlık bir karar verdi.
“Şu an bunu bir Şifacı Zihnefendar’ın perspektifinden öğrenmek ister miydin?”
Harry gözlerini pörtletti.
“Eğitimim beni büyüsel auralara karşı aşırı hassaslaştırdı,” diye açıkladı Draco. “Seninkinin nasıl göründüğünü ve hissettirdiğini söyleyebilirim, istersen.”
Harry bir an merak dolu gözlerle ona baktıktan sonra tereddüt ederek başıyla onayladı. Draco derin bir nefes aldı ve tamamen Harry’ye odaklandı, büyüsüyle nazikçe uzandı ve kendine hepsini idrak etme izni verdi. Harry’nin izlerken dudakları aralandı ve Draco acaba o da Draco’nun büyüsünü hissedebiliyor mu diye merak etti.
“Etrafındaki hava titreşiyor, biraz topraktan gelen bir sıcak hava dalgası gibi,” diye başladı Draco Harry’nin etrafındaki koltuğun görüntüsündeki bozukluğu izlerken. Eğitiminin bu kısmını o kadar özenle kilit altında tutarken sonunda kendine bunu gözlemleme ve hissetme izni vermek sarhoş edici bir histi. Yanından geçtiği herkesin büyüsel özlerini hissetmek ve görmek fazla gelirdi. Şu an sadece Harry’yken de fazla geliyordu. Kendi dudaklarının kıvrılıp ufak, hoşnut bir gülümseme hâlini aldığını hissedebiliyordu.
“Daha önce gördüğümden daha sakin, daha uysal. Sinirlendiğinde veya üzüldüğünde hava yüklü geliyor, şimşekli bir fırtınadan hemen önce olduğu gibi. Kuru bir kışta statiğin seni çarpacağını bile bile metal bir şeye dokunmak gibi.” Draco tekrar derin bir nefes aldı ve başını boynunda yuvarlayıp hissin onu kaplamasına izin verdi.
“Kokusu da öyle, yazın çimenlerdeki gök gürültülü fırtına gibi, havada ozon gibi ve ım...” gözleri kapalı, utanmış bir şekilde oflayarak güldü. “Dürüst olmam gerekirse melas gibi—şurup gibi ve tatlı. Sıcak ve yoğun, şey gibi...” Durup dudağını ısırdı, ne kadar rahatlatıcı olabileceğini söylememeye karar verdi, nasıl uzun bir günün sonunda evde ateşin önüne kıvrılmak gibi veya tüylü yeşil terliklerini giymek gibi hissettirdiğini. Devam etti, gözlerini açıp Harry’nin vücudunun, ellerinin kenarlarına dikkatle baktı.
“Şu an güçlü bir şekilde göremiyorum ama tecrübeden biliyorum ki büyün altın, kırmızı ve yeşil ışık gibi görünüyor—ateş gibi değil de sonunda doğru asayı tuttuğunda gördüğün ve hissettiğin ışık gibi, anlarsın ya?” Eve gelmek gibi, diye düşündü Draco yine kendi kendine. Harry yavaşça başıyla onayladı ve Draco biraz sarhoş hissetti. Harry her kelimesine tutunuyormuş gibi görünüyordu. “Daha önce zihninde görmüştüm... göz kamaştırıcı.” Draco duraksadı, gözleri Harry’nin vücudunda gezindi.
“Hareketsiz büyünün genelde çıplak göze görünen bir rengi olmaz,” diye devam etti. “İstek ve niyetle, yönlendirme ve sözle fiziksel olarak meydana gelir—çoğu insan için. Sen, bariz bir şekilde, her zaman söze ihtiyaç duymuyorsun—sadece niyet ve bir şeyin olmasını sağlama isteği yetiyor, birinin kan dolaşımından bir iksiri arındırmak gibi,” diye ekledi Harry’ye manalı bir bakış atarak. Harry’nin yanakları kızarmıştı.
“Ama bunu hissetmenin eğitimini almış biri için büyün, hareketsizken bile, ensemdeki tüyleri diken diken ediyor. Eğer seni göremeseydim veya duyamasaydım yine de seni hissedebilirdim ve onun sen olduğunu anlardım, Harry—çünkü büyünü tanıyorum, seni uzun zamandır tanıyorum ve çünkü hiç büyüsel olarak senin kadar güçlü birini tanımadım. Epey yoğun bir his,” diye yorum yaptı Draco. “Biraz sarhoş edici, eğer perseptivitemi kontrol etmezsem—ki ediyorum, sürekli.”
Draco bir an daha bekledi, Harry’nin büyüsünün etrafında dolanmasını izledi ve tecrübe etti, sıcaklığının ve enerjisinin tadını çıkardı ve sonra engelleyip kafasının boşalmasına izin verdi.
“Sana da öyle hissettiriyor mu?” diye sordu Draco merakla. Harry’nin yüzü resmen yanıyordu, gözleri hâlâ şaşkınlıkla kocamandı ve bu o kadar aptalca tatlıydı ki Draco kendi yanaklarının da ısındığını hissedebiliyordu. Harry yalnızca hafifçe yumruğuna öksürdü ve başını iki yana salladı.
“Hm,” diye hımladı sessizce Draco. “Eh, artık biliyorsun,” dedi düz bir şekilde. “Ara vermeye hazır mısın?”
Harry hemen başıyla onayladı—belli ki ikisi de dikkatin başka yöne çekilmesine minnettardı.
“Güzel,” dedi Draco ayağa kalkarken. “Hoşuna gideceğini düşündüğüm bir şeyim var. Uçmak ister misin?”
***
Draco kulübenin kapılarını açtı, tahta ve süpürge cilası kokusunu içine çekti. Arkasında Harry’nin de derin bir nefes aldığını duyabiliyordu. Bu Draco’nun en sevdiği kokulardan biriydi, muhtemelen büyüsünde belirmesinin sebebi de bu. Ona uçmanın neşesini hatırlatıyordu ve içini potansiyel enerji ve olasılık hissiyle dolduruyordu.
Süpürge askısının yanındaki raflara gitti ve önceki gün gelmiş olan ufak paketi aldı, Harry’ye attı ve Harry de tipik Arayıcı refleksleriyle yakalayıp gözlerinde bir soruyla Draco’ya baktı.
“Aç bakalım, ne zamandır bunun gelmesini bekliyorum.”
Harry onu açıp içindeki yepyeni Altın Snitch’i çıkarırken Draco da süpürge askısına doğru gitti. Harry’ye yaramaz bir gülümsemeyle baktı, işaret parmağıyla başparmağının arasında yarım santim bir boşluk olan şekilde elini kaldırdı ve aynı eliyle hızlı bir yakalama hareketi yaptı. Harry bu takılışına sessizce güldü, gülümsemesi geniş ve parlaktı.
“Misafir olarak ilk seçim senin,” dedi Draco süpürgelerini göstererek. Harry karar verirken acele etmedi, her birini inceledi, parmaklarını pürüzsüz tahtada gezdirdi, özenle kırpılmış ince dalların uçlarına dokundu, sonunda Nimbus 2001’i aldı ve haylaz bir sırıtışla Draco’ya döndü.
“Aa,” dedi Draco sinsi bir gülümsemeyle. “Beni kendi okul süpürgemde yeneceğini düşünüyorsun, değil mi? Göreceğiz.” Aurora Kuyrukluyıldızı’nı aldı ve kulübeden çıktı, çabucak süpürgesine bindi ve havaya yükseldi, Harry de hemen arkasındaydı.
“Bence üç maç yapacak vaktimiz var, ikisini alan kazanır, olur mu?” diye bağırdı Draco ısınmak için havada ufak daireler çizerken. Harry bahçenin öbür tarafından ona gülümsedi, bir Tembelhayvan Tutuşu Taklası’ndan çıktı ve Snitch’i saldı.
Draco’nun yüzüne vuran rüzgâr ve güneş insanı canlandırıyordu. Kendini havanın bir parçası gibi hissediyordu, dönüyor ve dalıyor ve akımla sürükleniyordu. Yeniden Harry’yle yarışmak içini neşeyle dolduruyordu, ikisinin de en sevdiği gibi ciddi olmayan bir şekilde olsa bile. Harry’nin yüzündeki neşeli, tasasız ifadeye ve gözleri rekabetle parlayarak havada Draco’yu dikkatle izlemesine bakılırsa o da aynı şekilde hissediyordu ve Draco bunun bitmesini istemiyordu. Orada, Harry’yle birlikte uçmayı seven arkadaşlar oldukları bu yerde kalmak istiyordu ama eninde sonunda Harry ikinci kez Snitch’i yakalayarak ufak yarışlarını hem kazandı hem de bitirdi ve ikisi de yere indiler.
Draco biraz dudak büktüğünü itiraf edemeyecek kadar utanıyor değildi. Hiçbir zaman kaybetmeyi hazmedebilen biri olmamıştı. Ama eve yürürlerken Harry bugüne kadar yalnızca Pansy’den gördüğü arkadaşça ve neredeyse sevgi dolu bir tavırla omzuyla omzuna çarptı ve Draco ona hafifçe güldü ve tüm surat asışını unuttu.
Timsy öğle yemeğinde onlara falafel getirdi—son zamanlarda bunun hayranıydı, Draco Timsy’nin pidelerin içine avuç avuç ufak lahana doldurmasının cezbedici yönünü göremese de. Harry hepsini yedi.
“Bunu sana söylemek zorunda kaldığım için üzgünüm Harry ama yanılıyorsun,” diye karşı çıktı Draco çalışma odasına geri dönerlerken. “Backstreet Boys, N*SYNC’ten daha kötüydü ve hâlâ da öyle, kaç albüm fazla yaptıkları önemli değil. Bunu Pansy’ye de anlatmaya çalıştım ama N*SYNC, Backstreet Boys’un yapmayacağı şeyi yaptı ve tadında bıraktı, artı, bize Justin Timberlake’i verdi, açıkçası bunun üstüne söylenebilecek bir şey yok ve o kargacık burgacık yazınla tüm argümanları yazmana yetecek vaktimiz de yok.”
Kendilerini koltuklarına atarlarken Harry ona gülüyor, Draco’nun sahte kibrine başını sallıyordu. Öğle yemeğinden sonra oturma odasının önünden geçerlerken pikabın üzerinde No Strings Attached albümünü görmüştü ve Draco’ya kafası karışmış bir bakış atıp bariz bir şekilde onaylamaz bir tavırla başını iki yana sallamıştı. Draco yıllarca eski muggle-erkek-pop-grubu tartışmasına büyük bir hevesle girmişti—bu, Pansy’yle ekstra dramatik olmak istediklerinde tartışmayı en sevdiği şeylerden biriydi.
Draco duvara dayalı konsoldan iki bardak çağırdı ve kendine asasından su doldurdu. Harry kendi bardağını aldı ve dudağını ısırarak ona uzattı.
“Kendi asandan yapmak isteyebilirsin,” diye belirtti Draco. “Benimki yıllardır biraz limon suyu ekliyor, durduramıyorum.” Harry yalnızca başını iki yana salladı ve bardağını Draco’ya daha da yaklaştırdı.
“Aa, limonu sevdin mi?” diye sordu Draco ve Harry ufak bir gülümsemeyle başıyla onayladığında bardağını doldurdu. “Eh, bildiğim iyi oldu. Hadi, biraz daha nefes egzersizi yapalım ve sonra çabalarımıza devam edelim.”
Harry limonlu suyunu yudumlarken memnuniyetle gözlerini kapadı. Çok basit bir şeydi—Draco yıllar önce aguamentisini modifiye etmişti çünkü limonluyu daha çok seviyordu ve bitkilerle Timsy ilgilendiğinden tılsımı başka bir şey için kullanmıyordu. Ama bu Harry’ye lüks geliyordu. Draco başka ne tür lüks şeyler Harry’nin hoşuna gider merak etti, eğer öyle şeyler varsa.
Draco ellerini dizlerine koydu; nefes alış verişine, düşüncelerini yavaşlatmaya ve Zihinbend duvarlarını yükseltmeye odaklandı.
“Tamam,” diye beyan etti Draco. “Dördüncü sınıfa hazır mısın?” Asasını kaldırdı.
Harry başıyla onayladı ve koltuğunda öne eğildi. Draco bu kadar yakın otururken bakışlarını kaçırmak istedi ama yapamazdı çünkü göz teması iş için gerekliydi. Harry onu böyle delen o parlak yeşil gözlerle sanki isterse bunu asasız yapabilirmiş gibi hissetmesine sebep oluyordu—Draco’nun tek yapması gereken birazcık öne eğilmek ve düşmekti. “Legilimens.”
Harry kendisi onu dördüncü sınıftan önceki yaza götürdü ve bu yolda başka hiçbir yere sapmadı.
“Aferin, Harry,” dedi Draco yeniden Harry’den gelen hoşnut histen keyif alarak. “Bunda daha iyiye gidiyorsun.”
Draco anıları gözden geçirdi, bu yıl ne olacağını kendi de biliyordu ama Harry’nin on dört yaşındaki gözlerinden yeniden görüyordu.
“O kahverengi, çalı gibi kafanı buradan çıkarsan iyi edersin, Granger," diyor Draco. “Tabii sıradaki sen olmak istemiyorsan.” Harry yanan çadırların alevini görebiliyor, Ölüm Yiyenlerin alaylı kahkahalarını duyabiliyor.
“Bu, Karanlık İşaret, Harry,” diye fısıldıyor Hermione. “Onun işareti.” Baygın bir ev cini yerde yatıyor, minik elinde Harry’nin asası var.
Ateş Kadehi bir kâğıt parçası daha tükürüyor. “Harry Potter,” diye okuyor Dumbledore. Büyük Salon tamamen sessiz. Ron ona dik dik bakıyor, diğer öğrenciler de öyle.
Draco yılda ilerlemeye devam etti; öğrencilerin ona dik dik baktığı, Draco’nun “Kokuşmuş Potter” rozetlerini taktıkları anıları geçti; Draco’yu titreten, devasa ve sinirli bir ejderhanın onu bir süpürge üzerinde kovaladığı adrenalin dolu bir anıyı geçti; Cho ve Cedric’i ve hatta Draco’yu Pansy'yle dans ederken bile izlediği rahatsız bir Noel Balosu’nu geçti; ta ki o yanardöner parıltıyı görene kadar ve hemen ona tutundu.
“Potter!” Cedric Diggory hızla yürüyerek ona doğru geliyor. Harry karnında rahatsız edici bir gerginlik hissediyor; bu ona kendini dargın hissettiriyor. Cho Chang koridorun öbür ucundan izliyor.
“Sana teşekkür etmek istedim,” diyor Cedric sessizce, “ejderhalar hakkındaki o ipucu için.”
“Önemli değil,” diyor Harry tersçe. Sesi çatlıyor. Kendini küçük hissediyor. “Benim yerimde olsan sen de aynı şeyi yapardın.”
“Aynen öyle,” diyor Cedric ve tüm dikkatini ona vererek bakıyor. “Yumurtanı çözebildin mi?”
Harry ona dik dik bakıyor ve çantasının askısını düzeltiyor. “Çözmek üzereyim.”
Cedric etrafa bakınıyor ama koridorda onlar ve birkaç metre uzakta, onları duyamayacağı bir mesafede duran Cho dışında kimse yok. Cedric Harry’ye doğru eğiliyor ve Harry’nin kalp atışları hızlanıyor ve neden olduğuna dair hiçbir fikri yok.
“Beşinci kattaki bölüm başkanları tuvaletini biliyor musun?” diye mırıldanıyor Cedric, hâlâ aynı dikkatle ona bakıyor ve Harry gözlerini ondan ayıramıyor. Başını yukarı aşağı sallamayı başarıyor. “Banyo yapmak için fena bir yer değil,” diye devam ediyor Cedric.
Harry yutkunuyor, Cedric daha da eğiliyor ve Harry onun vücudunun ısısını hissedebiliyor. Harry sığ nefesler alıyor ve kafası çok karışık.
“Şifre ‘çam tazeliği’,” diye Harry’nin kulağına mırıldanıyor ve Harry midesi büzüşüyormuş gibi hissediyor. Yanakları yanıyor ve kafası çok, çok karışık.
Cedric geri çekiliyor ve geri geri Cho’ya doğru yürümeye başlıyor. “Sadece yumurtanı al ve... sıcak suda iyice düşün taşın,” diyor hiçbir şey açıklamayan bir şekilde. Arkasını dönüp gitmeden önce göz kırpıyor ve Harry aynı anda hem kafası karışmış hem tahrik olmuş hem sinirli hem de heyecanlı hissediyor.
Draco geri çekild, asasını tahtaya doğrulttu ve yeni noktaya “Diggory’nin Yardımı” yazdı. Harry’ye döndü ve Harry’nin yanaklarının kıpkırmızı olduğunu görünce dudakları seğirmeye başladı. Harry’nin gözleri şaşkınlık ve utançla kocamandı. Draco şimdi Zihinbend duvarlarını indirmiş olduğundan eğlenmişliğine engel olamadı.
“Ay Merlin, Harry,” diye mırıldandı neşeli bir kıkırtıya engel olmaya çalışırken. “Kulübe katıl. Cedric Diggory birçok masum genç erkeğin kuir uyanışından sorumluydu, kendim de dâhil,” dedi gülerek. Draco tüm o anıların gerginlik hissinden biraz titriyordu. “Kirke’m, bu eğlenceliydi.”
Harry o tuhaf, neredeyse sevgi dolu hâliyle başını iki yana sallıyordu ve gülümsemesi büyüyordu. Ofladı ve gözlerini devirdi ama gülümsemesi de yanaklarındaki renk de gitmedi.
“Şimdi, bu sahne seni nasıl şekillendirdi, daha öncesinde keşfedilmemiş arzular uyandırmak dışında?” Draco dudaklarını birbirine bastırdı ama kıkırtısını tutamadı. Kendi yanakları da sıcaktı—Cedric Diggory’yi bir ejderhayla savaştıktan sonra ter içinde ve pis ve kanla kaplı hâlde gördüğünde o da aynı şeyleri düşünmüştü—aynı anda kafası karışmış ve sinirli ve tahrik olmuş ve heyecanlı. Bu bir klasikti.
Harry yine başını iki yana salladı, o inanılmaz gülümseme yüzünde kalmıştı ve yazmak için not defterini aldı.
Rakip ve düşman arasındaki farkı öğrendim
“Hmm,” diye hımladı Draco. “Sana yardım ettiğine şaşırmış mıydın?” Harry başıyla onayladı.
“Sanırım sürekli canın için savaşmaya alışmışsan Turnuva’yı yalnızca bir oyun olarak düşünmek zor olmuş olmalı,” diye yorum yaptı Draco, kendi not defterini ve okuma gözlüğünü alıp notlar alarak.
Harry gözlerini kapadı, yeniden başıyla onayladı ve Draco Harry’nin Kara Göl’de fazla uzun süre kalmasını hatırladı, Draco’nun korkudan ellerinin titreyişini ve kalp atışlarının hızlanışını, ta ki Harry’nin kafası sudan bir değil iki farklı kişiyle birlikte çıkana kadar. Muhtemelen bunu yapmasa Fleur’ün kız kardeşinin öleceğini düşünmüştü ve alıştırıldığı gibi onu kurtarmak için kendi canını riske atmıştı. Draco onu suçlayamazdı—biraz öyle eğitilmişti, değil mi, yetişkinler başka işlerle meşgul olduklarından ikide bir okulu kurtarmak zorunda bırakılmasıyla. Harry böyleydi işte, hep böyle olmuştu çünkü olmak zorundaydı.
“Eh, bu içimi biraz hoş etti, o yüzden kalp atışlarımızı sakinleştirmek için biraz daha nefes egzersizi yapalım ve bir tane daha bulmayı deneyelim,” diye önerdi Draco ve Harry sırıtıp başıyla onayladı.
İkisi de daha sakin hissettiklerinde Draco asasını kaldırdı. “Hazır mısın?”
Harry başıyla onaylamaya başladı ama sonra sanki bir şey hatırlamış gibi kendini durdurdu. Yüzünün rengi soldu. Not defterini alıp yeniden yazmaya başladı.
Sonraki eğlenceli olmayacak
“Mm,” diye homurdandı Draco hatırlayıp. “Hayır, olacağını sanmıyorum. Ama bir şey olmaz. Burada güvendeyiz.”
Harry yine ona dikkatle baktı, yüzünde bir şey arıyordu, dudaklarını sıkıca birbirine bastırmıştı. Oflayarak nefes verdi ve başıyla onayladı. Draco asasını kaldırdı ve büyüyü yaptı.
Tam bıraktıkları yerde Cedric uzaklaşıyordu. Draco hemen anıları geçti—tıpkı Harry gibi onun da içinde sıradaki ekmek kırıntısının nerede olabileceğine dair bir his vardı ve hoş olmayacaktı.
Gölde Garkenezlerle savaşmayı geçti, Sirius’tan gelen mektupları geçti, labirenti ve içindeki bir yanlışlık hissini geçti, ta ki Harry’nin on birinci doğum gününün ekmek kırıntısı gibi iri bir anı kütlesini kaplayan parıltı belirene kadar—ama bu seferkiler karanlık, acılı görünüyorlardı. Draco derin bir nefes aldı ve onları büyüsüyle yakaladı.
“Fazlalığı öldür,” diyor Pettigrew’un kollarındaki kumaş yığınının içinden kulak tırmalayan bir ses. Bir yeşil ışık çakıyor ve Cedric Diggory yere yığılıyor.
...
Pettigrew Harry’nin kolunu kesiyor ve kanı kazana döküyor. “Karanlık Lord yeniden yükselecek,” diyor nefes nefese. Ağır kazandan ışık çıkıyor. Harry’nin yara izi daha önce hiç olmadığı gibi acıyor. Bir mezar taşına bağlı, hareket edemiyor. Ayağının dibinde devasa bir yılan dolanıp duruyor.
...
Lucius, Voldemort’un ayaklarına kapanıyor. “Lord’um, nerede olduğunuza dair bir işaret, bir fısıltı olsaydı...”
“İşaretler vardı, fısıltılardan daha fazlaları da,”diye hırlıyor Voldemort.
...
“Aa, Harry! Burada olduğunu unutmuşum,” diyor Voldemort soğukça. Ölüm Yiyenler gülüyorlar. Lucius zalimce gülümsüyor.
...
“Seni öldüreceğim, Harry Potter ama düzgünce. İlk olarak düello yapacağız. Sana düello yapmayı öğrettiler, değil mi?” Voldemort’un sesi neşeli ve zalimceydi. “Selam vererek başlıyoruz. Hadi, Dumbledore görgü kurallarını unutmanı istemezdi. Sana selam ver dedim. Imperio.”
Harry zihninde çok tatlı bir boşluk hissediyor ama bunun yanlış olduğunu biliyor. Zorlanıyor ama üzerinden atabiliyor.
“İtiraf edeceğim, etkileyici ama sanırım incelikleri atlayabiliriz. Crucio.”
Harry’nin içinden bir Cruciatus geçiyor. Harry acı içinde çığlık atarken Lucius kenardan diğer Ölüm Yiyenlerle birlikte kahkahalar atıyor ve alaylar ediyor. Acı dayanılmaz. Sonunda bittiğinde Harry ayağa kalkıyor ve yeniden asasını doğrultuyor, kasları titriyor. Silahsız bırakma tılsımı yapmayı deniyor, Voldemort böcek kovalar gibi engelliyor. Voldemort onunla oynuyor, Harry’nin karşı koyamayıp fiziksel olarak kaçtığı lanetler atıyor. Harry bir mezar taşının arkasına saklanıyor.
“Çık bakalım, Harry,” diyor Voldemort alayla, Ölüm Yiyenleri eğlendirerek. “Ölümünle yüzleş, tıpkı babanın yaptığı gibi. Lord Voldemort merhametlidir—ölümün çabuk olacak.”
Harry öleceğine inanıyor ama bunu bir mezar taşının arkasında dizlerinin üzerinde bir korkak gibi yapmayacak. Ayağa kalkıyor, asası hazırda ve düşmanıyla yüzleşmeye çıkıyor. Asasını doğrulturken eli titriyor.
“Avada Kedavra!”
“Expelliarmus!”
Kırmızı ve yeşil ışıklar asalardan çakıyor ve ortada çarpışıp altın rengi bir ışık patlaması oluşturuyor. Büyülerin çarpışmasından dolayı ışık patlayıp ikisini tüyler ürperten bir müzikle dolu altın rengi bir kubbenin içinde bırakırken Harry’nin damarlarından güç akıyor. Harry büyüsünü daha da itiyor, ışığı Voldemort’un asasına geri girmeye zorluyor.
Voldemort’un asasının ucundan ses yansımaları ve yarı saydam figürler çıkmaya ve etraflarını sarmaya başlıyor: yaşlı bir adam, bir kadın, Cedric ve sonunda Harry anne babasının figürlerini görüyor. Güçlü büyüye karşı direnirken yanında duruyorlar ve Harry yüzlerini görmenin tadını çıkarıyor. “Bırakma, Harry,” diye cesaretlendiriyor annesi. “Onları bir anlığına oyalayabiliriz ama yalnızca bir anlığına—anahtara geri dönmelisin, anladın mı?” diye ısrar ediyor babası. “Cesedimi geri götür, Harry,” diyor Cedric’in figürü.
Harry büyüyü bırakıyor, figürler Voldemort’un başına üşüşüyor, altın ağ yok oluyor ve Harry Ölüm Yiyenlerin mezar taşlarının etrafından attıkları sersemleticilerden kaçınarak daha önce hayatında hiç koşmadığı gibi koşuyor. Kendini Cedric’in cesedinin üzerine atıyor, Üçbüyücü Kupası’nı çağırıyor ve bir renk ve ışık girdabında mezarlıktan uzaklaşıyor. Voldemort’un öfkeli çığlıkları duyulmaz oluyor. Labirentin önüne iniyor, kalabalık tezahüratlar yapıyor ve Harry Cedric’in soğuk göğsünde histerik bir şekilde ağlıyor.
Draco’nun nefesi kesildi ve geri çekildi, sol elinde sıcak bir şey hissediyordu. Harry’nin kafasından çıktığında fark etmeden Harry’ye uzandığını ve Harry’nin de elini alıp sıkı sıkı tuttuğunu gördü. Tepki hücumundan dolayı zaten yarı inmiş olan Zihinbend bariyerleri tamamen çöktüler ve görüşü bulanıklaştı. Boğazı yanıyordu. Asasını bıraktı ve gözlüğünü çıkardı, hâlâ Harry’nin eline sımsıkı tutunuyordu ama fark etti ki görüşünü bulanıklaştıran şey gözlük değildi—gözyaşlarıydı, sıçtık.
Hemen Harry’nin elini bıraktı ve titrediğini fark etti. Kendinin tamamen farkında değildi ve olması gerektiğini biliyordu. Bacaklarını ovaladı, ellerini saçından geçirdi, yanağından bir damla yaş aktı, sinir olarak onu sildi, parmağını yakasından içeri soktu, yara izine dokundu, bir damla yaş daha düştü. Kendine sinir olarak dilini şıklattı ve yine gözyaşını sildi.
Draco da o gece kalabalıkta bekliyordu, Pansy ve Greg’e Diggory ve Potter’ın aptal labirentte ne kadar oyalandıklarından yakınıyordu. O sırada Harry Karanlık Lord’la düello yapıyordu, Draco’nun babası da izliyordu—Harry o kadar inanılmaz derecede küçüktü ki ve canı için savaşıyordu, kendisi dışında kurtaracak kimse kalmamıştı, siktir.
Ve sonra Harry dönmüştü ve Harry Cedric’in cesedini bırakmayı reddederek açıkça ağlarken Draco da korku ve şok ve aniden gelen göğsünün sıkışma hissiyle izlemişti.
Sağ eli sol koluna düştü ve gömleğinin kolunu önceden kıvırdığından cildindeki Karanlık İşaret'i hissetti. İğrenerek hemen elini çekti. Sonunda başını kaldırıp Harry’ye baktı.
Harry’nin gözleri kocamandı, kırmızıydı ve parlıyordu, kaygı içinde Draco’yu izliyordu. Muhtemelen Draco’nun bunu görmesini hiç istememişti ama görmek zorundaydı. Harry’nin elleri kucağında titriyordu, yumruklarını bir sıkıyor bir açıyordu ve omuzlarındaki kaslar tişörtünün altında gergindi. Draco içgüdüsel olarak yine ona uzanmaya yeltendi—bunun olduğunu fark ettiği an ani bir nefes aldı ve ellerini kendi kucağına çekti.
Bariz bir şekilde Harry artık bir adamdı, Draco bunu çenesindeki kirli sakalın gölgesinde ve ellerinin büyüklüğü ve sertliğinde görebiliyordu ama o anda Draco onun olduğu çocuğu da görebiliyordu—o sıska, sesi ergenlikten çatlayan on dört yaşındaki çocuğu; o süpürge üzerinde gözleri muziplikle parlayan minik on bir yaşındaki çocuğu; o ciddi yüzlü ve dikkatli bakışlı on altı yaşındaki çocuğu. Şimdiye kadar tanıdığı her Harry tarafından bombardımana uğruyormuş gibi hissediyordu, hepsi toplanıp bu hayret verici adamı oluşturuyordu ve Draco berjerlerinin arasındaki fazla yakın mesafeden dikkatli gözlerle birbirlerini izlerlerken yalnızca bir anlığına kendine bu mucize gibi biri olan Harry Potter’ın tadını çıkarma iznini verdi.
Draco bu adrenalin patlaması sonunda geçtiğinde nefes alış verişi düzgün ve düzenli bir hâlde asasını kaldırıp tahtaya doğrulttu ve yeni bir nokta koyup yanına “Voldemort’un Dönüşü” yazdı. Derin bir nefes daha alıp hâlâ sanki Draco her an ürkebilirmiş gibi temkinli bir şekilde onu izleyen Harry’ye döndü.
“İyi misin?” diye sordu Draco. Harry derin, sakinleştirici bir nefes aldı ve titremelerini önlemek için ellerini kucağında kavuşturdu ama yine de başıyla onayladı. Draco sessizce Timsy’den sıcak çikolata istedi ve o da her zamanki doğaüstü hızıyla getirdi. Harry kupasını memnuniyetle aldı, gözlerini kapadı ve dikkatle çikolatasını yudumladı. Draco yalnızca onu izledi, kendi kupasını iki eliyle kavramış, derin düşüncelere dalmıştı.
“Asalarınız,” dedi Draco dalgınlıkla. “Özleri anka kuşu tüyü. Tüyler aynı kuştan mı gelmişti?” Harry başıyla onayladı, not defterini tek eliyle kucağında açtı ve tek bir kelime yazdı.
Fawkes
“Priori Incantatem... Bu fenomeni duymuştum ama hiç...” Draco derin bir nefes aldı ve sıcak çikolatasından bir yudum daha aldı, sıcaklığın içine dolmasına izin verdi. Daha bir düşüncesini bitiremeden zihni bir sonrakine koşuyormuş gibi hissediyordu.
“O mezarlığa getirtildin,” diye yorumda bulundu Draco. “Senin kanına ihtiyacı vardı...”
Harry dudaklarını büzüp yine başıyla onayladı, dalgınlıkla sağ kolundaki uzun ince bir yara izini ovalıyordu. Oda bir süre sessizdi, sıcak çikolatalarını yudumladılar ve düşündüler.
“Beni hayrete düşürüyorsun, biliyorsun,” dedi Draco sonunda fısıltıdan pek yüksek olmayan bir sesle çünkü Harry bugün bunu bilmeden gitse bu yanlış gelirdi. “Ne kadar inanılmaz biri olduğun hakkında bir fikrin var mı?”
Harry bir süre ona baktı, kupasını sıkı sıkı tutuyordu, sonunda gözlerini kaçırıp ufacık omuz silkti.
“Biliyorum, yalnızca yapman gerekeni yaptın. Gerekli olan şeyleri yaptığın veya hayatta kaldığın için övgü almaktan hoşlandığından şüpheliyim. Ama Harry, bugün hayatta olman bir mucize—ve ben hayatta olduğun için çok mutluyum, bu tamamen saf aptal şansı ve Gryffindor inadı sayesinde olmuş olsa bile. Ve her şeye rağmen burada olduğun, hâlâ neşe hissettiğin ve böylesine özgürce sevdiğin ve hâlâ hep doğru şeyi yapmaya çalışıyor olduğun gerçeği—babam ve benim sana yaşattığımız her şeye rağmen burada benimle olduğun, bana güvendiğin gerçeği...”
Draco cümlesini tamamlamadı, eliyle öylesine bir hareket yaptı. Derin, titrek bir nefes aldı ve inanamamazlıkla başını yavaşça iki yana salladı. “Bunu kendin yaptın, tamamen tek başına. Sen olağanüstü bir şeysin, Harry.”
Harry’nin yanakları yine pembeydi, bronz teninde hafif bir pembelik. Parlak gözleri sıcak çikolatasına indi; parmakları kupanın üzerinde kıpırdanıyor, pürüzsüz kenarlarında geziyordu. Eğer Draco onu bu kadar dikkatlice izliyor olmasaydı dudağının kenarının hayalet bir gülümsemeyle hafifçe kalkmasını kaçırırdı. Draco’nun omuzları sonunda gevşedi ve işleri biraz dengelemek için Harry’ye kendinden bir şey sunmaya karar verdi.
“Kendi kafanın içinde olmaya biraz ara vermek ister misin?” diye sordu Draco. Harry kafa karışıklığıyla kaşlarını çattı ve başını yana eğdi.
“Gitmeden önce meditasyon yapıp kendine dönmen gerekecek tabii ki ama bugün kendi zihninde çok ağır şeyler yaşadın. Bundan bir tatil istersen bir süreliğine benimkine girebilirsin.”
Harry’nin kaşları kâkülünün altına kadar yükseldi, ağzı bir karış açık kaldı.
“Ben yetenekli bir Zihinbendar’ım, Harry—yalnızca benim görmeni istediğim şeyleri göreceksin. Hoşuna gideceğini düşündüğüm birkaç yer var, eğer bir—bir mola istersen,” diye teklif etti Draco. “Büyüyü yapmana da gerek yok, tek gereken sözsüz bir kalkan tılsımı ki onu da yapabildiğini biliyorum,” diyip sırıttı. “Sana kalmış.”
Harry bir süre inanamayarak ona bakakaldı ve Draco, merakına rağmen teklifi reddedeceğini düşünmeye başlıyordu. Ama Harry sonunda ağzını kapadı, sıcak çikolatasını bıraktı ve asasını cebinden çıkardı. Yüz ifadesi hem hevesli hem de utangaçtı, sanki Draco’nun ciddi olduğundan emin olamıyormuş ama öyle olduğunu umuyormuş gibi.
Draco cesaretlendirici bir şekilde gülümsedi ve derin bir nefes aldı, savunmalarını hazırladı ve birkaç anı seçti. Asasını kaldırdı. “Ben Zihnefend büyüsünü yapıp tutacağım, sen de yalnızca rahatlayıp kalkan tılsımını tutacaksın, tamam mı? Çok güçlü olmasına gerek yok.” Harry başıyla onayladı ve asasını kaldırdı. “Üç, iki, bir, legilimens.”
Harry otomatik olarak asasını hafifçe salladı, göz temasını bozmadı ve sakarca Draco’nun kafasına düştü.
İlk gördükleri şey boş bir odaydı, zemin ve duvarlar taştı ve iki büyük, ağır tahta kapı vardı.
“Zihinbend böyle bir şey,” dedi Draco kafasının içindeki melas ve yaz yağmuru kokusunun tadını çıkararak. “Gitmemizi istediğim yer orası olduğundan sağdaki kapıyı açacağım.”
Draco kapıyı açtı ve hatırladı—
Lavanta dolu bir tarla, teninde güneşin sıcaklığı.
Harry’nin meraklı varlığını, izlediğini hissedebiliyordu. “Provence, Fransa’ya hoş geldin,” dedi sessizce.
Yirmi yaşında bir Draco uçsuz bucaksız lavanta tarlalarında yalnız başına geziyor, etrafı çiçeklerin ağır kokusuyla kaplı. Saçı daha önce olmadığı kadar uzun, başının arkasında dağınık bir topuz yapmış. Günlük giyinmiş, kollarını sıyırdığı ince mavi bir kazak. Kilometrelerce uzanıyormuş gibi görünen çiçek sıralarının arasında sallana sallana yürüyor. Yüzündeki şapşalca gülümsemeye engel olamıyor.
“Altı ay kadar burada okudum, ilk çıraklıklarımdan biriydi, kendisine yalnızca ‘Croque Monsieur’ dememe izin veren meşhur bir Şifacı’nın yanındaydım—ki bu bir peynirli tost ismi,” diye açıkladı Draco, Harry’nin varlığından gelen merak ve eğlence patlamasından memnun kalmıştı. “Tuhaf adamdı ama epey ilham vericiydi.”
Serin bir rüzgâr yüzüne düşmüş olan saç tellerini havalandırıyor. Elini pantolonunun cebine sokuyor ve oradaki eskimiş, katlı parşömenle oynuyor. Akşamüzeri güneşi yüzünün yanını ısıtıyor ve gülümsemesi genişliyor.
“Cebimde bir mektup var, bütün gün orada tutmuştum—Pansy’den; bana çocuk beklediğini, ne kadar mutlu olduğunu, seçtiği isimleri ve seçtiği vaftiz babayı söylemişti: ben.” Draco, Harry’nin kendi mutluluğunu hissetmesini hissedebiliyordu—tuhaftı ama hoştu. Draco nazikçe onları sonraki anıya yönlendirdi, bu bir öncekinden çok daha gürültülüydü.
Yirmi bir yaşındaki Draco kalabalık bir çarşının tezgâhları arasında geziyor. Bugüne kadar Diagon Yolu’nda gördüğünden daha kalabalık ama kimse ona öfkeyle ya da iğrenerek bakmıyor. Burada kimse onu tanımıyor ve bu muhteşem bir his. Yakında biri sokak çalgıcılığı yapıyor—Draco müziğin tadını çıkarıyor.
Saçı daha kısa kesilmiş, üstler biraz daha uzun. Güneş üzerine vuruyor, üstünde ince siyah bir tişört var ve artık ona fazla dar gelmeye başlıyor—sonunda Savaş’ta kaybettiği kiloları geri almaya başlıyor ve sağlıklı hissediyor. Baktığı her yerde tezgâhlar büyülü eşyalarla ışıldıyor ve vızıldıyor ve parlıyor. Baharatlı etin ve şehrin mis gibi kokusunu içine çekiyor. Çok güzel bir süpürgeyle bir büyücü inanılmaz bir hızla üzerinden geçiyor ve geniş sokakta ileride bir yerde iniş yapıyor.
“Burası İstanbul, Türkiye,” diye belirtiyor Draco Harry’nin hayranlığını etrafında hissederek, “Kapalıçarşı’nın Büyücü kısmı. Birkaç ay burada Şifacı Ekrem’in çıraklığını yaptım. Tüm ustalarımdan bir şeyler öğrendim ama beni savunmasız kalmak üzerinde çalıştıran ve hastayla Şifacı Zihnefendar arasındaki dengenin gerekliliğini açıklayan Ekrem’di. Beni en çok çalıştıran oydu ama burada, Çarşı’da gezerek de çok vakit geçirdim—kimsenin adımı bilmediği bir kalabalıkta olmak her seferinde harika hissettiriyordu.”
Draco, Çarşı’da gezmeye devam ediyor, öylesine kalabalığın arasında dolaşıyor, ta ki uçan büyücünün indiği yere gelene kadar. Yarış süpürgeleri satan geniş, şatafatlı bir tezgâh var. Draco’nun bakışları Göktaşı’na değiyor ve onu almak zorunda olduğunu biliyor—burada hiç süpürgesi yok ve uçmayı özlüyor. Bir fiyatta karar kılana kadar tüccarla Türkçe pazarlık yapıyor ve Draco şortunun cebinden bir kese çıkarıp parayı ödüyor. Tezgâhtan elinde Göktaşı’yla uzaklaşıyor, damarlarında heyecan akıyor.
“Mükemmel bir süpürge, uzun mesafeleri yüksek hızla gitmek için ideal. Manevra kabiliyeti bu sebepten biraz kötü ama,” diye yorum yaptı Draco ve onları sonraki anıya götürdü.
Yirmi iki yaşındaki Draco kaldığı Büyücü evinin ufak bahçesinde duruyor, elinde Göktaşı. Ayakkabı giymeye uğraşmamış—zaten havada olacak. Bir göz boyama büyüsü yapıyor, bacağını süpürgenin sapına atıyor ve karanlık gece göğüne yükseliyor. İçi neşe doluyor—son uçmasının üzerinden çok vakit geçmiş.
Kocaman bir gülümsemeyle süpürgesini denize doğru yönlendiriyor ve yükseliyor. Rüzgâr tişörtünü gövdesinin etrafında dalgalandırıyor, saçı yüzünün etrafında uçuşuyor.
“İtalya,” diyip gülümsedi Draco. “Amalfi Sahili’nde ufak bir balıkçı köyü. Buradaki çıraklığım kısa sürdü ama denize bayılıyordum.”
Kıyıya gelene kadar Draco havada son hızla uçmaya başlamış. Denizin üzerinde fırlıyor, kıyıdaki sarp, kayalıklı uçurumları takip etmek için süpürgesiyle geniş bir dönüş yapıyor. Yalnızca aşağıdaki kayalara çarpan dalgaların ve kulaklarındaki rüzgârın sesini duyuyor. Denizin tuzunun ve yakındaki bahçelerdeki limonların hafif kokusunu alıyor. Hızdan gözleri yaşarıyor ama Draco’nun umurunda değil. Çılgın ve özgür hissediyor, havada çıplak ayak uçuyor, üzerinde geniş gece göğü, altında Tiren Denizi’nin tuzlu dalgaları.
Draco bu düşlemi biraz daha devam ettirdi, sonra büyüyü bitirip Zihinbend’le nazikçe Harry’yi kafasından dışarı itti. Harry’nin gülümsemesi ufaktı ama gözlerine ulaşıyordu ve Draco o anılarda Draco’nun duygularını hissedebildiğini biliyordu. Harry asasını indirdi, Draco’nun yüzünü izledi ve dudaklarını oynatarak teşekkür ederim dedi.
“Rica ederim,” dedi Draco sırıtarak ve iç geçirdi. “Bugünlük işi bitirmeye hazır mısın? Ben daima güzel bitirme taraftarıyım.”
Harry’nin meditasyon yapmasını, bazı yara izlerine ve saçına dokunmasını izledi. Draco tekrar okuma gözlüğünü taktı ve biraz daha not almayı denedi ama Harry’nin nazik hareketleri, sabit nefes alış verişinin sesi, geniş avucu yüzündeki kirli sakalında gezerken çıkan hışırtı dikkatini dağıtıyordu. Draco dalgınlıkla göğsünü ovaladı, kumaşın altındaki ince, kabarık yara izlerini hissetti, notlarını unutmuştu.
Erkek pop grupları hakkındaki tek taraflı tartışmalarını devam ettirerek Harry’yi kapıya götürdü. Harry asasızca duvardaki askıdan deri ceketini çağırdı ve giyip ellerini ceplerine soktu. Harry’nin yüzü yine şaşkınlıkla aydınlandı ve yanakları kızardı; cebinden ufak, plastik, dikdörtgen şeklinde bir nesne çıkarıp yüzünün önünde hafifçe salladı—bunu neredeyse unutuyordum, diye okudu Draco yüzündeki ifadeden—ve Draco’ya uzattı.
“Bu neymiş?” dedi Draco eğlenerek. Harry’nin elindeki nesneyi aldı ve Harry’nin plastiğin içindeki kâğıt parçasındaki el yazısını okudu:
Muggle müzik eğitimini devam ettirmen için
Arkasında Draco daha önce duymadığı farklı sanatçılardan şarkıların bir listesini buldu. Kocaman gülümsedi, bakışları Harry’ye dönerken yüzü heyecanla aydınlanmıştı, Harry’yse hoşnut ve utanmış görünüyordu.
“Mükemmel,” diye beyan etti Draco hâlâ sırıtırken. “Teşekkür ederim, Harry. Bu nesnenin ne halt olduğunu ve ondan nasıl müzik dinleyeceğimi çözeceğim, buraya yazıyorum.”
Harry gözlerini devirdi, sessizce güldü ve gitti.
Notes:
*Nergis: Narcissus
Chapter 6: Altıncı Bölüm
Chapter Text
Altıncı Bölüm
“Pansy Parkinson!” diye bağırdı Draco kafasının ateşte havada süzüldüğü yerden Pansy’nin oturma odasına doğru. Böyle dizlerinin üzerine çöküp kafasını ülkenin öbür ucuna uzatarak uçuç görüşmesi yapmak hiçbir zaman rahat olmuyordu. Ama düzgünce ziyarete gidecek vakti yoktu ve soruları vardı.
Camila kafasını oturma odasına uzattı.
“Merhaba, Draco dayı.”
“Aa, Pansy, küçülmüşsün!” diye bağırdı Draco ve Camila gözlerini devirip bu kötü şakasına güldü. “Annen oralarda mı, Camila?”
Camila başıyla onayladı, saçları yüzüne düştü. “Gidip getireyim,” dedi ciddiyetle. Kendisine önemli görevler verilmesine bayılıyordu. Görevini yerine getirmek için koşarak odadan çıktı.
Pansy eninde sonunda geldi, saçını kafasının tepesinde dağınık bir şekilde toplamıştı ve pofuduk bir sabahlık giyiyordu. “Banyomu böldün, salak,” dedi kaşlarını çatarak. “Ne istiyorsun?”
“Bunun ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu Draco ve Harry’nin gizemli müzik dikdörtgenini uçuça sokup kafasının yanında tuttu. Pansy somurtarak dikdörtgene baktı.
“Bir muggle kaset,” diye cevap verdi. “İçinde müzik oluyor ama mugglelar artık onları pek kullanmıyorlar—nereden buldun bunu?”
“Hediye geldi,” diye açıkladı Draco detaya girmeden. “Müzik bundan nasıl çıkarılıyor?”
Pansy sırıtarak ona baktı.”Kasetçalara koyuyorsun,” diye yanıtladı. “Eninde sonunda ben bunu öğrenirim, biliyorsun. Benden bir şeyler saklamakta bok gibisin.”
“Neyse ne,” diyip geçiştirircesine kaseti salladı Draco. “Bu ‘kasetçalar’lardan nerede bulabilirim?”
“Muggle elektronik eşya mağazalarında ama bunun için mugglelarla konuşman gerekir, değil mi?” Pansy’nin gülümsemesi kurnazcaydı ve Draco bir pazarlık yapmak zorunda kalacağını biliyordu. Slytherin huyları kolay geçmiyordu.
“Nasıl çalacağımı çözmeme yardım edersen dinlemene izin veririm,” diye teklif etti. Pansy gözlerini devirdi.
“Sıkıcı,” diyip iç geçirdi. “Çatı katımda bir yerlerde bir boombox var—bunu hiç plaklar kadar sevemedim. Bulunca sana getiririm.”
Draco kaşlarını kaldırdı. “Boombox mu?” diye tekrarladı. “Kulağa tehlikeli geliyor. Mugglelar neden müzik çalmak için patlamalara ihtiyaç duysunlar ki?”
Pansy güldü. “Dükkândaki muggle bana sattığında ben de aynı şeyi düşünmüştüm. Haftalarca patlamaya hazır bir kazanmış gibi davranmıştım, sonra epey tehlikesiz olduğunu fark ettim. Sanırım müzikteki bası mı ne vurguladığı için öyle diyorlar.
“Garip,” diye mırıldandı Draco. “Eh, teşekkür ederim. Banyonun tadını çıkar. Ben çay için annemlere gidiyorum.”
“Bol şans,” dedi Pansy gözlerini pörtleterek. Draco ofladı ve şöminesinden çıktı.
Diz çöktüğü yerden kalktı ve dizlerindeki tozu silkeledi. Tuhaf kaseti rafa plaklarının anına koydu ve ceketini düzeltti, yeleğindeki olmayan kırışıklıkları düzleştirdi. Malikâne’ye giderken cübbe dışında bir şey giymek onun için bir nevi bir beyandı—bağımsızlığını öne sürüyordu ve umuyordu ki annesine gerçekten de oraya ait olmadığını yeniden tasdik ediyordu. Derin nefesler aldı, küt küt atan kalbini sakinleştirmeye çalıştı. Sadece Anne’mi ziyaret ediyorum, diye hatırlattı kendisine. Sadece çay içeceğiz ve bitip gidecek.
Şömine rafındaki ufak kaptan bir avuç daha uçuç tozu aldı ve ateşe attı. Şömineden yeşil alevler yükseldi ve Draco içeri girdi. “Malfoy Malikânesi,” dedi içindeki sıkıntıyı görmezden gelerek.
Yüzlerce şömineden geçtiği bükücü bir yolculuğun ardından sonunda zarafetle Malikâne’nin karşılama odasına adım attı. Erken yaşta üzerinde zerre kadar kül kalmadan uçuç kullanmak ona öğretilmişti ve tökezlemeden çıkana kadar anne babası ona pratik yaptırmıştı. Derin bir nefes daha aldı ve odadan çıktı, limonluğa giden tanıdık yola girdi, Narcissa hep orada çay içmeyi tercih ederdi.
Gözleri her koridor ve kapı eşiğinde gergince gezdi. Muhtemelen gördüklerinden sonra hiçbir zaman çocukluk evinde güvensiz hissetmeyi bırakmayacaktı. Ovalayarak kanı taştan çıkarabilirlerdi ama anıları veya kâbusları veya Kara Büyü kalıntısının doğal olmayan ağırlığını çıkaramazlardı, Draco eğitimiyle buna daha da hassaslaşmıştı—bu, annesinin anlamadığı bir şey dahaydı.
Limonluğun girişine yaklaşırken kapının aralık olduğunu gördü ve birden fazla kişinin sesini duyabiliyordu. Draco keskin bir nefes aldı—fazladan misafire onay vermemişti.
Kapıyı tamamen açtı, hoşnutsuz ve gergindi ve az daha annesinin karşısında oturduğunu gördüğü kadına asasını doğrultacaktı. Neredeyse tamamen Bellatrix gibi görünüyordu ve içgüdüleri Draco’ya kaçmasını söylüyorlardı—ama Draco durdu, daha dikkatli baktı ve kadının saçının o kadar koyu renkli olmadığını, gözlerinin daha yumuşak baktığını gördü. Duruşu daha farklıydı, daha sakindi ve kesinlikle muggle kot pantolonu ve halat dikişi ile örülmüş kazak giyiyordu, Bellatrix hayatta böyle bir şey giymezdi. Kendine ne olur ne olmaz diye kadının büyüsel aurasını inceleme izni verdi—büyüsü nazikti, muhtemelen ev hanımıydı, kesinlikle bir anneydi ve biraz üzüntülüydü. Kar ve demli çay gibi kokuyordu. Draco, kesinlikle Bellatrix olmadığına karar verdi ve omuzları rahatladı. Andromeda olduğunu fark etti.
İki kadın derin sohbettelerdi, sessizce konuşuyorlardı. Draco odaya girdi ve onu fark ettiklerinde hemen ona döndüler.
“Draco,” diyip gülümsedi annesi, koltuğundan kalktı ve öpmesi için elini uzattı. Draco gülümsedi ve yanına gidip yanağından öperken biraz içi ısındı. Evet, annesini görebildiği sürece Malikâne’yi ziyaret etmenin anksiyetesini yaşamaya değerdi.
“Draco, bu Teyzen—ablam Andromeda,” diye tanıştırdı Narcissa ve elini zarifçe yerinden kalkmamış olan, üzgün gözler ve yumuşak bir tebessümle onları izleyen diğer kadına doğru salladı. Kadın elini uzattı ve Draco tutup hafifçe öptü. Elleri, Narcissa’nın uzun ince elleriyle aynydı—bu, Draco’ya da geçmiş olan bir gendi.
“Memnun oldum, Teyze,” dedi Draco sessizce, hâlâ yüzünü inceliyor, bu kadının aileden biri olup ona yüzünü buruşturmadığı veya saldırmadığı veya onu Karanlık Lord’a sunmadığı gerçeğine hayret ediyordu. Göğsünde ufak bir umut yeşerdi.
“Aynı şekilde,” diye yanıt verdi Andromeda, o da bir o kadar dikkatle onu inceliyordu. “Senin hakkında çok şey duydum, yeğenim.” Kahverengi gözleri parıldadı.
Draco bir an onun, kendisi hakkında Narcissa’dan olduğu kadar Harry’den de bir şeyler duymuş olabileceğini fark etti ve Harry’nin ona ne söylemiş olabileceğini bilme isteğiyle biraz çılgına döndü. Ama soramazdı, asla tek kelime etmeyecekti.
Ancak bunun üzerine düşünecek vakti olmadı çünkü o anda turkuaz saçla dolu bir kafası olan küçük bir insan devasa, bitki dolu, cam odanın ortasındaki çeşmenin arkasından koşarak geldi, Andromeda’nın önünde durdu ve elindeki kıpırdanan, patates şeklindeki şeyi gösterdi.
“Nine! Bir tane yakaladım! Bak!” diye bağırdı çocuk nefes nefese. Draco şok içinde bakakaldı. Çocuğun aniden gelmesiyle panik olmaması veya yerinden sıçramaması hayret vericiydi—görünüşe bakılırsa Andromeda’nın çok sakinleştirici bir etkisi vardı.
Ufak, huysuz bir bahçe cini çocuğun elinden kurtulmak için debeleniyordu. Draco, ufak homurtuları ve ciyaklamalarıyla her ne diyorsa bunun kaba, çocuklara uygun olmayan bir dil olduğunu tahmin etti ama zaten kimse anlayamıyordu.
“Onu bir ev cinine vermelisin, Teddy,” diye yönlendirdi Andromeda. “Onunla ne yapacaklarını bilirler ve Cissy Teyzen de muhtemelen bahçelerinde bir istila olmasından kaçınmayı umuyordur.”
“Bir tanesini yakalamayı başarmandan etkilendim, Teddy,” diye yorum yaptı Narcissa sevgiyle gülümseyerek ve ev cinlerinden birini çağırmak için parmaklarını şıklatarak. “Benim için hep fazla hızlılar.”
Sekiz yaşından daha büyük olamayacak olan Teddy üzgünce kazancını cine verdi. Turkuaz saçları yumuşak dalgalar hâlinde yüzünün etrafını sarıyordu—Profesör Lupin’inkine epey benzeyen bir yüz olduğunu fark etti Draco. Dizleri ve elleri çamur içindeydi.
Teddy başını kaldırıp baktı, sonunda Draco’nun orada olduğunu fark ettiğinde gözleri pörtledi ve Draco gözlerinin yeşilin Harry'nin gözleriyle tıpatıp aynı tonu olduğunu fark etti. Çocuğa hafifçe gülümsedi, şaşırtıcı bir şekilde gergindi.
“Teddy, bu, kuzenin Draco,” deyip eliyle Draco’ya doğru işaret etti Andromeda. “Cissy Teyzenin oğlu.”
Teddy minik yüzünü ciddi bir ifadeye bürüdü ve elini uzattı. Andromeda masanın altından eline gizlice bir temizlik tılsımı yaptı. “Tanıştığıma memnun oldum,” dedi anlaşılır bir şekilde, elinden geldiğince olgun davranmaya çalışıyordu ve Draco buna bayılmıştı. Teddy’nin elini tuttu ve nazikçe sıktı.
“Asıl ben memnun oldum, Teddy,” deyip sırıttı. “O kurnaz cinlerden birini yakaladığına göre muhteşem reflekslerin olmalı. Quidditch oynuyor musun?”
Teddy’nin yüzü aydınlandı ve göz rengi yaprak yeşilinden donuk griye dönüşüp Draco’nunkiyle aynı oldu. Draco izlerken neşeden hafifçe güldü—daha önce hiç bir Metamorphmagus'un dönüşümüne şahit olmamıştı.
“Evet! Vaftiz babam gibi Arayıcı olmak istiyorum ama Ninem daha gerçek bir süpürge almama izin vermiyor ve oyuncak süpürgem de gerçekten Arayıcı olmak için yeterince hızlı değil, o yüzden Weasleylerde oynarken genelde Kovalayıcı oluyorum, o da eğlenceli tabii, gol atmada bayağı iyiyim, Ginny Teyze bir gün kesinlikle onun gibi profesyonel bir oyuncu olabileceğimi söylüyor ama ben onun gibi Harpiler için oynamak istemem, ben Falmouth Falcons’ı tutuyorum, sen hangi takımı tutuyorsun?”
Teddy heyecandan neredeyse yerinde zıplayarak, nefes almadan konuşuyordu ve Draco’nun birden hemen oracıkta gidip ona süpürge alası geldi. Bu isteği hemen bastırdı. Andromeda haklıydı, tabii ki, sekiz yaş gerçek bir süpürge için çok küçüktü. Ama Teddy’nin enerjisi bulaşıcıydı ve Draco onu daha da mutlu etmek istiyordu.
“Ben de Falcons hayranıyım,” dedi Draco. “Bu sezon pek iyi gitmiyor ama toparlayacaklarını biliyoruz.” Teddy’ye gizlice sırıttı.
“Biliyorum! Harry Amca diyor ki yeni Arayıcıları—”
“Gitme vakti, Teddy,” diye lafını böldü Andromeda sessizce. “Harry birazdan çaya gelecek, hatırladın mı?”
“Aa! Evet!” Teddy zıpladı ve saçı hemen karmakarışık siyah buklelere dönüştü. Gözleri Draco’nunkilerle aynı kaldı. Draco tamamen hayran kalmıştı.
“Seninle tanıştığıma çok sevindim, Teddy,” dedi Draco. “Eminim tekrar görüşürüz—belki bir dahakine Arayıcı maçı yapacak vaktimiz olur.” Bir daha ne zaman buluşacaklarına gönderme yapmamaya dikkat etti, bunu istese de gerçekten olacağından tamamen emin değildi. Teddy ona bakıp gülümsedi ve heyecanla başıyla onayladı.
Draco ikisini sevgiyle izleyen Andromeda’ya baktı. Teddy Narcissa’ya döndü, yine o ciddi yüz ifadesini takındı ve Narcissa’nın dudakları eğlenmekten hafifçe titredi. Teddy’ye elini uzattı, Teddy tuttu ve minik başını üzerine eğdi. “Seni görmek güzeldi, Cissy Teyze,” dedi içtenlikle ve Draco kıkırdamamak için dudaklarını birbirine bastırdı.
“Ziyaretimizden keyif aldım, Teddy,” deyip ona gülümsedi Narcissa. “Bir sonrakini sabırsızlıkla bekliyorum.” Ablasına döndü, Teddy’nin bıraktığı eli uzattı. Andromeda tuttu ve nazikçe sıktı ve birbirlerine yumuşakça gülümsediler. Narcissa da ailesi olması umudundan Draco kadar etkilenmiş görünüyordu.
Andromeda ve Teddy’yi uçuça götürdüler ve Draco Teddy’nin Malfoy Malikânesi’nin rutubetli, basık koridorlarında hoplaya zıplaya yürümesi gibi kaygısız bir neşeden afalladı. Karşıtlık kesinlikle şaşırtıcıydı.
Şöminedeki yeşil alevler söndüğünde Narcissa gözlerinde eğlenmişlikle Draco’ya döndü.
“Merak ettiğini biliyorum ve evet, Draco, o yaşta terbiyenle gösteriş yaparken sen de aynı öyle görünüyordun,” deyip ona sırıttı.
“Yani odadaki her yetişkini çabalarımla eğlendirirken bir yandan da kalplerini çaldığımı mı söylüyorsun?”
“Kesinlikle,” diye yanıt verdi Narcissa, koluna girerken sırıtışı genişleyip tam bir gülümsemeye dönüştü. “Seni böyle şaşırttığım için özür dilerim, zamanın nasıl geçtiğini fark etmemiş olmalıyım.”
“Özür dilemene gerek yok,” dedi Draco habersiz yakalanmaktan nefret etse bile. “Onlarla tanıştığıma sevindim.”
“Onunla harika ilgilendin,” deyip özlemle iç geçirdi Narcissa. “Günün birinde harika bir baba olacaksın.”
Draco çenesini kapalı tuttu. İşte başlıyor.
Limonluktaki, yokluklarında ev cinlerinin çay için hazırladıkları ufak masaya yeniden yerleştiler. Öylesine hayatlarından bahsettiler, Draco her zamanki gibi bilerek detaya girmedi, Narcissa bir yuva kurmak ve son zamanlarda Malikâne’nin ne kadar hoş olduğu konularında laflar araya sıkıştırdı.
“Draco,” diye başladı Narcissa uzun bir duraksamadan sonra. “Son—son zamanlarda babandan haber almadın, değil mi?”
Draco kaşlarını kaldırdı. “Almadığımı biliyor olmalısın,” diye yanıt verdi, “böyle devam etmesini planladığımı muhtemelen bildiğin gibi.”
Draco onu bu kadar iyi tanımasaydı omuzlarının hayal kırıklığıyla çok azıcık çöktüğünü fark etmezdi. Narcissa safkan asilliğinin mükemmel arketipiydi—mesafeli ve soğuk, zarafet ve ağırbaşlılık simgesi, asla hiçbir zayıflık belirtisi göstermez. Onu anlamak her zaman zor olmuştu, ailesi için bile ama Draco onu herkesten daha iyi tanıyordu—belki Lucius dışında.
“Mektuplarıma yanıt vermeyi bıraktı,” dedi Narcissa sessizce, Draco’nun gözlerine bakmayarak. Draco çay bardağını masaya bıraktı.
Anne babasının birbirlerini sevdiklerini biliyordu—en azından Narcissa’nın Lucius’u sevdiğini, ailelerine yaşattığı her şeye rağmen. Draco hâlâ Lucius’un gerçekten sevme yetisi olup olmadığından emin değildi ama yoksa bile karısına düşkün koca rolünü iyi oynamıştı, Karanlık Lord geri dönmeden önce. Draco, Harry’nin o geceki anılarını Lucius’un mezarlıktaki alaylarını tecrübe etmeyi hatırladığında ürperdi.
“Ne kadar oldu?” diye sordu Draco, hele şükür bir seçenek olmadığı için başka ne diyebileceğinden emin değildi.
“Altı ay,” diye yanıt verdi Narcissa ve Draco yine şok içinde kaşlarını kaldırıp masanın karşısından annesine baktı.
Bu birçok anlama gelebilirdi. Lucius’un cezasının yaklaşık on iki senesi kalmıştı. Belki sonunda Azkaban’da aklını yitirmiş olabilirdi—ruh emicilerin tahliyesiyle bile orası korkunç, umutsuz bir yerdi. Hasta olmuş da olabilirdi, mektup yazamayacak kadar hasta. Narcissa’nın mektuplarına el konulmuş olabilirdi. Veya Lucius sadece yazışmalarından sıkılıp bırakmış da olabilirdi.
Sebep ne olursa olsun Draco bu haberin yalnızca bir yönünün onun için önemli olduğunu anladı: annesi yas tutuyordu, aylardır yas tutuyordu ve babası hakkında neler hissettiğini bildiği için bunu ondan saklamıştı.
Draco süslüce işlenmiş masanın üzerinden uzandı ve dikkatle annesinin elini kendi eline aldı, nazikçe tuttu. Narcissa yumuşak bir şekilde gülümsemeyi başardı ama gözleri yaşlıydı.
“Üzgünüm, Anne,” diye mırıldandı gözlerinin içine bakarak. Lucius konusunda üzgün değildi ve Narcissa bunu biliyordu. Annesi acı çektiği ve Draco’ya içini dökebilirmiş gibi hissetmediği için üzgündü.
Narcissa kısaca başını yukarı aşağı salladı. “Ondan haber alma ihtimalinin zayıf olduğunu biliyorum ama eğer alırsan bana…?” Cümlesini devam ettirmedi, gizlice gözünün köşesini sildi ve Draco, normalde epey sakin ve derli topluyken o an ne kadar darmadağın göründüğünden biraz şaşıp kalmıştı.
“Evet,” diye yanıt verdi Draco ihtimalin zayıftan da düşük olduğunu bilmesine rağmen. Eğer Lucius sadık karısıyla konuşmuyorsa kesinlikle onu hayal kırıklığına uğratan, çalışan, gey oğluna ulaşmaya yeltenmezdi. Ani bir şokla Draco Savaş esnasında Malikâne'de Harry'yi ele vermemesiyle ve Muggledoğumlu entegrasyonuna ve Savaş yetimlerine destek olan hayır kurumlarına düzenli olarak bağış yapmasıyla Lucius’un ona artık kan haini de diyeceğini fark etti. Bu düşünce onu hayatta bir nebze başarılı olmuş gibi hissettirdi.
Narcissa konuyu değiştirdi, güvenli bir konu olan bahçelerine döndüler ve bir daha Lucius’tan bahsetmeden ziyareti bitirdiler. Annesini sevse de Draco uçuçtan kendi oturma odasına çıktığında rahatlayarak iç geçirdi.
***
“Dün vaftiz oğlunla tanıştım,” diye bahsetti Draco her zamanki koltuklarına yerleşirlerken. O koltuğu bir daha hiç Harry’nin koltuğu dışında bir şey olarak görebilecek mi, dalgınlıkla merak etti. Harry’nin tepkisini izledi, hâlâ Teddy’nin Malfoy Malikânesi’ni ziyaret etmesi fikrine sinirleneceğinden biraz endişeleniyordu. Draco kesinlikle Camila’nın asla oraya ayak basmasını istemiyordu ama belki bu onun kendi derdiydi. Harry’nin oraya olan son ziyareti pek uzun bir ziyaret olmamıştı sonuçta.
Harry yalnızca gülümsedi ve merakla Draco’ya baktı. Draco da gülümsemesine karşılık verdi.
“Çok tatlı bir çocuk,” diye görüşünü belirtti. “Annem ona bayılıyor.”
Harry başıyla onaylayarak nazik bir şekilde güldü, vaftiz oğlunu düşünürken sevgi dolu bir şekilde gülümsüyordu.
Draco bir an onu izledi. “Onu ve Andromeda’yı Malikâne’de gördüğüme şaşırdığımı itiraf etmeliyim,” dedi düşüncelerinin geri kalanını sözsüz bir şekilde ifade etmeye çalışarak, sesli bir şekilde annemle, Lucius’un karısıyla veya orada yaşadığın onca şeyden sonra demek zorunda kalmamayı umarak.
Görünüşe bakılırsa Draco başarılı olmuştu çünkü Harry not defterini ve kalemini alıp yazmak için boş bir sayfa açtı.
Endişelenmiştim ama annene ve Andy’ye güveniyorum
Draco kaşlarını kaldırdı—Harry Narcissa Malfoy’a güveniyor muydu?—ama sorgulamadı. Narcissa belli ki ablası ve yeğeniyle olan ziyaretleri seviyordu ve kocasının mektupları yoksa Draco mümkün olan her zaman yanında insan olmasını istiyordu.
“Pekâlâ,” dedi Draco. “Yine de onlarla tanışmaktan çok zevk aldım.”
Harry yine ona gülümsedi ve ayağını dizinin üzerine koydu. Burada, Draco’nun çalışma odasında çok rahat görünüyordu ve Draco bu gerçeğin sürrealliğinden dolayı bir an yine inanamamazlık hissetti. Son birkaç haftada hayatı derinlemesine değişmişti, yalnızca işini yapıyor olmasına rağmen—ama o işi Harry’yle yapıyordu ve Draco’nun bir aydan kısa süre önce sekiz sene sonra ilk defa bir hastane yatağındaki öfkeli bir Potter’la karşı karşıyayken şu an ona Harry demesi bile biraz başını döndürmeye yetiyordu.
“İşe koyulmaya hazır mısın?” diye sordu Draco. Harry başıyla onayladı, koltuğunda doğrulup düzgünce oturdu. Harry zaten gayet sakin ve hoşnut görünse de Draco meditasyonunu yönlendirdi.
“Pekâlâ, beşinci sınıf,” diye mırıldanıp kendini hazırladı Draco. Asasını kaldırdı, Harry’nin başını sallamasını bekledi ve büyüyü yapıp kendini Harry’nin kafasına soktu. Harry onu geçen sefer bıraktıkları yere, dördüncü sınıfın en sonuna getirmişti.
Büyük, pasaklı, siyah bir köpek hastane kanadında Harry’nin yatağının yanında nöbet tutuyor.
Molly Weasley ona sımsıkı sarılıyor—bir anne gibi. Harry’nin vücudu bastırdığı hıçkırıklarla sarsılıyor.
“Alın,” diyor Harry kazancını afallamış bir Fred ve George’a uzatırken. “O şaka dükkânını açmak için kullanın. İçimden bir ses yakında hepimizin biraz gülmeye ihtiyacı olacak diyor.”
Harry Privet Drive’da hiç mektup almıyor. Biraz bile olsa haber alabilmek için muggle gazeteleri didik didik arıyor. Terk edilmiş ve dargın hissediyor.
Draco bu anıların öncekilerden biraz daha farklı hissettirdiğini fark etti—biraz daha karanlık, biraz daha sinirli, biraz daha… büyük. Ki tabii ki Harry bu anılarda daha büyük hissedecekti çünkü birazcık daha büyümüştü. Ama Harry nasıl oluyorsa on beş yaşından daha büyük hissediyordu. Draco aramaya devam etti.
Bir çift ruh emici kuzeniyle onu pusuya düşürüyor. Harry’nin başka çaresi yok. “Expecto Patronum!”
“Özür dileriz, Harry ama Dumbledore sana hiçbir şey söylemememiz için söz verdirdi,” diyor Hermione ve Harry yine o keskin terk edilmişliği hissediyor.
“Ama Voldemort’un döndüğünü gören benim, onunla savaşmış olan benim!” diye bağırıyor.
Harry, Onuncu Mahkeme Salonu'ndaki sandalyede oturuyor. Büyüceşûra onu okuldan atmaya kararlı görünüyor. Dumbledore onu renkli desenli bir koltuktan savunuyor ve asla ona bakmıyor. Fudge’ı fazlasıyla rahatsız eden bir şekilde Harry tüm suçlamalardan aklanıyor.
Draco sonunda tüm bu anıların altında yatan hissin aykırılık olduğunu fark etti. Harry herkesle ve her şeyle savaşıyormuş gibi hissediyor—hayatta kalmak için ruh emicilerle savaşıyor, ona hiçbir haber vermedikleri için arkadaşlarıyla savaşıyor, onu Zümrüdüanka Yoldaşlığı’na almadıkları için yetişkinlerle savaşıyor, okula dönebilmek için Büyüceşûra ile savaşıyor, onu görmezden geldiği için Dumbledore ile savaşıyor, ona inanmadıkları için halkla savaşıyor… Draco kendini hazırladı, biliyordu ki Harry muhtemelen uzunca bir süre böyle hissedecekti. Anılar Hogwarts’a döndü, Umbridge’e, Harry’nin sınıfın ortasında ona bağırmasına, ta ki sonunda gümüşi parıltı Draco’nun gözünün kenarında belirene kadar. “Hadi bakalım,” diye fısıldadı Draco parıltıyı yakalarken.
“Benim için cümle yazacaksınız, Bay Potter. ‘Yalan söylememeliyim.’ yazmanızı istiyorum.” Umbridge’in sesi mide bulandırıcı derecede tatlı. Harry bundan nefret ediyor. Önündeki koyu renkli tüy kalemi eline alıyor.
“Kaç kere?” diye soruyor Harry.
“Kaç seferde mesajı… alırsanız.”
Harry onun arkasından gözlerini deviriyor. “Mürekkep vermediniz,” diyor.
“Ah, mürekkebe ihtiyacınız olmayacak,” diye yanıt veriyor, sesinde bir kahkaha gizli. Harry kalemin ucunu parşömene koyuyor ve yazmaya başlıyor.
İlk cümleyi bitirdiğinde acıdan nefesi kesiliyor. Kelimeler parşömende parlak ve kırmızı hâlde belirmiş ve aynı zamanda kendilerini sanki bir neşterle yazılmış gibi Harry'nin sağ elinin tersindeki deriye kazımışlar. Saniyeler sonra kesikler iyileşip deriyi kırmızı ve tahriş olmuş ama pürüzsüz bırakıyorlar.
“Bir sorun mu var?” Umbridge gülümsüyor. Harry şaşırıp kalmış hâlde ona bakıyor.
“Hayır,” diye mırıldanıyor sonunda. “Bir şey yok.”
Harry parşömene bakıyor ve tekrar tekrar yazmaya devam ediyor. Elinin tersinden kan damlıyor.
Anı bittiğinde Draco geri çekilip hemen tahtaya yeni bir nokta koydu ve “Umbridge’in Cezası” yazdı. Saçına dokundu, bacaklarını ovaladı. Kafasını kaldırdığında Harry’nin suratı asıktı ve dalgınlıkla sağ elinin tersindeki yara izlerini ovalıyordu.
Draco yavaş yavaş duvarlarını indirdi, öfke ve tiksinti ve pişmanlığın yavaşça içine sızmasına izin verdi, bu hepsine aynı anda katlanmaktan daha kolaydı.
“Reşit olmadan büyü yaptın diye seni tüm kadronun önünde, Ölüm Yiyen salonunda mı yargıladılar?" diye sordu Draco.
Harry hafifçe gözlerini devirerek başıyla onayladı.
Draco yavaşça başını iki yana salladı. Dürüst düşüncelerini dile getirmemek için çenesini sıktı—mesela Bakanlık ne zaman seni kullanmak veya suçlamak yerine sana yardım etti? gibi.
Draco iç geçirdi ve Harry’nin elindeki ince, pürüzlü yara izlerini gördü. Başıyla onlara doğru işaret etti ve Harry’yle göz teması kurdu. “Bakabilir miyim?”
Harry yavaşça sağ elini kucağından kaldırdı ve önüne uzattı. Draco iki eliyle temkinli bir şekilde tuttu, parmaklarının değdiği sıcaklığı ve gücü ve pürüzlü teni hissetti, sandığından daha yumuşaktı. Harry’nin elinin tersindeki yara izlerini inceledi: Yalan söylememeliyim.
Draco nazikçe başparmağını kabarık çizgilerin üzerinden geçirdi ve ellerinin yan yanayken oluşturdukları karşıtlıktan biraz büyülendi. Draco’nun parmakları uzun ve inceydi, cildi soluk renkli ve yumuşaktı, yalnızca süpürgeden biraz nasırlıydı. Harry’nin parmakları daha kısaydı ama eli daha güçlü, daha sertti. Avucunun derisi elinin geri kalanından birazcık daha açık renkliydi ve Draco’nun ilk başta gördüğünden daha fazla yara izi vardı—her şekilde ve boyutta, kollarının her yerinde ve Draco artık bazılarının hikâyelerini biliyordu. Eli Harry’nin bileğine gitti, parmak uçlarının altındaki hızlanan nabzı, Harry’nin kolundaki seyrek koyu renkli kılları, bronz tenin altında kasılan kası hissetti. Bir sanat eseri, diye düşündü beyni durup dururken ve karnında belli belirsiz bir acı hissetti.
Bu, etkili bir şekilde Draco’yu dalgınlığından çıkardı ve Draco Harry’nin elini fazla çabuk bırakmamaya çalışırken gözlerini kırptı. Yanaklarında hain bir kızarıklık hissedebiliyordu, boynuna kadar iniyordu. Ne gülünç bir düşünce.
“Böyle bir iz kalması için bunu sana epey sık yaptırmış olmalı,” dedi Draco sonunda. Harry başıyla onayladı, eli yeniden kucağındaydı, tuhaf hissederek kıpırdanıyordu. Draco kendi yanakları gibi Harry’ninkilerin de kızardığını gördü ve kendini biraz daha iyi hissetti.
“Sence neden zihnin özellikle o anıyı seçti?”
Draco kendi not defterini ve okuma gözlüğünü aldı, Harry’ye düşünmek ve yazmak, kendine de sakinleşmek için vakit verdi. İçinde bunun birkaç dakika süreceğine dair bir his vardı. Haklıydı—Harry not defterini döndürene kadar kendi notlarıyla birkaç sayfa doldurmuştu ama cevap beklediğinden daha kısaydı.
Artık işler kolay değildi
“Ah,” dedi Draco nefes vererek, zihninde çarklar dönüyordu. Bir süre arkasına yaslandı, gözlüğünü çıkardı, bu bulmacayı çözmeye çalışırken gözlerini kapadı.
“O anda gizli bir irade savaşı dönüyordu, değil mi? Ona seni rahatsız edebildiğini bilme memnuniyetini asla vermeyecektin. Ama aynı zamanda işlerin bundan daha büyük olduğunu da biliyordun… çünkü o Bakanlığın eliydi. Artık sadece sana karşı Voldemort ya da neyin doğru veya adil olup olmadığı gibi basit bir mesele değildi. Yalnızca senden daha büyüktü—savaş politikleşmişti. Bunu mu demeye çalışıyorsun?”
Harry başıyla onayladı ve Draco anladığı için neredeyse gururlu görünüyordu. Harry elindeki kalemi düzeltti ve bir şey daha yazdı.
Ben yalan söylemem
“Bundan şüphe duymuyorum işte,” diye mırıldandı Draco başını iki yana sallayarak. “Ki en başta da bariz bir şekilde yalan söylememiştin. Açıkçası sen başından beri pek yalan söyleyen bir insan değildin,” deyip sırıttı. “Sen acı verici derecede dürüst birisin, Harry. Gryffindor’u seçmiş olman iyi bir şey, Slytherin seni çiğ çiğ yerdi.”
Harry alayla oflayıp yeniden gözlerini devirdi. Draco gülümsedi. Ona takılmak fazla kolaydı.
“Bir taneye daha hazır mısın?” diye sordu asasını kaldırıp. Zihinbend savunmalarını kurmak için bir an durdu—Lucius’un bu yıl görüneceğini biliyordu ve kendi duygusal karmaşasının Harry’nin zaten fazla yoğun olan anılarını lekelemesine izin vermeyi reddediyordu.
Harry derin birkaç nefes alıp doğruldu ve başıyla onaylamadan önce Draco’ya anlamlı bir bakış attı. Draco bunu bir uyarı olarak aldı. “Legilimens.”
Bir rüya ama fazla gerçek—Harry bir yılan, Arthur Weasley’ye saldırıyor. Bağırarak uyanıyor, titriyor ve ter içinde kalmış ve aceleyle Müdür’ün ofisine götürülüyor.
Sirius dekorasyonlarla dolup taşan Grimmauld Meydanı’ndaki evde dolaşırken Noel şarkıları mırıldanıyor. Harry Sirius’u hiç bu kadar mutlu görmemişti.
“Sürekli o kadar sinirliyim ki… ya bende bir şeyler ters gittiyse? Tüm olanlardan sonra… ya kötü oluyorsam?” diye soruyor Harry kelimeleri çıkarmaya çalışırken bocalayarak.
“Dünya iyi insanlar ve Ölüm Yiyenler diye ayrılmış değil, Harry,” diye yanıt veriyor Sirius. “Hepimizin içinde hem ışık hem de karanlık var. Önemli olan hangi kısım üzerinden harekete geçmeyi seçtiğimiz.” Ellerini Harry’nin omuzlarına koyuyor ve dikkatle gözlerine bakıyor ve Harry bu adamı, ailesinden kalan tek kişiyi seviyor. “Sende hiçbir sorun yok, Harry,” diyor Sirius kararlılıkla.
Harry Cho Chang’in onu ökse otunun altında öptüğü bir anıyı izliyor—çaresizce Snape’i kafasından çıkarmaya çalışıyor ve dizinde keskin bir acı hissediyor. Yere düşmüş.
“Bundan daha fazla disipline ihtiyacın olacak,” diyor Snape soğukça.
Draco aramayı sürdürdü. Snape’in Zihinbend dersleri gerçekten de işe yaramazdı—gerçekten Harry’nin sadece “zihni disipline sokma”yı anlayacağını mı düşünmüştü? Harry muhtemelen hiçbir şeyi açık olmayan bir talimatla öğrenmemişti. Fazla kinetik, fazla dokunsaldı—ilk önce görmesi gerekiyordu, yaparak öğreniyordu. Ama Snape yıllarca Harry’ye öğretmenlik yapmış olsa bile umursuyormuş gibi görünmüyordu.
Harry Snape’in ondan sakladığı bir anıyı izliyor. Harry’nin babası bir sınavdan sonra acımasızca Snape’e zorbalık ediyor…can sıkıntısından. Harry dehşete düşüyor—Snape’in bu durumda tam olarak nasıl hissettiğini biliyor ve görünüşe bakılırsa Harry’nin babası Snape’in ona hep dediği kadar küstahmış.
Draco sahada ayaklarını yere vura vura peşinden geliyor, hakaretler tükürüyor. “Ya da belki de senin annenin evinin nasıl leş gibi koktuğunu hatırlıyorsundur ve Weasley’nin domuz ağılı gibi evi sana onu hatırlatıyordur—“ Kin dolu bir şekilde dudak büküyor ve Harry üzerine saldırıyor.
Harry bir sınavın ortasında uyuyakalıyor ve yine fazla gerçek bir rüya deneyimliyor, bu sefer rüyasında Sirius var—Voldemort parlayan cam kürelerle dolu bir salonda ona işkence ediyor.
“Cruciatus dilini çözer,” diye mırıldanıyor Umbridge.
“Pis melezler!” diye ciyaklıyor Umbridge ve at adamlar koşup hiç zorlanmadan onu yakalıyorlar ve alıp götürüyorlar. Onlara bağırıyor.
“Söyle onlara, Potter! Onlara zarar vermek istemediğimi söyle!”
“Özür dilerim, Profesör,” diyor Harry. “Yalan söylememeliyim.”
Anılar daha hızlı gelmeye başlıyorlardı, daha yoğunlardı, daha canlılardı ve Draco bunun özellikle dehşet verici bir şeyin gelmekte olduğu anlamına geldiğini biliyordu. Görüntüler artık kendi kendilerine geçiyorlardı—Harry hepsini net bir şekilde kendisi, Draco’nun yardımı olmadan hatırlıyordu. Draco Zihinbend duvarlarını tuttu, Harry’nin kafasında bir izleyici olarak kalmayı sürdürdü ve o işaret edici parıltıyı aramaya devam etti.
“Harry, bunda senin adın yazıyor,” diyor Ron parıldayan cam kürelerin olduğu bir rafa işaret ederek. Harry tozlu küreyi alıyor, üzerindeki etikette onun adı yazıyor.
Birdenbire Lucius’un ağır ağır konuşan sesi hemen arkalarında beliriyor. “Çok iyi, Potter. Şimdi güzelce ve yavaşça arkanı dön ve onu bana ver.”
“Yani benim gelip almamı mı istedi? Neden?” Harry zaman kazanmak için oyalanıyor. Etrafında arkadaşlarının adrenalinle gerildiklerini hissediyor.
“Çünkü Esrar Dairesi’nden bir kehanet almaya izni olan tek insanlar, Potter, kehanet kendisi hakkında olanlardır.” Lucius’un sesi inanılmaz derecede keyifli çıkıyor.
“ŞİMDİ!” diye bağırıyor Harry ve altı farklı Redaktör laneti kürelerle dolu raflara çarpıyor. Cam parçaları ve raflar üzerlerine yağıyor.
Bir sersemletici zaman döndürücülerin olduğu bir dolaba çarpıyor. Dolap devriliyor, parçalanıyor, yeniden kalkıyor, kendini tamir ediyor, yeniden düşüp parçalanıyor…
Bir Ölüm Yiyen asasıyla Hermione’nin göğsünü mor alevlerle çiziyor. Hermione’nin nefesi kesiliyor ve yere yığılıyor.
Harry koşuyor, çaresizce Ölüm Yiyenleri yaralı arkadaşlarından uzaklaştırmaya çalışıyor.
Neville, Bellatrix’in Cruciatus’unun altında çığlıklar atıyor.
Aniden kapılar açılıyor—Sirius, Remus, Moody, Kingsley ve Tonks odaya dalıyorlar ve kavgaya katılıyorlar.
“Harry, kehaneti al, Neville’i kap ve kaç!” diye bağırıyor Sirius ve Bellatrix’le yüzleşmeye koşuyor.
Dumbledore bir kapı eşiğinde duruyor, asası havada, yüzü beyaz ve öfkeli.
“Hadi ama, bundan daha iyisini yapabilirsin!” Sirius Bellatrix’e gülüyor. Bir sonraki yeşil ışık tam da göğsüne isabet ediyor. Kahkahası yüzünde donakalıyor, gözleri şoktan kocaman—geri doğru, platformdaki taş kemerin pürüzlü perdesinden içeri düşüyor.
“SIRIUS!” diye çığlık atıyor Harry. Remus onu yakalıyor. Çığlık atmayı kesmiyor, Remus’un kollarında debeleniyor.
Draco adrenalinden nefes nefese kalmıştı ve titriyordu—Zihinbend kendi fiziksel tepkilerinden koruyamazdı. Sol elinde onu tutan ve titreyen, sıcak ve güçlü bir şey hissetti ve muhtemelen yine bilinçsizce Harry’nin eline uzandığını anladı. Ama içinden bir ses Harry’nin de buna, gerçek dünyaya bir çapaya ihtiyacı var diyordu. Draco şu an duramazdı—bir sonraki kırıntıyı görmekten çok hissedebiliyordu, çok yakındı, neredeyse oradaydı. İşler bundan çok daha kötü olamazdı, değil mi?
Harry, damarlarında keder ve öfkeyle Bakanlık Avlusu’nda Bellatrix’i kovalıyor.
“Kehanetimi parçaladın mı yani?” diyor Voldemort yumuşak bir sesle. “Hayır, Bella, yalan söylemiyor… Doğrunun değersiz zihninin içinden bana baktığını görüyorum…”
“Bu gece buraya gelmen aptalcaydı, Tom,” diyor Dumbledore sakince. Düellolarının büyüsü Harry’nin tüylerini diken diken ediyor.
Voldemort yok oluyor. Harry hareket etmeye çalışıyor. “Olduğun yerde kal, Harry!” Dumbledore’un sesi korkmuş gibi çıkıyor. Harry nedenini anlamıyor—ve sonra yarası açılıyor.
Hayal bile edebileceğinin ötesinde bir acı. Harry kırmızı gözlü bir yaratığa dolanıp hapis kalmış, o nerede bitiyor ve diğeri nerede başlıyor bilmiyor. Acı sayesinde birbirlerine karışıyorlar.
“Şimdi öldür beni, Dumbledore,” diye konuşuyor yaratık, Harry ağzının oynadığını hissediyor. “Ölüm bir şey değilse çocuğu öldür…”
Harry içten içe ölmek için, acının kesilmesi için yalvarıyor çünkü ölüm buna kıyasla hiçbir şey olmalı… hem yeniden Sirius’u görebilir…
Harry’nin yüreği duygu dolarken yaratığın sarışı gevşiyor, acı geçiyor.
“Dayan, Harry,” diye mırıldandı Draco sesi titreyerek. Ellerinin hâlâ birbirlerini sıkı sıkı tuttuğunu hissedebiliyordu, Harry’nin boğuk nefeslerini duyabiliyordu. “Neredeyse oradayız, harika gidiyorsun, işte orada—” gümüşi parıltıyı tuttu, ufak anılardan oluşan bir grup daha, yasla lekelenmişler ve bulanıklar.
Harry Müdür’ün ofisinde, içi daha önce hiç hissetmediği bir öfke ve kederle dolu. Eline alabildiği her şeyi mahvediyor, masasının arkasında sakince oturan Dumbledore’a bağırıyor. Kapıya koşuyor ama kapı açılmıyor.
“Bırakın çıkayım,” diyor Harry soğukça, nefes nefese.
“Ben diyeceğimi diyene kadar olmaz,” diyor Dumbledore.
…
Sybill Trelawney’nin figürü Düşünseli’nin üzerinde havada duruyor.
“Karanlık Lord’u alt edecek güce sahip olan geliyor… Ona üç kez karşı çıkmış olanlardan, yedinci ay ölürken doğacak… ve Karanlık Lord bu erkek çocuğu kendi dengi olarak işaretleyecek ama o, Karanlık Lord’un bilmediği bir güce sahip olacak… ve ikisinden biri diğerinin elinde ölecek, çünkü diğeri varlığını sürdürürken ikisi de yaşayamaz…” Sesi sert ve boğuk.
…
Harry zor nefes alıyor. “Kastettiği—ben miyim?”
“Tuhaf olan şu ki Harry, hiç de seni kastetmemiş de olabilir. Sybill’in kehaneti iki çocuğa uyabilirdi, ikisi de o yıl temmuz ayının sonunda doğmuştu, ikisinin de Zümrüdüanka Yoldaşlığı'nda ebeveynleri vardı, ikisinin de ebeveynleri Voldemort’tan üç defa kıl payıyla kurtulmuştu. Biri tabii ki sendin. Diğeriyse Neville Longbottom’dı.”
“O zaman—ben olmayabilir miyim?”
“Korkarım sen olduğuna dair şüphe yok.” Dumbledore acı çekiyormuş gibi görünüyor.
“Ama dediniz ki—”
“Kehanetin devamını unutuyorsun, Voldemort’u alt edebilecek olan çocuğu belirleyen son özellik… Voldemort’un kendisi ‘onu dengi olarak işaretleyecek’ti. Ve öyle de yaptı, Harry. Seni seçti, Neville’i değil. Hem lütuf hem lanet olan o yara izini sana verdi.”
…
“’Karanlık Lord’un bilmediği güce’ sahip olacağını bilmiyordu—”
“Ama sahip değilim!” diyor Harry boğuk bir sesle. “Bende onda olmayan hiçbir güç yok, onun bu gece savaştığı gibi savaşamam, insanların içine giremem veya—veya onları öldüremem—”
“Esrar Dairesi’nde bir oda var,” diye araya giriyor Dumbeldore, “daima kilitli tutulan bir oda. İçinde ölümden aynı anda hem daha müthiş hem de daha berbat bir güç barındırıyor… Sende fazlasıyla bulunan ve Voldemort’ta hiç olmayan şey bu odada tutulan güç. Bu güç aynı zamanda seni Voldemort’un etkisinden kurtardı çünkü tiksindiği o güçle dolu bir vücutta barınmaya katlanamadı. İşin sonunda senin zihnini kapayamaman önemli olmadı. Seni kurtaran kalbin oldu.”
Harry gözlerini kapıyor, kederle ve suçlulukla ve pişmanlıkla dolu. Yine Sirius’u düşünmek zorunda kalacağı anı geçiştirmek için Harry soruyor, “Kehanetin sonu… diyordu ki ‘diğeri varlığını sürdürürken…’”
“…ikisi de yaşayamaz,” diye tamamlıyor Dumbledore.
“Yani bu… bu sonunda birimizin diğerini öldürmek zorunda olduğu anlamına mı geliyor?”
“Evet,” diyor Dumbledore. Harry; uzun, gümüş sakalına bir damla yaş damladığını görüyor.
Parıltı yok olurken Draco’nun nefesi kesildi ve hemen Harry’nin kafasından çıktı. İkisi de ağırlıkla çöktüler, zor nefes alıyorlardı. Draco sanki Kanal’ı yüzmüş gibi hissediyordu. Şu an Harry’nin yalnızca daha kötü hissediyor olacağını biliyordu. Harry’nin elini sıkı sıkı tuttu.
Draco asasını sehpaya bıraktı ve boş kalan eliyle bacaklarını ovaladı, sol kolundaki İz’i hissetti, yakasının içindeki yara izine dokundu. Kendi nefesinin ciğerlerine girip çıktığını, kendi adrenalinin yavaşça vücudundan akıp gittiğini ve geride soğuk terler bıraktığını hissetti. Zihinbend bariyerleri yavaşça indi—yine de çok fazla şey hissetti.
Harry onu izliyordu ve Draco keder ve pişmanlığı yüzünde, yanaklarındaki gözyaşı izlerinde çok net görebiliyordu. Uzanıp Harry’nin yüzünü ellerinin arasına almayı, onu göğsüne bastırmayı, onu bu acıdan korumayı her şeyden çok istiyordu—Draco’nun tekrar yüzeye sürüklediği ve Harry’ye sil baştan yeniden hissettirdiği acıdan. Draco kendi kendine uzanmasın diye sağ elini kendi bacağına kenetledi.
Draco Harry’nin tüm acısını ikinci elden hissetmek zorunda kalmanın Harry’ye tekrar bunları yaşatmasına uygun bir ceza olduğunu düşünüyordu. Kendi duyguları Harry’den emdikleriyle karışmıştı ve hangi acının kendisinin olduğunu ayırt edemiyordu—yanaklarında bir ıslaklık hissetti ve bu ne zaman olmuştu?
“Harry,” dedi Draco çünkü başka ne diyeceğini bilmiyordu ama Harry’yi şu ana geri getirmek, acısını hafifletmek için bir şey demek zorundaydı. Harry titrek bir nefes verdi, hâlâ sağ eliyle Draco’nun parmaklarını sıkı sıkı tutuyordu, gözleri dikkatle Draco’nun yüzünü inceliyordu. Sol eli kot pantolonunun arka cebine uzandı, ipek bir mendil çıkardı ve Draco’ya uzattı.
Draco mendili aldı ve anında kendisinin olduğunu fark etti—o ilk günde St. Mungo’s’ta Harry’ye verdiği mendil. Zayıfça güldü.
“Senin de buna ihtiyacın var, biliyorsun,” diye mırıldandı Draco ama yine de yüzünü sildi. Harry gözlerini kırpıştırdı, boş elini yüzüne götürdü ve oradaki ıslaklığı hissetti. Buna şaşırmış görünüyordu—Draco bu hissi biliyordu. Mendili Harry’ye geri verdi ve o da kendi yüzünü silip garip hissederek Draco’ya geri vermeye çalıştı. Draco’nun dudakları sessiz bir eğlenmişlikle titreşti.
“Sende kalsın, Harry,” dedi Draco. “O senin.”
Ve böylece Draco sonunda gerçekliğe döndüğünü hissetti. Tutuşan ellerine baktı. Harry de baktı—yüzünde meraklı bir ifade vardı. Draco dikkatlice elini çekti, kendi kucağına bıraktı. Parmaklarında, Harry’nin elinin sımsıkı kavramasından kalan belli belirsiz kırmızı izleri hafifçe ovaladı.
Draco yeniden asasını eline alıp tahtaya doğrulttu. Sıranın sonuna yeni bir nokta daha koydu ve “Kehaneti Duymak” yazdı.
“Bu gayet kendini açıklıyordu—böyle bir acı ve keder seni geri dönülemez şekilde değiştirmiş olmalı ve sen de sonunda aradığın cevabı buldun, Voldemort’un hedefi olmak zorunda olan kişinin neden sen olduğunun cevabını… sana devam edebileceğin yalnızca tek bir yol sundu, amansız da bir yol…” Draco cümlesini devam ettirmedi, tekrar Harry’ye dönerken kendi kendine somurttu.
“Ekleyecek bir şeyin var mı?” diye sordu Draco ve Harry bir an düşünüp yanıt olarak başını iki yana salladı. Draco tekrar tahtadaki ilerlemelerine baktı.
“On üç,” diye mırıldandı Draco. “Şimdiye kadar on üç ekmek kırıntısı bulduk. Fena değil.”
Harry derin bir nefes aldı, kendini sarstı. Not defterini açıp kalemini eline aldı.
Kaç tane kaldı?
“Açıkçası bilmiyorum,” diye yanıt verdi Draco. “Şimdi Savaş’ı atlatmamız gerektiğini biliyorum ve muhtemelen sonraki iki senede birkaç tane olacaktır. Ama o zamandan beri neler yaptığını pek bilmiyorum—yalnızca gazetelerde gördüklerimi biliyorum. Son birkaç yılda çok daha az kırıntı olacağını tahmin edebilirim çünkü kişiliği oluşturan anıların çoğu genellikle tam yetişkinlikten önce gerçekleşir ve zihnin yalnızca gerçekten seni bir birey olarak şekillendiren anıları hedef almış.”
Harry yüzünü buruşturup somurttu ve Draco yanıtının hangi kısmının en tatsız yer olduğunu bilemedi. Savaş anıları mı? Sonrakiler mi? Önlerindeki işin miktarı mı?
“İlerlememiz zihninde bir çeşit yol ortaya çıkardı mı diye basit bir zihin-görüntüleme yapayım—belki ne kadar yolumuz kaldığını görebilirim,” diye teklif etti Draco. “Ama şimdi değil. Dinlenmen gerek, ikimizin de dinlenmesi gerek. Az önce ülkeyi boydan boya koşmuşsun gibi hissediyor olmalısın,” dedi ve Harry oflayıp başıyla onayladı.
Draco yavaşça ayağa kalktı. Vücudundaki her kas gergin ve yorgundu—bugün uçabilmelerine olanak yoktu ama biraz hava alsalar iyi geleceğini ve ikisinin de bir mutluluk dozuna ihtiyacı olduğunu biliyordu. Aklında bir fikir şekillenmeye başladı.
Draco Harry’nin önünden çalışma odasından çıkıp doğruca mutfağa gitti, Timsy yemek pişiriyor ve kendi kendine detone bir şekilde mırıldanıyordu. İnanılmaz ve—Draco heyecanla sırıttı—lüks bir koku vardı. İki su bardağı çağırdı ve buz gibi soğuk, limonlu aguamenti tılsımıyla doldurdu. Harry minnettarlıkla bir bardak aldı ve masada Draco’nun karşısına oturdu.
Timsy’nin servis ettiği yemek Draco’nun sandığı gibi pahalı ve Fransız bir şey değildi: yalnızca ekşi çedar peynirli basit bir tost ve bir kâse kremalı domates çorbasıydı. Draco gülümsedi—yalnızca Timsy bu kadar basit bir şeyi bu kadar gösterişli hissettirebilirdi.
Sessizce sıcak, rahatlatıcı yemeklerini yiyip tadını çıkardılar.
“Benimle yürüyüşe çıkmak ister misin?” diye sordu Draco yemeklerini bitirdiklerinde Harry ayağa kalkarken. Harry yüzünde ufak, yorgun bir gülümsemeyle başıyla onayladı.
Dışarı bakınca Draco yerde kalın bir sis tabakası gördü. Muhtemelen hava serindi. Somurtarak düşündü. "Timsy," diye seslendi.
Timsy sessiz bir pop ile yanında belirdi. “Evet, Draco Efendi?”
“Şeyin nerede olduğunu biliyor musun—şu şeyli gömleğin…” Draco cümlesini devam ettiremedi, Pansy’nin geçen sene ona aldırdığı, bu hava için mükemmel olacağını bildiği o muggle kıyafeti tarif edecek terminolojiden emin olamayıp ellerini sallayarak ifade etmeye çalıştı. Daha düşüncesini tamamlamaya çalışamadan Timsy buharlaştı ve bir saniye sonra elinde o ceket-gömlekle yeniden belirdi. Koyu lacivert ketendi, geniş cepleri ve keskin bir yakası vardı, kuzu derisiyle işlenmişti. Lüks erkek giyim mağazasındaki muggle buna “gündelik iş gömket”i demişti ama Draco bunun kulağa pis bir şey gibi geldiğini düşünüyor ve sesli söylemeyi reddediyordu.
“Teşekkür ederim, Timsy,” dedi Draco giyerken sevgi dolu bir şekilde, ceketin sıcaklığının tadını çıkardı. Cin kendi kendine “Efendi’nin çok fazla kıyafeti var, asla neyin nerede olduğunu bilmiyor, asla öğrenmiyor, tüm evi dolduruyor…” gibi şeyler mırıldanarak uzaklaştı.
Draco Harry’ye döndü, o da beklerken kendi deri ceketini çağırmıştı. Etkileşimi eğlenmiş gözlerle izliyordu. Draco başıyla arka bahçeyi işaret etti ve önden dışarı çıktı, bahçeyi geçip evinin etrafındaki eski ormana giden ufak patikaya girdi.
“Bir arkadaşımla tanışmak ister misin?” diye sordu Draco.
Harry anında şaşırdı ve gardını aldı. Draco sırıttı ve düzeltti, “İnsan değil.”
Harry bir an düşündü, ne olur ne olmaz diye asasının cebinde güvende olduğunu kontrol etti, sonra omuz silkti. Draco gülümsedi. “Hadi o zaman.”
Draco onu dar patikadan ormanın derinliklerine götürdü. Sisten dolayı her yönü yalnızca birkaç metre ötesine kadar görebiliyorlardı ama Draco yolu çok iyi biliyordu ve patikayı da takip etmesi kolaydı. Eğri büğrü, parçalanmış köklerin ve ufak, fokurdayan bir çayın üzerinden yürümeye devam ettiler. Yerdeki bulutlar ürkütücü bir his veriyordu, ağaç altında biten cılız çalılıktaki parlak yeşil çimenlerin üzerinde yuvarlanıyorlardı, her adımla serin gri pustan çarpık, yosun kaplı ağaçların gövdeleri çıkıyordu.
Kısa zaman içinde Draco “buluşma noktası” olarak düşündüğü kalın, eğik ağacı gördü ve ıslıkla ufak bir melodi çalmaya başladı. Celestina Warbeck’in Lanet Kırıcı’sıydı ve bu biraz utanç vericiydi ama bunu ilk yaptıklarında aklına gelen ilk şey o olmuştu ve şimdi değiştiremezdi. Harry temkinli bir şekilde eğlenmiş hâlde kaşlarını kaldırdı.
Fazla zaman geçmeden Draco dikkatli toynakların yumuşak tıkırtısını duydu ve Hera’nın yüzü yakındaki bir ağacın arkasından, sis yüzünden silüet hâlinde belirdi. Maral, Draco’nun yanında bir yabancıyı görmüş olduğundan temkinli görünüyordu ki bu anlaşılabilirdi. Daha önce hiç yanında birini getirmemişti. Harry’yi neden getirdiğinden bile emin değildi. Muhteşem şekilde sıcak gömlek-ceketinin cebine uzandı, bir an genişletilmiş derinliklerini aradı ve sonra koruma tılsımlarının altında yeni ve iyi durumda duran iki havuç çıkardı. Timsy nereye gideceğini bilmiş olmalıydı. Hera kulaklarını dikti ve yavaşça onlara doğru gelmeye başladı.
“Bu, Hera,” diye açıkladı Draco gözlerini ondan ayırmayarak. “Havuçları ve kulaklarının arkasının nazikçe kaşınmasını seviyor.” Draco sevgi dolu bir gülümsemeyle ona havucu verdi ve kulağını kaşımayı gösterdi. Hera eline yaslandı.
Harry’ye bir baktı, ona gülmesini veya sessizce alay etmesini bekliyordu ama Harry yalnızca hoşnut bir gülümseme ve üzgün gözlerle izliyordu.
“Gerçekten, terbiyen nerede kaldı? Hanımefendiye bir havuç versene!” diye takıldı Draco ikinci havucu Harry’ye uzatıp. Hera havucu burnuyla takip etti. Harry sırıttı, havucu aldı ve hevesli Hera’ya uzattı, iki taraf da tüm temkinliliklerini unutmuştu. Harry kulaklarının arkasını kaşımayı denemek için yavaşça diğer elini kaldırdı ve Hera ona yaslandığında inanamaz bir neşeyle neredeyse gülecekti. Draco Harry’nin en son ne zaman bir hayvanla etkileşim kurduğunu merak etti—en azından baykuş olmayan bir hayvanla. Baykuş demişken…
Draco yukarı baktı ve evet, Draco’nun ıslığının onu bekleyen atıştırmalıklar olduğu haberini vermesiyle kartal baykuşu Bubo birkaç metre üzerlerinde bir dalda sessizce belirmişti. Bubo onları izliyordu, her zamanki gibi sabırla sırasını bekliyordu. Sabırlı bir kuştu ama Draco’nun Hera’yı besledikten sonra yukarı bakmayı unuttuğu tek seferde Bubo bariz bir şekilde öfkelenip aşağı dalmış ve şiddetle omzuna konmuştu. Hâlâ yara izleri duruyordu. Draco bir daha asla unutmadı.
Kolunu kaldırdı ve Bubo zarafetle aşağı inip kondu. Harry şaşkınlıkla başını kaldırıp baktı. “Bu, Bubo,” diye tanıştırdı Draco genişletilmiş cebinde baykuş maması kesesini ararken. “Kafasına estiğinde posta teslimatı yapıyor ki bu çok sık olmuyor. Vaktinin çoğunu burada geçiriyor.” Draco keseyi açıp baykuşa uzattı ve baykuş sessiz, minnettar bir şekilde ötüp gagasıyla keseyi karıştırmaya başladı.
Harry hâlâ dalgınlıkla Hera’yı severken yine yüzünde üzgün bir gülümsemeyle izliyordu. Draco muhtemelen kendi kar baykuşunu hatırladığını düşündü—o güzel kuşa ne olduğunu merak etti ama sormamaya karar verdi. Büyük ihtimalle yakın zamanda Harry’nin kafasının içinde öğrenirdi.
Harry gözlerine baktı ve dudakları titreşti. Anlaşılır bir şekilde dudaklarını oynatarak Draco’ya Bubo mu? dedi.
Draco utanmış bir şekilde sırıttı. “Evet, Bubo. Ona verecek isim bulamıyordum, o yüzden kartal baykuşlar hakkında elimden geldiğince araştırma yaptım—kartal baykuşların taksonomik adı Bubo Bubo’ymuş ve bu bana fazlasıyla komik geldi. O yüzden, Bubo.”
Harry buna güldü. Bubo ziyafetini bitirdi, bir kez öttü ve tekrar dalına uçtu. Hera bir havuç daha almayı umarak büyük, koyu renk gözlerle tekrar ona baktı ama iki boş elini kaldırıp gösterdiğinde Hera ofladı ve önceden ne yapıyorsa ona dönmek için yanından geçip gitti. Geçerken Draco sırtına hafifçe dokundu.
Draco Harry’ye sırıttı ve elleri gömlek-ceketinin cebinde eve geri yürümeye başladı. Harry de patikada yanında yürüdü, patika dar olduğundan dirsekleri birbirine değip durdu.
Draco ara ara gizlice ona baktı ve her seferinde Harry’nin gözleri önündeki yerdeydi, düşüncelere dalmıştı, o ufak, memnun gülümseme yüzünde kalmıştı. Ağır, yuvarlanan sisin arasında etraftaki en parlak şeydi.
***
Çalışma odasına geri döndüklerinde Draco proaktif olmaya ve çalışmaya hazırlanmak için sıcak çikolata istemeye karar verdi. Altıncı sınıf onun için bok gibi geçmişti ve muhtemelen Harry için de öyle olduğunu biliyordu. Muhtemelen ekstra konfora ihtiyaçları olacaktı.
Draco tahtaya işaret etti. “Sorun olmazsa şimdi zihin-görüntülemeyi yapacağım,” diye açıkladı, “ama ben oradayken senin şimdiye kadar gördüğümüz tüm ekmek kırıntılarını düşünmeni istiyorum ve evet, biliyorum, çok fazla var. Ama sen onlara odaklanırken kendilerini gösterebilirler ve bu benim bir desen görmeme yardımcı olabilir.”
Harry kocaman gözlerle tahtaya baktı, belli ki kendi anıları olsalar bile her kırıntıyı ezberleme görevi gözünü korkutmuştu. Draco asasını elinde çevirdi ve bekledi, soluk renkli odun parmaklarının altında pürüzsüzdü. Bir süre sonra Harry ona döndü, ellerini kucağında kavuşturdu ve bir kez başını yukarı aşağı salladı. Draco asasını kaldırdı.
“Liceat mihi ingressum.” Draco’nun görüşü Harry’nin kafasına düştü, orada Harry’nin zihninin dışında bir yerde var oluyordu ve Harry’yi oluşturan kıvrılan, parlayan, altın rengi ve kırmızı ve yeşil düşünce ve büyü ağını bir kez daha görüyordu. Kat kat yanardöner saf enerji ve duygu teli Draco’nun gözlerinin önünde değişiyor ve dönüyor ve büyüyor, görüşünü dolduruyordu. Harry’nin de özünün nasıl tamamıyla huşu uyandırıcı olduğunu görebilmesini dilerdi. Draco memnun bir şekilde iç geçirdi, hafif melas turtası ve gök gürültülü fırtına kokusunun tadını çıkardı.
O izlerken Harry her kırıntıya odaklanma görevine başladı ve Draco ağın içinde minik gümüş ışıkların yanıp söndüğünü gördü. Bütüne odaklandı; görüntüyü ezberlemeye, büyük resimde bir desen görmeye çalıştı. Harry’nin ekmek kırıntıları aralıklı olarak yanıp söndüler.
Draco büyüyü bitirdi, görüşü Harry’nin yüzüne döndü. Ayağa kalktı ve hemen tahtaya gitti, en yakın tebeşiri çağırdı.
Tahta hâlâ Draco’nun normalde kitap raflarının bulunduğu duvarının büyük bir kısmını kaplıyordu. Draco’nun zayıf Kim? ve Neden? notları sol üst köşede ufak bir yerdeydiler ve onun yanında saldırganın lanetinin sözleri vardı. Ama onların altında Draco ekmek kırıntılarının bir haritasını çizmeye başlamıştı; tek bir çizgiyle birleşen, uzun, sıra sıra açıklamalı noktalar. Hâlâ altında kayda değer büyüklükte bir boşluk vardı, neredeyse tahtanın alt yarısı kadar, Draco da tebeşirinin ucunu oraya koydu. Duvarın önünde tek dizinin üzerine çöküp parlayan karman çorman noktaların hafızadan elinden geldiğince doğru bir kopyasını çıkardı.
Ayağa kalkıp geri çekildi, yeniden büyük resme baktı ama tepe kısmında daha yoğun ve birbirlerine yakın, aşağılarda biraz daha seyrek ve aralıklı olmaları dışında hâlâ tamamen rastgele görünüyorlardı.
Harry yanına geldi—Draco irkildi, hareket ettiğini bile duymamıştı—ve karmakarışık on üç beyaz tebeşir noktasına somurtarak baktı, kaşları dikkatini vermesiyle çatılmıştı. Draco kendisi bir desen fark etti mi diye merak ederek onu izledi. Sonuçta bu onun kendi zihniydi. Ama Harry de Draco kadar kafası karışmış görünüyordu, sinir olarak elini darmadağın saçlarından geçirdi, alnından geriye itti—
Draco dönüp bir daha baktı ve başı anında tahtaya geri döndü—olamazdı. Cidden mi?
“Of, hadi ama,” deyip başını iki yana salladı Draco, dudakları eğlenmek ve inanamamaktan titreşti. Bir kez daha Harry’nin alnına baktı—Harry şimdi daha da kafası karışmış görünüyordu. Draco diz çöktü ve tahtadaki noktaları bir takımyıldız gibi birleştirmeye başladı, bu deseni gerçekten görmüş olması gerekiyordu çünkü onu çok iyi biliyordu.
Çizgiler zikzaklıydı—tepeden aşağı bir yol, biraz yatay bir şekilde sağa, tekrar kısaca sola ve ikinci kere sağa, sağa giden aşağıdaki yol birazcık daha uzun, daha dışarı, orta yol daha kalın, daha yamuk, aşağı iniyor…
Harry şimşek yara izinin üst yarısını tanıdığında ofladı ve Draco gülmeye başladı.
“Merlin, Harry, bilinçaltında bile bir Yaralıkafa’sın,” diye takıldı. “Hiç ara vermiyor musun?”
Harry ona gözlerini devirdi, dudaklarının kenarları yukarı doğru titreşiyordu.
“Şimdi bunu anlamıyorum işte,” dedi Draco, Harry’nin karşısında durmak için tamamen ayağa kalkarken kahkahası söndü. “Bu lanet—ya da emir—kelimesi kelimesine düşünürsek biri senin Büyücü Dünyası’na olduğun kişiyi değil gerçekten kim olduğunu bilene kadar sessiz kalmanı amaçlıyordu. Yara izin—senin ayrılmaz bir parçan ama aynı zamanda halkın en belirgin şekilde gördüğü parçan da. Bu yara izi Sağ Kalan Çocuk’un, Seçilmiş Kişi’nin, Kurtarıcı'nın sembolü oldu. Ama zihnin bu ekmek kırıntılarını belirgin bir şekilde, görünüşe bakılırsa senin, Harry’nin, olduğu kişiden ayrı olması gereken bu sembolü çizecek şekilde düzenlemiş…”
Harry Draco’nun kendi kendine bunu çözmeye çalışmasını izledi, kollarını göğsünde kavuşturmuştu. Bir şey bekliyor gibi görünüyordu.
“…ama yara izi onların olmadan önce senindi,” diye mırıldandı Draco somurtarak, parçalar kendi zihninde yerlerine oturuyorlardı. “Ve Sağ Kalan Çocuk’un, sonra Seçilmiş Kişi’nin, sonra Kurtarıcı’nın sembolü olduğunda… sen yine de her seferinde görevi üzerine aldın, buna zorlanmış olduğunda bile. Çünkü almak zorundaydın—bu senin kişiliğin, hep olduğun kişi. Seçilmiş Kişi ve Kurtarıcı sensin, tıpkı on bir yaşında Felsefe Taşı’nın koruyucusu olduğun gibi. O rolü almak, yara izini ve temsil ettiği her şeyi sahiplenmek zorundaydın çünkü başka kimse yapmayacaktı…”
Harry kaygılı ve etkilenmiş arasında kalmış görünüyordu, gözlüğünün yuvarlak çerçevesinin arkasından kocaman gözlerle Draco’ya bakıyordu. Draco’nun gözleri onun yüzünden ayrılmıyordu, izliyor ve bir inkâr, bir tartışma bile umuyordu. Niyeyse Harry’nin bir kahraman rolüne ne kadar derinen gömülü olduğunu onaylamak iyi hissettirmiyordu—evet, yapmak zorunda olduğunu hissetmişti ama gerçekten istemiş miydi?
Harry hiçbir şey söylemedi tabii ki, başını bir santim bile oynatmadı, gözlerini Draco’nunkilerden ayırmadı—bu kadar yemyeşil, bu kadar bu kadar yemyeşil, bu kadar yoğun, ifade edemediği kelimelerle dolup taşmak üzere. Draco bir süre sonra boğazını temizledi ve tekrar tahtaya baktı.
“Eh, yarıdan biraz fazlası tamamlanmış ve bunun daha üçüncü hafta olduğunu düşünürsek bu harika bir ilerleme,” diye gözlemde bulundu Draco modu değiştirerek. Tebeşirini bıraktı ve berjerlere geri döndü.
“Hâlâ yorgun olabilirsin, o yüzden düşüncelerini o kadar iyi kontrol edemezsen sorun değil. Kendini fazla zorlama,” dedi Draco, gözleri kapalıydı, elleri dizlerindeydi, derin nefesler alıyordu. Harry’nin aynı şeyi yapıyor olduğunu görmeye de Harry’nin Draco’nun önsözünü başıyla onaylamasını görmeye de ihtiyacı yoktu.
Draco onları öncekinden çok daha uzun süre meditasyonda tuttu—bu ona Zihinbend bariyerlerini yine güçlendirmesi ve kendini göreceğini bildiği şeye hazırlaması için zaman tanıdı.
Gözlerini açıp Harry’yle göz göze geldiğinde Harry’nin yüz ifadesinin gergin ama kabullenmiş olduğunu gördü. Muhtemelen en fazla bu kadar olacaktı. Asasını incelikle tutarak kaldırdı ve Harry’nin başına doğrulttu. “Legilimens.”
“Draco, Draco, sen katil değilsin.” Dumbledore gülümsüyor.
Draco nefesinin kesildiğini duydu, engel olamayacağı bir fiziksel tepkiydi. Bu doğru sırada değildi—Harry gerçekten de anıları kronolojik sırayla gösteremeyecek kadar yorgundu. Draco hemen ipleri eline aldı; onları beşinci sınıfın sonuna, kaldıkları yere geri götürdü. Draco kontrolde olunca anılar etkili ve kronolojik bir şekilde göründüler, bu en azından Draco’ya, Harry’yle paylaştığı anılarda travmatik bir şey görmeden önce bir uyarı verirdi.
“Profesör Slughorn seni toplamaya çalışacak, Harry,” diyor Dumbledore.
Harry, Borgin ve Burke’s’te gizlice Draco’yu gözetliyor. “Neden dükkâna getirmiyorsun?” diye soruyor Borgin.
“Getiremem,” diyor Draco. “Olduğu yerde kalmalı. Sadece nasıl tamir edeceğimi söylemen gerek.”
Draco sertçe Harry’nin yüzünü tekmeleyip burnunu kırıyor.
“Bu, babamdan. Londra’ya iyi yolculuklar.” Görünmezlik Pelerini’ni Harry’nin donmuş vücudunun üzerine atıyor.
Merlin aşkına, Draco kendi tecrübesinden muhtemelen öyle olmayacağını bilse de yine de Harry’nin bu sene başka bir şeye odaklanmış olmasını ummuştu. İnsanın kendinin en kötü hâlini başkasının gözlerinden görmeye hazırlanmasının gerçekten hiçbir yolu yoktu. Meditasyon ve Zihinbend ancak bir yere kadar yardım edebilirdi.
İksir ders kitabının kapağının içinde dar bir el yazısıyla ‘Bu kitap Melez Prens’in malıdır,’ yazıyor.
Harry ve Dumbledore Düşünseli’nde bir başkasının anılarını izliyorlar.
Katie Bell yerden 2 metre yüksekte havada asılı duruyor, çığlık atıyor. Büyük bir patırtıyla yere düşüyor ve hareket etmiyor.
“Malfoy yaptı,” diyor Harry ve arkadaşları iç geçirip ondan biraz uzaklaşıyorlar. Profesörler şok olmuş hâlde ona bakıyorlar. Kimse ona inanmıyor.
Draco sol elinin kucağında titrediğini hissedebiliyordu ama devam etti.
Gryffindor yatakhanesinde Harry’nin yatağında, Çapulcu Haritası’nda Draco’nun ayak izlerinin yedinci kat koridorlarında ileri geri yürümesini izliyor. Ayak izleri birden dönüyor ve yok oluyorlar ve Harry küfrediyor.
“Yani ‘Seçilmiş Kişi’ değil misin?” diye soruyor Scrimgeour.
“Her türlü önemli olmadığını söylediniz sanıyordum?” diyor Harry iğneleyici bir gülüşle. “Sizin için, en azından.”
“Öyle dememeliydim,” diyor Scrimgeour hemen. “Patavatsızcaydı—”
“Hayır, dürüstçeydi,” diye lafını kesiyor Harry. “Bana söylediğiniz en dürüst şeylerden biriydi. Yaşamam ya da ölmem umurunuzda değil ama herkesi Voldemort’a karşı olan savaşı kazanıyor olduğunuza ikna etmenize yardım etmem umurunuzda. Unutmadım, Sayın Bakan…” sağ yumruğunu kaldırıp Umbridge’in kendi derisine kazıttığı yara izlerini gösteriyor: Yalan söylememeliyim.
Ron yerde, titriyor ve ağzı köpürüyor. Harry boğazına zorla bezir sokuyor ve Ron hareket etmeyi kesiyor.
Draco dağ kadar pişmanlıklarını ve suçluluğunu ve korkusunu Zihinbend bariyerlerinin arkasına yığıyordu. Gerçekten bu yılı atlayabilmeyi dilerdi.
Harry Büyük Salon’da yine Draco’ya bakıyor. Draco hasta, cansız görünüyor. “Takıntı yaptın, Harry,” deyip iç geçiriyor Ron.
“Yedi mi?” Anı-Slughron dehşete düşmüş. “Merlin’in sakalı, Tom, bir kişiyi öldürme fikri bile yeterince kötü ama ruhu yedi parçaya bölmek…”
“Yani sizce başarılı mı oldu, efendim?” diye soruyor Harry. “Bir Hortkuluk mu yaptı? Ve o yüzden mi bana saldırdığında ölmedi? Ruhunun bir kısmı güvende diye?”
“Bir kısmı… veya daha fazla,” diyor Dumbledore.
“Bunu anlaman önemli!” diyor Dumbledore sinir içerisinde, ayağa kalkıyor ve ofisinde uzun adımlarla dolaşıyor. “Seni öldürmeye yeltenerek Voldemort şu an önümde oturan olağanüstü kişiyi seçip ayırdı ve ona bu iş için gerekli aletleri verdi! …ve yine de, Harry, Voldemort’un dünyasına olan ayrıcalıklı kavrayışına rağmen Karanlık Sanatlar asla aklını çelmedi; asla, bir saniyeliğine bile, Voldemort’un takipçilerinden biri olmak için en ufak isteği bile göstermedin!"
"Tabii ki göstermedim!" diyor Harry kızgınlıkla. “Anne babamı öldürdü o!”
“Kısacası sevebilme yeteneğin tarafından korunuyorsun!”
“Görüyorum,” diye duyurdu Draco, görüş açısının kenarındaki o işaretçi parıltıyla gidecekleri yeri görmüş olduğuna minnettardı. Asasından biraz daha büyü geçirdi, sağ elini sabit durmaya zorladı. “Hadi bakalım—”
Ama yakalamaya çalıştığında sert, elle tutulamaz bir itme hissetti. Gümüşi parıltı yok oldu ve anılar etrafında rastgele, neredeyse çaresizce dolanıp yönünü şaşırttılar. Draco kendi kendine küfretti. “Kaybettim,” diye homurdandı. “Bekle, bulacağım…”
Ama anılarda ileriye itildi, güçlü bir akıntı tarafından sürükleniyormuş gibi hissediyordu. Artık Harry’nin canını yakmadan onları yakalayamıyordu ve bu sinir bozucu zihinsel nehirde taşınmayı kabullenmek zorunda kaldı.
Ginny ona doğru koşuyor, gözleri alevli. Harry onu kollarında yakalayıp sessizce öpüyor.
Karanlık bir mağaranın ortasındalar, etrafları suyla çevrili, Harry Dumbledore’u iksirin sonunu içmeye zorluyor. “Su,” diye yalvarıyor Dumbledore, bilincini kaybetti kaybedecek. Harry aguamenti yapmayı deniyor ama kadehte durmuyor—başka çaresi yok. Suyun kenarına gidiyor ve kadehi batırıyor. Soğuk, sümük gibi eller sudan fırlayıp bileğini yakalıyor ve birden su Inferi kaynıyor.
Draco’nun asa tutan eli çok fena titriyor. Harry hâlâ Dumbledore’un vücut bağıyla Görünmezlik Pelerini’nin altında donakalmış hâlde.
“Hayır, Draco,” diyor Dumbledore sessizce. “Şu an önemli olan benim merhametim, senin değil.”
Draco’nun yüzü dehşet dolu. Asasını birazcık indiriyor—
Ve birden kapı açılıyor, dört Ölüm Yiyen onu yollarından çekiyorlar.
“Avada Kedavra!” Snape’in asasından çıkan yeşil ışık Dumbledore’un göğsüne isabet ediyor ve Dumbledore korkulukların üzerinden düşüp gözden kayboluyor.
“Tamam, bir tane daha görüyorum,” diye gözlemde bulundu Draco. Bu sefer kırıntının gümüşi parıltısını yakalamakta ve önünde oynamaya zorlamakta hiç sorun yaşamadı:
Harry, Dumbledore’un kırılmış cesedinin yanında diz çökmüş. Toplaşan kalabalık etrafında mırıldanıyor ve ağlaşıyor. Dizinin altında sert bir şey hissediyor ve almak için o kadar zorluktan geçtikleri madalyonu eline alıyor.
Ama bir yanlışlık var—bu, Harry’nin Düşünseli’ndeki anılarda gördüğü madalyon değil ve açtığında tek gördüğü katlanmış bir parşömen. Açıyor ve okuyor:
‘Karanlık Lord’a
Biliyorum ki sen bunu okumadan çok önce ölmüş olacağım ama sırrını keşfedenin ben olduğumu bilmeni istiyorum. Gerçek Hortkuluk’u çaldım, elimden geldiğince çabuk yok etmeye niyetliyim. Denginle karşılaştığında bir kez daha ölümlü olacağın umuduyla, ölümle yüz yüze geliyorum.
R.A.B.’
Harry parşömeni elinde buruşturuyor ve Fang arkasında ulumaya başlarken gözleri yaşlarla yanıyor.
Draco sonunda, minnettar bir şekilde, Harry’nin kafasından geri çekildi. Sol eli hâlâ kucağında titriyordu ve nefes alış verişi boğuk ve kısa kısaydı ama asasını tahtaya doğrulttu, uzun anı trenine iki nokta daha ekledi. İlkini şimdilik boş bıraktı ve ikincisine “Dumbledore’un Ölümü - Sahte Madalyon” yazdı çünkü ‘Hortkuluk’ kelimesini yazamadı. Yavaşça Zihinbend bariyerleri indi ve kendi tepkileri ve duyguları çıktılar.
Güçlerinden neredeyse iki büklüm olacaktı ve başını ellerine aldı, parmakları saçlarını sımsıkı tuttu. Nefes alış verişine odaklanmaya çalıştı ama önce duyguların içinden geçmesi gerekiyordu. Kasları gelişigüzel kasılıyorlardı—bitmesini beklemekten başka çaresi yoktu.
Harry’nin orada, o gece astronomi kulesine olduğunu biliyordu; sırf Harry duruşmasında kendisi söylediğinden—yargıçlara Draco’nun öldüremediğini, asasını indirdiğini söylemişti. Ama bunu duymak bir şeydi, Harry’nin gözlerinden gerçekleşmesini izlemek zorunda kalmaksa bambaşka bir şey. Draco’nun o kadar inanılmaz derecede ödü kopmuştu ki—kimseyi öldüremeyeceğini biliyordu ama başka çıkış yolu görememişti.
Draco sonrasında Dumbledore’un cesedini görmemişti—lanetten ve arkasından gelen düşüşten kırılmış ve ölü. Harry orada, yanında, o kadar uzun süre diz çökmüştü… ve uğruna o kadar çabaladıkları madalyonun gerçek bir Hortkuluk bile olmadığını görmüştü—
Ve Hortkuluklar mı? Draco küçükken Lucius’un eski Karanlık Sanatlar kitaplarından birinde onlar hakkında hiç detaya inmeyen bir şey okumuştu. Pek anlamamıştı. Ruhunu parçalara ayırma fikri neredeyse öğle yemeğini çıkarmasına sebep olacaktı—ondan sonra bir daha Lucius’un Karanlık metinlerini kurcalamamıştı. Ve Voldemort ruhunu—
“Yedi parçaya ayırmış…” diye sesli bir şekilde mırıldandı Draco. Saçını tutuşunu gevşetti, başını kaldırıp kaygılı ve acı içinde görünen Harry’ye baktı. “Ruhunu yedi parçaya mı ayırmış…?”
Harry kısaca başıyla onayladı, gözleri yine Draco’nun yüzünü inceliyordu.
“Bu hastaca,” dedi Draco sessizce, mide bulantısından gözlerini kapadı. “Bir Hortk—” Draco yüzünü buruşturdu. “Bir tanesi yeterince dehşet verici ama altı…”
Harry sehpadan not defterini alıp yazdı:
Ne olduğunu biliyor musun?
Draco başıyla onayladı, iğrenmekten hâlâ dudağı büzüşük hâldeydi. “Bir keresinde Lucius’un kütüphanesinde okumuştum.” Harry tekrar yazmaya başladı.
Başka kimse bilemez
Draco somurtarak ona baktı. “Bariz bir şekilde, Harry,” dedi. “Ne kadar az kişi onlardan haberdar olursa o kadar iyi… zaten sana hiçbir şeyin bu odadan çıkmayacağını da söylemiştim. Hasta mahremiyetiyle bağlıyım ama olmasaydım bile güvenini boşa çıkarmazdım.”
Harry’nin yüzü ciddiydi ama belli belirsiz bir şekilde başıyla onayladı. Draco konuyu değiştirmeye karar verdi.
“Bir tahminde bulunabilir miyim?” diye sordu tahtadaki yeni noktalara doğru işaret ederek. Harry umursamaz bir şekilde omuz silkti—bu garipti ama Draco bir şey dememeye karar verdi.
“Bence zihnin o anı seçti çünkü önündeki görevin enginliğini gösteriyordu,” diye denedi Draco, beyni çalışırken kaşlarını çattı. “Ne kadar uğraşacağını, yapmak zorunda kalacağın fedakârlıkları ve sadece sana değil sana yakın olan insanlara da nelere mâl olacağını ilk defa o zaman fark ettin.”
Harry’nin ızdırapla yüzü buruştu. Gözlerini Draco’dan kaçırıp şömineye baktı ama eninde sonunda başıyla onayladı. Draco derin bir iç geçirdi—işin bu kısmı bitmişti. Şimdi sıra kaçırdığı diğer kırıntıyı çözmekteydi.
Bu olan hiç alışılmamış bir şeydi, daha önce hiç birinin kafasındayken öyle itelenmemişti. Draco altıncı sınıfın Harry’nin kafasındayken görmediği bazı kısımları olduğunu biliyordu, mesela Draco’nun Harry’nin onu takip ettiğini, izlediğini bildiği birçok sefer gibi. O sene sırf Harry’den kaçınmak için iki kat daha fazla çabalaması gerekmişti ama Harry hep bir şekilde onu bulabilmişti—
Draco’nun gözleri birden açıldı ve kurnazca Harry’ye baktı, gözleri hâlâ şöminedeydi, çenesini eline koymuş, büzülü dudaklarını yarı örtmüştü. Harry’nin tüm vücudu gergindi ve Draco yüzündeki çizgilerde keder görebilse bile vücut dili tedirgin ve kaygılıydı. Korkuyordu ve vücudu savaşmaya hazırlanıyor gibi kaskatıydı. Tek bir kelime edemiyorken bile, bir şeyi atlıyorken bile Harry berbat bir yalancıydı.
“Harry,” dedi alçak bir sesle. Harry başını kaldırmadı ama belli belirsiz bir şekilde ürktü.
“Zorundayız, Harry.”
Harry gözlerini kapadı. Hareket etmedi.
Draco bir risk aldı ve ayakkabısının ucu Harry’ninkine değene kadar halıda sağ ayağını ileri götürdü. Bu, sürpriz el tutuştan çok daha az korkutucuydu—isterlerse bu olmuyormuş gibi davranabilirlerdi veya yalın temasın onları rahatlatmasına izin verebilirlerdi. Kim nasıl isterse.
Harry gözlerini açtı ve acı, pişmanlık ve ihtiyatla dolu bir ifadeyle gönülsüzce Draco’ya döndü.
“Etkilendim,” diye mırıldandı Draco. “Beni öyle iteleyebildiysen geçtiğimiz haftalarda epey kontrol kazanmış olmalısın. Tabii aslında başından beri uzman bir Zihinbend değildiysen ve benimle oyun oynamadıysan.” Draco zayıfça sırıttı. Harry’nin yüz ifadesi değişmedi.
“Ama zorundayız, Harry. O kırıntıya ihtiyacımız var—ikimizin de ne olduğunu bilmesi yeterli değil. Görünmesi gerek ki zihnindeki yolda işaretlensin.” Tahtanın alt yarısındaki yarı tamamlanmış şimşek desenine işaret etti.
Harry’nin yüzü yavaşça korkmuş, sonra savunmacı, sonra yalvarır bir hâl alıyordu; hafifçe başını iki yana sallıyordu. Draco koltuğunda biraz öne eğildi, Harry’yle çaresiz göz temasını bozmadı.
“İyi olacağız,” diye teselli etti sessizce. “Seni uzun zaman önce affettim, biliyorsun—ve hak etmiştim de.”
Harry yalnızca somurtarak ona baktı; sert, titrek bir nefes verdi. Draco kaşlarını kaldırdı, asasını ellerinde yuvarladı ve bekledi.
Yıllar geçmiş gibi hissettiren bir süre sonunda Harry derin bir nefes aldı ve Draco’ya başıyla minik bir onay verdi. Draco asasını kaldırdı, Zihinbend bariyerlerini elinden geldiğince yükseltti ki yaptıkları onca işten sonra bu çok değildi. “Legilimens.”
“Bunu yapamam… yapamam… beni öldüreceğini söylüyor…” Draco ağlıyor, sırtı kapıya dönük, elleri lavabonun iki yanını kavramış. Yaşlar yüzünden süzülüp pis lavaboya akıyor. Harry’nin şoku o kadar kuvvetli ki onu olduğu yerde durduruyor.
Draco titriyor ve nefesi kesiliyor ve başını kaldırıyor—sonunda çatlamış aynadaki yansımada Harry’yi görüyor. Hemen arkasına dönüp asasını çıkarıyor. Harry de kendininkini çıkarıyor. Draco’nun büyüsü Harry’yi santimlerle ıskalıyor, Harry’nin kafasının yanında duvarda asılı olan lambaya isabet ediyor; Harry kendini yana atıp asasıyla bir Levicorpus atıyor. Draco büyüyü engelliyor ve asasını kaldırıp bir—
“Hayır! Kesin şunu!” diye ciyaklıyor Mızmız Myrtle, sesi fayanslı odada yankılanıyor.
Büyük bir gürültüyle Harry’nin arkasındaki çöp kutusu patlıyor; Harry bir Bacak-Bağlama Laneti yapmayı deniyor ama Draco’nun kulağının arkasındaki duvardan geri tepip yüksek sesle çığlık atan Mızmız Myrtle'ın altındaki su tankını paramparça ediyor, her yere su oluyor ve Harry’nin ayağı kayarken Draco yüzü buruşmuş hâlde bağırıyor, “Cruci—”
“SECTUMSEMPRA!” diye haykırıyor yerden Harry asasını deli gibi sallayarak.
Draco’nun göğsü ve karnından sanki görünmez bir kılıçla kesilmiş gibi kan fışkırıyor. Geri doğru sendeliyor ve büyük bir şapırtıyla su dolu yere yığılıyor, asası gevşemiş sağ elinden düşüyor.
“Hayır—” Harry’nin nefesi kesiliyor.
Kayarak ve sendeleyerek Harry ayağa kalkıyor ve yüzüne şimdi parlak kızıl sıçramış olan, beyaz elleri kana bulanmış göğsünü tırmalayan Draco’ya doğru atılıyor.
“Hayır—İstemeyerek—”
Harry, kendi kanından bir gölün içinde kontrolsüzce titreyen Draco’nun yanında dizlerinin üzerine düşüyor. Mızmız Myrtle çığlıklar atıyor.
Harry’nin kafasından çıkarken Draco’nun nefesi kesildi, nefes nefeseydi ve titriyordu. Çok taze, çok hassas hissettirmişti—resmen ağzının gerisinde kanın keskin metalik tadını almıştı; Karanlık büyünün vücudunu parçalamasını, kesmesini neredeyse hissedebilmişti; sıcak kanın önünü ıslatışını, sırtının değdiği buz gibi soğuk suyu hissetmiş gibiydi. O bilmeden sol eli göğsüne gitmiş, gömleğinin önünü kavramıştı. Vücudu öne eğilmişti, göğsü inip kalkıyordu, bilinçsizce Harry’nin alanına eğiliyordu, sıcak bir şey kıskaç gibi omuzlarını kavrıyordu. Bariyerleri anının sonuna kadar zar zor dayanmışlardı ve şimdi yerle bir oluyorlardı. Gözlerini açmak istemiyordu ama açmak zorunda olduğunu biliyordu.
Harry hemen önündeydi, çok yakındaydı. Fazla yakında, diye düşündü Draco, içindeki girdabı kendi mi yapmıştı emin değildi ama hareket etmedi. Harry’nin gözleri yaşlıydı ve korku ve suçlulukla kocaman olmuştu—Draco’nun on altı yaşındayken, kan ve sudan bir gölde bilincini kaybetmemeye uğraşırken üzerinde gördüğünü hatırladığı yüzün aynısı. Harry'nin nefes alış verişi kısa kısa ve boğuktu ve elleri Draco’nun omuzlarını sanki Draco’nun yok olacağından korkuyormuş gibi sımsıkı tutuyordu.
Draco o zaman göğüs kafesindeki çekeleyen, sıkışan acıyı tanıdı; o tuvalette yerde yatıp Harry’ye bakarken hissettiğinin aynısıydı. Çığlık atmak istemesine sebep oluyordu, yer yarılıp içine girmeyi dilettiriyordu—ve bu özel ızdıraptan nefret ediyorken bile ona itibar ediyordu. Bir şekilde önemli olduğunu biliyordu, olduğu kişinin temel bir parçasıydı, tıpkı yara izleri gibi.
Draco’nun başı, boynu ağırlığını tamamen taşımakta başarısız olup öne eğildi ve Harry’nin dağınık buklelerinin alnına değdiğini hissetti. Harry’nin keskin nefeslerinin yumuşak üflenişini yüzünde hissedebiliyordu ve şimdi özü acıyordu ama durmasını sağlamaya yetecek kadar değildi.
“Özür dilerim, Harry,” diye fısıldadı çünkü daha önce hiç bunu ona gerçekten söylememişti ve söylemesi gerekti. Draco ellerini kaldırdı; nazikçe Harry’nin bileklerini kavradı ve onu orada tuttu; karnındaki, şimdi Bakanlığın bağlarının Draco’nun etik davranmadığına karar vermesi olduğunu ayırt edebildiği kıvrandıran acıyı görmezden geldi.
Harry’nin başını iki yana salladığını hissetti—saçları Draco’nun alnında yumuşakça ileri geri gitmişti—ve Draco sonunda kendine Harry’nin bileklerini bıraktırıp geri çekildi. Harry koltuğunda arkasına yaslandı, elleri kucağına düştü. Ayakkabılarının uçları hâlâ halıda birbirine dokunuyordu—ikisinin de bahsetmemeyi seçtiği bir şey.
Draco yere bakındı ve asasının ayaklarının yanında olduğunu gördü—bir noktada düşürmüştü. Çok profesyonelce, Şifacı Malfoy. Elini uzatıp asasızca çağırdı, bu dağılmışlığını telafi etmek için biraz etkileyici bir şey yapması gerekiyormuş gibi hissediyordu, zaten asasız büyüde epey usta olan birinin önünde oturuyor olsa bile. Asayı tahtaya doğrulttu ve sonunda boş noktaya “Sectumsempra” yazdı.
Derin bir nefes alıp tekrar Harry’ye baktı ve Timsy’nin hazırladığı sıcak çikolataların uçup onlara gelmesi için sözsüz bir tılsım yaptı. İleri görüş için Merlin’e şükür.
Sıcak çikolatalarını yudumladılar, içlerinden geçen sıcaklıkla iç geçirdiler, kederi ve adrenalini ve soğuk terleri bastırdılar. Draco sessizliği bozdu—hep yaptığı gibi.
“Fikirlerim var,” dedi Draco sessizce, “ama o kavgada senin için o kadar önemli olanın tam olarak ne olduğundan emin değilim.”
Harry hemen not defterini açtı ve yazmaya başladı.
Yapmış olduğum en kötü şey. O büyünün ne yaptığını bilmiyordum. En büyük pişmanlığım
Draco somurttu. “Bu mu? En kötüsü bu muydu?” Harry dudaklarını birbirine bastırdı ve yazmaya devam etti.
Ağlıyordun, sana saldırdım. Sana yardım etmeliydim
Draco başını iki yana salladı. “Ben sana saldırdım, Harry. Sen kendini savundun. Ve yardımını kabul etmezdim—teklif edildiğinde Dumbledore’un yardımını bile kabul etmedim.”
Harry bir an Draco’ya baktı ve gözleri Draco’nun göğsüne inip tekrar not defterine döndü.
Sende yara izi bıraktım
“Bıraktın.”
Harry beklentiyle ona bakıyordu ve Draco ona göğsünü bölen yara izlerini göstermesini beklediğini biliyordu. Ama Draco zorunda kalmadıkça göstermeyecekti ve yalnızca Harry ondan isterse zorunda kalırdı çünkü Draco ona tam dürüstlük sözü vermişti, Harry’den hiçbir şeyi o isterse saklamayacağının sözünü vermişti. Draco bekledi ama Harry istemedi.
Özür dilerim, yazıyordu Harry’nin defterinde.
Draco istikrarlı bir şekilde Harry’yle göz temasını bozmadı—yeşile karşı gri, çimenlerin üzerindeki sis gibi.
“Sana söyledim, seni uzun zaman önce affettim,” dedi Draco, sesi bir fısıltıdan çok az yüksekti. “Seni şekillendirdiği kadar beni de şekillendirdi. Yara izleri benim bir parçam—onlar olmadan şu an olduğum kişi olmazdım.” Ellerinin göğsüne gitmesini önlemek için ikisiyle birden sıcak çikolata kupasını tuttu.
Orada oturup uzun süre birbirlerini izlediler, Timsy’nin nefis sıcak çikolatasının yardımıyla daha karanlık anılarından iyileştiler. Birkaç dakika sonra Harry yeniden not defterini açtı, kalemini tıklattı, dikkatle bir şey yazdı.
Ben de seni affettim
Draco boğazında keskin, yakan bir şey hissetti ve gözleri yaşlıydı ve gerçekten, ne zaman bu kadar aptal derecede duygusallaşmıştı? Harry’nin hep mi onun üzerinde böyle bir etkisi olmuştu; bir şeyleri daha güçlü, daha yoğun hissetmesini mi sağlıyordu? Bu yüzden mi Draco okulda ona işkence etmeye takılıp kalmıştı, bu yüzden mi rekabetlerine gülünç derecede bağlı olmuşlardı? Harry Potter’a dair ne onun her seferinde safkan eğitimini bir kenara atıp tepki vermesine sebep oluyordu?
“Teşekkür ederim, Harry,” diye fısıldadı Draco, daha yüksek sesle konuşmayı denese sesinin titreyeceğini biliyordu. Omuzlarından devasa bir yükün kalktığını hissetti ve ardından gelen ani rahatlamayla paramparça olmamaya çalıştı.
Harry’nin gülümsemesi minicik ve yorgundu ama kupasını bıraktı ve gözlerini kapayıp günlerini sonlandıracak meditasyona başladı.
Chapter Text
Yedinci Bölüm
Draco sahaya iniyor, öfkeden beti benzi atmış, Potter’a doğru hakaretler yağdırıyor. Öfkeyle ayaklarını yere vura vura yine bir Gryffindor zaferini kutlamaya giden Potter’ın peşinden gidiyor.
“—Ya da belki de,” diye tükürüyor Draco pis pis bakarak, “senin annenin evinin nasıl leş gibi koktuğunu hatırlıyorsundur, Potter ve Weasley’nin domuz ağılı gibi evi sana onu hatırlatıyordur—“
Potter hızla arkasını dönüyor, ona doğru koşmaya başlıyor ve Draco’nun içi adrenalinle doluyor. Potter’ın yüzü hiddetinden buruşmuş, fena yeşil gözleri azimle yanıyor, şiddetle Draco’ya odaklanmışlar, sonunda. Potter’ın elleri ona saldırmak için kalkıyor—
Ve Draco yere itiliyor, Potter’ın vücudu üzerinde durup onu çimenlere bastırıyor, oraya hapsediyor. Potter şiddetle hırlıyor, Draco’nun gözünün önünde dişlerini gösteriyor—Potter’ın elleri onu vahşice, açlıkla yakalıyor ve Draco’nun kulakları çınlıyor, kafasında bir tıklama sesi var—Draco kalçasını kaldırıyor, Potter’ın üniformasının önünü yumruklarıyla hırçınca kavrıyor ve çekiyor—
Draco birden gözlerini açtı ve yüzünü buruşturdu. Sabah güneşi fazla parlaktı, sert tıklama sesi fazla gürültülüydü ve pijama altı fazla dardı—
Hasiktir, hayır.
Ani bir panikle başını eğip kendine baktı ve sinir olarak inledi. Potter—siktir, Harry, şu anki hastası—hakkında yıllardır böyle bir rüya görmemişti, neden yine o rüya olmak zorundaydı ki—cidden onun sorunu neydi? Kaç yaşındaydı, on beş mi? Saçma bir ceza olarak kendine dokunmayı reddetti—bu kötü davranışı ödüllendirecek değildi. Seni acınası, azgın embesil. İnanılmaz.
Bitmek bilmeyen tıklama sesi gerçekmiş meğer, penceresinden geliyor ve her geçen saniye daha da şiddetleniyordu. Ancak Draco bu… hâldeyken yatağından çıkmayı reddediyordu, o yüzden agresif baykuş beklemek zorunda kalacaktı.
Birkaç dakika kendini Argus Filch’i ekose donla hayal etmeye zorladıktan sonra Draco yeterince uygun hâlde olduğuna kanaat getirdi. İsteksizce yastık yığınının arasından çıktı ve ısrarcı baykuşun hâlâ sinirle tıkladığı pencereye gitti. Kilidi ve pencereyi açtı ve hınçlı ufak otus içeri girerken kanatlarıyla Draco’nun yüzüne vurdu. Kuş, pençelerinde tuttuğu parşömen rulosunu yere attı ve Draco’nun şifonyerinin üzerine konup intikam almak için iğrenç bir topak kustu. Draco ona dik dik baktı, ufak baykuş da ona dik dik baktı.
Draco homurdanarak eğildi ve kısa notu aldı, somurtarak okudu.
Malfoy,
Bu soruşturmada gerçekten yardımına ihtiyacımız var. Vaktin varsa bugün saat yedi gibi bize gel.
R. Weasley
Draco parşömenin arkasını çevirdi—arka tarafta buharlaşma koordinatları vardı, Devon’daki kendi evine çok uzak olmayan bir yerdi. İlginç.
Huysuz küçük baykuş hâlâ şifonyerinde oturuyordu. Belli ki yanıt bekleyecekti. Draco tükenmez kalemini çağırdı ve hemen ufak bir not kağıdına onaylar bir yanıt yazdı. Notu hoşnutsuz kuşa vermek üzereydi ki kendini durdurdu—kuşun Weasley’ye olumsuz geri bildirimde bulunmasını istemiyordu. Burada itibarı söz konusuydu, o yüzden evindeki baykuş maması torbası neredeyse onu kendine çağırdı. Yatak odasının kapısına bir şey çarpma sesi geldi ve Draco kendi kendine gözlerini devirdi.
Draco kapının arkasındaki mama torbasını aldı ve sinir olmuş baykuşa uzattı, baykuş merakla torbaya baktıktan sonra Draco’nun eline hopladı ve torbanın içindekilerle karnını tıka basa doyurdu. Görüntü Draco’ya Weasley’nin Büyük Salon’daki okul ziyafetlerinde birçok kez nasıl göründüğünü hatırlattı ve kendi kendine güldü.
Baykuş çok daha mutlu bir hâlde uçup gitti ve Draco kimse kuşa kötü davrandığından şüphelenmeyeceği için memnun oldu.
Draco soğuk ayaklarını berbat, tüylü, yeşil Huysuz terliklerine soktu ve mutfağa yöneldi, Timsy’nin kahve demleyip kahvaltı hazırlamasının kokuları geliyordu. Mutfak masasının hâlini görünce olduğu yerde kalakaldı.
Pürüzsüz ahşabın üzerinde kocaman, plastik bir muggle cihazı vardı, cihazın iki yanında da siyah bir ızgaraya benzer birer bölüm vardı, üstü butonlarla doluydu ve hiçbirinde bir kelime veya açıklama yazmıyordu—yalnızca gizemli, basit semboller vardı, kesinlikle Hogwarts’ın Antik Rünler’de anlattığı şeyler değillerdi. Merlin aşkına, bu da ne…
Draco daha yakından bakmaya gitti ve üzerindeki tutamağa bağlanmış ufak bir parşömen tomarı gördü. Dokunmadı ama büyüsüyle açmak için asasını çıkardı. Fazla tedbirden zarar gelmezdi—hâlâ ara sıra nefret postaları aldığı oluyordu ve bazıları lanetliydi veya bezeliyumru iriniyle kaplıydı—
Ama bu yalnızca Pansy’den gelmişti, kısa ve öz ve iğneliydi, her zamanki gibi.
Buyur boombox’ın. Gizli sevgilinin karışık kasetinin tadını çıkar, salak. Üçgen “oynat”, kare “durdur”.
Draco üslubuna sırıttı, sonra tekrar somurttu—gizli sevgili mi? Pansy ne düşünüyordu? Bu sadece bir kasetti—bir dakika, bunun sadece bir kaset olduğunu söylememiş miydi? Neden şimdi karışık kaset diyordu? Birden fazla sanatçı olduğu için miydi… Bunu Harry kendisi mi düzenlemişti?
Draco boombox’a baktı, inceledi ve eninde sonunda Pansy’nin bahsettiği üçgeni ve kareyi gördü. Yeterince basitti. Zor olmasa gerekti.
Cihazı tutamağından tuttu, göründüğü kadar ağırdı. Oturma odasına taşıdı, ağırlığı yüzünden tuhaf yürüyordu. Mutfağa döndü, Timsy ona memnuniyetle kahvaltısını servis etti.
“Pansy Hanım muggle cihazı çok erken getiriyor,” dedi Timsy hırıltılı sesiyle. “Hanımım, Draco Efendi’yi güneşten önce uyandırmamayı biliyor.”
“Akıllı kadın,” deyip sırıttı Draco.
Kahvaltıdan sonra bir saat kadar önündeki orta sehpada duran boombox’a ve karışık kasete takılıp kalmış haqâlde koltukta oturdu. Evet, “oynat” ve “durdur” düğmelerinin nerede olduğunu artık biliyordu ama kaseti o şeyin içine nasıl koyacağını bir türlü çözememişti ve Pansy adını patlamasından almadığını söylemiş olsa da yine de tüm o düğmelere güvenmiyordu ve hepsine öyle rastgele basma riskini almak istemiyordu—ya Pansy sadece doğru düğmeye basmamışsa, ya gerçekten patlıyorsa? Bu bir Büyücü icadının yapacağı türden bir şeye benziyordu, kesinlikle Weasley’nin Büyücü Şakaları’nda satılırdı ve Draco muggleları hafife almaması gerektiğini biliyordu.
Draco’nun o kadar somurtmaktan suratı acımaya başladığında şimdilik bunu beceremediğine ve pes etmeye karar verdi. Pansy muhtemelen onun bu aptal şeyden afallamasını hayal edip gülmekten altına yapıyordu. Boombox’ı plaklarının olduğu rafa kaldırdı; bu çileden çıkartıcı, hantal makineye yer açmak için rafın düzenini biraz değiştirdi. Onun yerine bir plak çaldı çünkü bunu yapmayı biliyordu ve saatlerini sırf öylesine pijamalarıyla kendi kendine şarkılar mırıldanarak geçirdi, Timsy de bitkilerle ilgileniyordu ve arada Draco’ya onaylamaz bakışlar atıyordu.
“Senin için nasıl bir aptal olduğumu biliyorsun
Beni parmağında oynatıyorsun
Uzatmak zorunda mısın?”*
***
O akşam sonunda saat yedi olduğunda Draco oturma odasında, hiç hareket etmeden, günlük kıyafetleriyle duruyordu—bir Weasley’nin evine gidecekti, şıklığa gerek yoktu. Gri dokuma pamuk pantolon, fildişi pamuklu kazak, üzerine de sevdiği lacivert gömlek-ceketi—kendinden epey etkilenmişti. Yalnızca o, bu kadar günlük bir kombinin bu kadar pahalı görünmesini sağlayabilirdi ve kimse de kimseye hava atmaya çalıştığını iddia edemezdi.
Ve üç dakika geç gittiğinde kimse son yarım saattir evinde durmuş gözlerini saatinden ayırmadan tam ne zaman varmasının uygun olacağına karar vermeye çalıştığından şüphelenmezdi—aşağılayıcı bir geçlikte değil ama gitmek için sabırsızlanıyormuş gibi tam vaktinde de değil (kesinlikle sabırsızlanmış olsa bile). Asasını avuçladı ve Weasley’nin ona verdiği koordinatlara buharlaştı.
Önünde belirdiği ufak kır evi cana yakın ve epey sevimli görünüyordu. Burası Kanal’a Draco’nun evinden daha yakındı—bunu serin rüzgârda hissedebiliyor, deniz havasının hafif kokusunu alabiliyordu. Taş patikada ön kapıya doğru yürümeye başladığında gerginliği tüm gücüyle geri geldi. Burada ne işi vardı? Gerçekten Ronald Weasley’nin evinde hoş karşılanacağını mı sanıyordu? Draco okuldayken sırf ona eziyet etmek için bir şarkı yazmıştı—çoğunlukla kesinlikle Pot—Harry’yi sinirlendirdiği içindi ve bu her zaman heyecanlıydı ama yine de—
Draco kapıyı çalamadan Weasley bilinmeyen bir sebepten sırıtarak kapıyı açtı. Boyu neredeyse kapı kadardı, Draco’nun 1.83 boyunu önemsiz gösteriyordu. Uzun, kızıl saçlarını yine kafasının arkasında topuz yapmıştı. Draco kaşlarını çatmamaya çalıştı.
“Malfoy,” diye selam verdi hâlâ sırıtarak. Gülümseyecek ne var, Draco’nun hiçbir fikri yoktu. “İçeri gel.”
Draco karşılık vermeye fırsat bulamadan aceleyle dar bir koridora sokuldu. Weasley eliyle öylesine duvardaki askılara işaret edip evin daha içlerine gitti. Draco rahat hissetmek için sevdiği gömlek-ceketini üzerinden çıkarmadı.
“Malfoy geldi, ‘Mione,” diye seslendi Weasley Draco etrafına bakınırken. Muhtemelen mutfak olan odadan bazı sesler duydu ve sonra Granger havluyla ellerini kurulayarak geldi. Hâlâ şaşırıp kalmış hâlde olan Draco’ya tereddütle gülümsedi. Neden Granger ve Weasley ona gülümsüyorlardı?
“Granger,” deyip ona başıyla selam verdi Draco, “eviniz sevimliymiş.” Onu da dahil etmek için Weasley’ye baktı, doğruyu söylüyordu: kır evi sevimliydi, sıcak renkler ve el örgüsü battaniyelerle ve bir sürü fotoğrafla doluydu. Oturma odasındaki şöminede yumuşak bir ateş yanıyordu ve tüm her şey biraz rahatlatıcı hissettiriyor, tipik paranoyasıyla gözleri etrafa bakınıp dursa da Draco’nun gerginliğini bir nebze yatıştırıyordu.
“Teşekkürler, Malfoy,” deyip sırıttı Granger kaşlarını kaldırarak. “Ve lütfen, bana Hermione de.”
“Merlin’e şükür,” dedi Weasley aniden nefes vererek sanki o ana kadar nefesini tutuyormuş gibi. “O zaman bana da artık Ron diyebilirsin. Bir sürü Weasley var—bir yerden sonra insanın kafası karışıyor.”
Draco zayıfça güldü, yüz ifadesinin fazla şaşkın görünmemesi için uğraştı. “Pekâlâ, Ron, Hermione,” dedi sesli bir şekilde ve bu çok tuhaftı, “lütfen, bana Draco deyin.”
Ron rahatlamış göründü. “Çok daha iyi,” diye mırıldandı Hermione’yle anlamlı bir şekilde bakışarak.
An, koridordan gelen yumuşak bir sesle bölündü ve Draco bir köşede saklanan kıvırcık, turuncu saçlarla dolu ufak bir kafa gördü. Ron ve Hermione’nin bir çocuğu olduğunu daha yeni hatırlayıp hafifçe gülümsedi.
“Rose, gel merhaba de,” dedi Hermione ve saçı yüzünün yarısını saklayan kız yavaşça koridordan çıktı. Draco’ya Camila’yı hatırlattı, o da yabancıların yanında çok utangaçtı. Yüzünü tamamen aynı şekilde saçıyla saklardı.
Rose, Camila’yla aynı yaşta gibi görünüyordu. Pembe bir pijama giymişti, iki tane çizgi film karakterine benzer yaratığın peluşunu göğsünde tutuyordu—bir tanesi biraz tanıdık görünüyordu. Annesinin hemen arkasında durdu, kendini Hermione’nin bacağının arkasında biraz sakladı ve kocaman, korku dolu bir gözle Draco’ya baktı.
“Rose, bu Draco Malfoy,” dedi Hermione kızın kafasını okşayarak. “O, ım… eskiden onunla aynı okuldaydık. Arkadaşımız.”
Draco “arkadaş” kelimesini duyunca yerinde sıçramamaya çalıştı—muhtemelen sadece kızına Draco’nun bir tehdit olmadığını göstermek için öyle diyordu. Bu bile hâlâ şaşırtıcıydı ama Draco bunu bozmayacaktı. Çocukları seviyordu ve bu küçük kızın ondan korkmasını istemiyordu, o yüzden diz çöktü, topuklarının üzerine oturdu—Draco Malfoy’u yerde görünce Ron’un kaşlarının kalktığını görebiliyordu—ama gözlerini Rose’dan ayırmadan nazikçe gülümsedi.
“Merhaba, Rose,” dedi Draco vücudunu rahat tutarak.
Hermione, bacaklarının arkasından çıkması için kızını nazikçe ittirdi. Rose peluş yaratıkları yüzüne daha da yaklaştırdı ve yere bakarak o kadar sessizce “Mer’aba, Bay Malfoy,” diye mırıldandı ki Draco, Ron veya Hermione’nin duyduğundan emin değildi. Draco sesini daha da alçalttı.
“İstersen bana Draco diyebilirsin,” dedi. “Sana kalmış.”
Kız yine ona baktı ve yüzünü yaratıkların arkasından bir santimcik çıkardı. “Tamam,” diye fısıldayarak cevap verdi. Draco yine gülümsedi.
“Bu, Huysuz Oscar mı?” diye sordu Draco ufak bir hareketle tüylü yeşil yaratığa işaret ederek. Kız şaşkınlıkla başını kaldırıp ona baktı, artık kahverengi gözlerinin ikisi de görünüyordu, küçük yüzünün etrafı darmadağın kıvırcık saçlarla sarılıydı. Hızlıca başıyla onayladı.
“Benim vaftiz kızım Oscar’ı çok seviyor,” dedi sessiz bir heyecanla, “bazen ona benzediğimi söylüyor, huysuzluk ettiğimde veya yeni uyandığımda.” Yüzünde arkadaşça bir sırıtışla abartılı bir şekilde gözlerini devirdi. Rose biraz kıkırdadı.
“Noel hediyesi olarak tüylü Huysuz terliklerim bile oldu,” diye fısıldadı bir sır verir gibi ve Rose’un gözleri ilgiyle kocaman oldu. “Epey şapşalca görünüyorlar. Görmek ister misin?”
Rose’un minik gülümsemesi parlaktı ve yine hevesle başıyla onayladı.
Draco ayağa kalktı, bir anlığına durup pahalı ayakkabılarına üzüldü—Merlin, çocuklar için neler yapardı, ne zaman Draco bu kadar yumuşak kalpli olmuştu?—ve asasını yavaşça çıkardı, ayaklarına doğrulttu, favori terliklerini düşünmeye konsantre oldu ve ayakkabılarının biçimini değiştirdi.
Uzun sürmeden esnek kahverengi deri botlar, aşırı tüylü yeşil terliklere dönüştüler; ikisinde de gülünç bir tek kaşın altında ikişer kocaman göz ve geniş, ince bir ağız vardı. Rose çok açık bir şekilde neşeyle kıkırdadı ve topuklarının üzerinde hafifçe zıpladı. Hızla bu etkileşimi şoka girmiş bir ifadeyle izleyen annesine döndü.
“Anne! Benim de Huysuz terliklerim olabilir mi? Lütfen, anne?”
“Belki,” diye yanıt verdi Hermione kendine gelip. “Draco’ya onları nereden bulduğunu sorman gerekecek.”
Rose hemen başını Draco’ya çevirdi, yüzünde utangaç ama hevesli bir ifade vardı, kıvırcık saçları ani hareketlerinden her yöne uçuşuyordu.
“Merak etme, Rose. Araştıracağım ve Camila onları nereden aldıysa orada senin numarandan da olduğundan emin olacağım.” Draco şapşalca ayaklarını kıpırdattı ama ses tonu sanki bu bir ölüm kalım göreviymiş gibi ciddiydi. Bu doğruydu—bu ufak cadıya Huysuz Oscar terliği bulabilmek için kesinlikle Londra’yı yerle bir ederdi. Çünkü çocukların etrafında acınası derecede yumuşak kalpli bir aptal oluyordu ve hep onları mutlu etmek için tüm parasını saçma sapan şeylere harcamak istemesine sebep oluyorlardı. Belki sadece bir savaşta büyümedikleri için veya bir siyasi ve sosyal güç sorumluluğu üstlenmeleri için yetiştirilmedikleri için veya daha hâlâ ergenken ona karşı öfkeli kalabalıklara önderlik etmedikleri için veya hiç de onun gibi olmadıkları için heyecanlıydı… zamane çocukları eğlenceli ve naziklerdi.
Rose bir kez daha kıkırdadı, yüzü basit bir neşeyle parlıyordu ve Draco muhteşem bir başarı duygusu hissetti. Hermione uyku vakti geldiğinden onu odadan çıkarmaya çalışmaya başladı. Küçük kız odadan çıkarken omzunun üstünden bakıp yumuşak bir sesle “İyi geceler, Draco,” dedi.
“İyi geceler, Rose,” diye karşılık verdi ona hafifçe el sallayarak ve kendi kendine gülümseyerek, daha şimdiden Huysuz terliklerini bulma planlarını yapıyordu. Anne kız koridorda gözden kayboldular ve birden Draco, Ron Weasley’yle yalnız kaldı. Gergince adama döndü.
Ron’un yüz ifadesi inanmazlık ve neşe arasında kalmıştı. Gülmek isteyip istemediğinden emin değilmiş gibi duruyordu.
“İnanılır gibi değil be,” diye mırıldandı Ron sessizce, inanmazlıkla başını sallayarak ve Draco’nın gerginliği boğuk, ufak bir kahkahaya dönüştü.
“Bir de bana sor, Ron,” diye yanıt verdi Draco gülerek ve sonra ikisi de durumun saçmalığına sessizce kıkırdamaya başladılar.
“Ay, Merlin,” diye iç geçirdi Ron, kahkahasını bastırmaktan yüzü kızarmıştı. “Çay, evet, bence bize çay lazım.” Mutfağa yöneldi ve Draco da ne yapacağından emin olamayıp peşinden gitti, hâlâ biçim değiştirmiş tüylü terliklerini giyiyordu. Şimdi onları geri değiştirmek yanlış gelirdi.
Ron su ısıtıcısını çalıştırdı ve çay için üç kupa hazırlamaya başladı. Draco kupaları sayıp somurttu.
“Şey nerede, Ha—” demeyi denedi ama midesi rahatsızlıkla büzüştü ve neredeyse kelimelerden boğulacaktı. Hadi ama, Harry’nin adını bile söyleyemez miydi? Bu insanlar zaten Harry’nin durumunu bilmek için onun rızasını almamışlar mıydı? Draco somurtarak karnını ovalarken Ron ona tuhaf bir şekilde bakıyordu. Draco boğazını temizledi ve farklı bir taktik denedi.
“Bir kişi daha beklemiyor muyuz?”
“Aa,” dedi Ron hâlâ kafası karışık hâlde, belli ki Draco’yu çözmeye çalışıyordu. “Evet. Harry de birazdan gelecek, Teddy ve Andy’yi ziyaret ediyordu.”
Draco başıyla onayladı, garip hissediyordu. O zamana kadar ne yapmaları gerekiyordu, oturup eski zamanları mı anacaklardı?
Birkaç dakikalık gergin bir sessizlikten sonra Hermione mutfağa geldi ve tekrar Draco’ya gülümsedi. Gerçek dışı.
“Daha önce hiçbir yabancıya bu kadar çabuk alıştığını görmemiştim,” dedi belli ki etkilenmiş bir şekilde, Ron’la yine bakıştılar ve o da başıyla onayladı. Draco sırıtarak omuz silkti, buna nasıl cevap vermesi gerektiğinden emin değildi. Ron çay dolu kupaları dağıttı ve birlikte oturma odasına döndüler.
Hermione kupasını orta sehpaya bıraktı. “Ben gidip Düşünseli’ni getireyim, eminim Harry’nin pub anıları hâlâ oradadır.” Odadan çıktı ve Ron koltuğa oturup çayını yudumladı. Draco somurttu—Harry gelene kadar bir şey yapamayacaklardı, neden şimdiden çıkarmaya uğraşıyorlardı ki? Boş verip tekli koltuğa oturdu çünkü kitap raflarıyla dolu duvarların buluştuğu köşeye en yakın yer orasıydı ve oradan odadaki her şeyi görebiliyordu—kapılar, pencereler, şömine. Biraz sakinleşti. Hermione yeniden odaya girdi ve Düşünseli’ni orta sehpanın üzerine yolladı.
“Tamam, şimdi, biz ne zamandır bunlara bakıyoruz ve tabii sen de gördün ama sadece bir kere ve lanete ve saldırgana ve nasıl işlediğine dair çok daha fazla şey biliyorsun—” Hermione durmamacasına konuşuyordu ve Draco’nun yüzünden kan çekiliyordu çünkü neden bunları Harry burada değilken ve burada olması gerekirken anlatıyordu, “—bizimle birlikte yine bakarsın diye umduk, lanet hakkında bize bir şeyler söylersin, Harry’yle çalışmaya başladığından beri ürettiğin teorileri…” cümlesinin devamını getirmedi, somurtarak Draco’ya bakıyordu ve Draco endişeli yüz ifadelerinden muhtemelen ödü kopmuş göründüğünü tahmin edebiliyordu. Şömineye baktı. Ron birazdan demişti, değil mi? Teddy ne zaman uyuyordu? Harry Andromeda’yı ziyaret etmek için daha uzun kalır mıydı?
“Harry burada olduğunu biliyor,” diye mırıldandı Ron kafa karışıklığıyla kaşlarını çatarak. “Bize elinden geldiğince her şeyi anlatıyor—ki çok bir şey anlatamıyor, yazmayı çok sevmediğini biliyorsundur. Ama bize önden başlamamızı, zaten onun anıları olduğu için onu beklememize gerek olmadığını söyledi. Önceden o onları gördü tabii ve hâlâ kendisini kimin lanetlediğine dair bir fikri yok.”
Draco koltuğun kollarını sımsıkı kavramıştı. Kalbi küt küt atıyordu—ona bunu yaptıracaklar mıydı?
“Yapamam,” dedi Draco yalvaran gözlerle. Kafaları daha da karışıp daha da somurttular.
“Neden ki?” diye sordu Hermione.
Draco tekrar şömineye baktı, içten içe bir an önce Harry’nin buraya gelmesi için yalvarıyordu. “Hasta mahremiyetiyle bağlıyım,” diye yanıt verdi, soğukkanlı davranmaya çalıştı ama gerginlikten sesi titredi.
Hermione karşı çıkmak için ağzını açtı, hâlâ ne olduğunu anlamıyordu, “Ama Harry zaten—”
“Dur, ne?” diye lafını kesti Ron, şok ve kızgınlıkla ağzı açık kaldı. Belli ki ona göre Draco’nun ne demek istediğine dair hiçbir şüphe yoktu—Draco sadece Ron’un bunu ilginç bulmasına şaşırdı. Hermione hemen başını yana çevirip inanamayarak kocasına baktı. Draco kendi kendine bunun tarihteki, Ron Weasley’nin bir şeyi bilip Hermione Granger’ın bilmediği bir avuç andan biri olabileceğini düşündü.
“Kimin tarafından?” diye sordu Ron, karısının sessiz soru yağmurundan bihaber.
“Bakanlık, tabii ki,” diye homurdandı Draco yine şömineye bakıp. Gelmek üzereydi, değil mi?
“Ne, burada benim anlamadığım ne oluyor?” diye neredeyse bağırdı Hermione, bariz bir şekilde bir şeyi bilmemekten rahatsızdı. Ron ona baktı, yeni açığa çıkan bu bilginin şoku hâlâ yüzünde belliydi ve odaya hızlıca Muffliato yaptı.
“Bağlıymış, ‘Mione,” dedi Ron hiddetle. Hermione daha iyi bir cevap alacakmış gibi yüzünü inceledi.
“Yani… büyüyle mi?” diye sordu tereddüt ederek.
“Tabii ki,” dedi Draco burun kıvırmamaya çalışarak. “Başka nasıl bağlı olacaktım?”
Ron temkinli bir şekilde ona baktı. “Bakanlık mı seni bağladı? Neden?”
Draco gözlerini kıstı. Aptalca bir soru. “Şifacı Ruhsatı’mı vermelerinin tek yolu buydu—Şifacı Etiği’nin üç temel ilkesine büyüyle bağlanmam. Hasta mahremiyetini korumaya, kasten zarar vermemeye ve ilgilendiğim kişilerle profesyonel, ‘etik’ ilişkiler kurmaya yemin ettim ve beni bunlara bağladılar. Sır sayılmaz, Bakanlık raporlarında bulabilirsin.” Dişlerini sıktı, savunmacı hissediyordu. Gerçekten savaş kahramanlarına neden Bakanlığın eski bir Ölüm Yiyen’e Şifacı Ruhsatı vermek istemediğini açıklaması mı gerekiyordu?
“Haa,” diye nefes verdi Hermione, gözleri şok ve kavrayışla kocaman olmuştu. “Bu demek oluyor ki… Her seferinde safkanlar için bu anlama mı geliyor? Bir şeye bağlı olduğunuzu söylediğinizde—kelimenin tam anlamıyla, büyüyle bağlı olduğunuzu mu söylüyorsunuz?”
Draco başıyla onayladı, hâlâ asabiydi. “Başka ne anlama gelecekti?”
Hermione kafası karışmış iki safkan büyücüye baktı. Draco resmen kafatasının arkasında beyninin kavrayışla vızıldadığını duyabiliyordu.
“Eh, mugglelarla veya en azından ağır bir muggle etkisi altında büyümüş cadılar ve büyücüler için,” diye açıkladı, “farklı bir anlama geliyor. Bir şeye bağlı olduğumuzu söylediğimizde genelde bunu kelimenin tam anlamıyla kastetmiyoruz—kişi gözle görünür, fiziksel bir şekilde bağlı değilse tabii. Genelde şey anlamına geliyor—hayatımızı ona göre yaşamaya çalıştığımız bir değer veya verdiğimiz bir söz. Ben düğün günümüzde sana ettiğim yeminlere bağlı olduğumu söyleyebilirim, Ron ve bu, o sözleri tutacağım, onlara sadık kalacağım anlamına gelir. Ama kelimenin tam anlamıyla, büyüyle onlara bağlı olduğum anlamına gelmez.”
Şimdi şoka girmiş görünme sırası Draco’daydı. Mugglelar metaforları seviyormuş demek ki. Ron, Draco’ya döndü.
“Harry bunu bilmiyor,” dedi düz bir şekilde, yalnızca bir gerçeği dile getiriyordu.
“Söylemiştim—” Draco’nun boğazı yeniden tıkandı ve yumruğuna öksürdü. “Ben…” deyip tavana baktı, sanki bir labirentteymiş gibi bunu dolandırmanın bir yolunu aradı. Bunu yapabilirdi, labirentlerde iyiydi.
“İnsanlara hasta mahremiyetine bağlı olduğumu söylüyorum,” dedi yavaşça, karnındaki sert acıyı bekledi. “Bunun tamamen anlaşılmadığını fark etmemiştim. Önemli bir şey olduğunu düşünmüyordum—sinir bozucu, evet ve bazen acılı ama Ruhsatçılar ısrar etti ve Bakan onayladı ve kimse sorgulamadı. Şimdi bir kariyerim var; sevdiğim işi yapıyorum, iyi olduğum, yapmak için yıllarca çalıştığım ve okuduğum işi. Olan oldu.”
“Kingsley mi bunu onayladı?” diye haykırdı Hermione. Çift hâlâ tamamıyla dehşete düşmüş görünüyordu.
“Evet.” Draco somurtup geçiştirircesine bir hareketle elini salladı, göz ucuyla tekrar şömineye baktı.
“Harry bunu bilmek isterdi,” dedi Ron, Draco’nun çözmeye sabrı olmayan anlamlı bir bakışla. Draco sesli bir şekilde konuşmadan önce en az acıtacak cümleleri kurmak için biraz duraksadı.
“İşimi yaparken hastalarımdan bir şeyler saklamam,” diye başladı Draco, kendini yalnızca iki yabancıya işini açıkladığına ikna etmeye çalışarak. “Bu süreçte bana karşı fazlasıyla savunmasızlar, o yüzden ben de kendime onlara karşı savunmasız olma iznini veriyorum. Bu denge, bu iş için ve Zihnefend’in rahat olması için gerekli. Hastalarıma, bana soracakları her şeye bütün ve dürüst bir cevap alacaklarını ve her şeyi sorabileceklerini söylüyorum.” İçindeki büyüyen rahatsızlığa karşı yüzünü ekşitti ve savunmacı bir tavırla koluyla karnını kavradı. “Sormadıkları şeyleri yanıtlamıyorum.”
Ron ve Hermione onu temkin ve endişe arası bir ifadeyle izliyorlardı ve Draco gerçekten o şeyin acıma olmamasını umdu.
“Hastaların bilmemesinin daha iyi olacağı bazı şeyler var, özellikle de sormazlarsa,” demeye zorladı kendini Draco dişlerini sıkarak, kaşlarının terlemeye başladığını hissedebiliyordu. Her geçen saniye nefes alış verişi zorlaşıyordu. “Bazı hastalar kurtarılmaya falan ihtiyacım olduğuna karar verebilir ve ipleri kendi ellerine alabilirler—” Yüce Merlin, hiç detaya girmiyordu ve yine de canı acıyordu. Acıyla homurdanmamaya çalıştı, yoğun bakışlarla Harry’nin arkadaşlarına baktı ve çaresizce mesajını anlamalarını sağlamaya uğraştı. “—ve bu da muhtemelen—muhtemelen riskli bir durumda olan birini tehlikeye sokar ve dikkatini tedavisinden fazlasıyla uzaklaştırır.”
Draco çöktü, nefes nefeseydi ve gövdesini sıkıca kavramıştı, acıya karşı gözlerini sımsıkı kapamıştı. Spesifik olarak Harry’den bahsetmemişti bile, sadece sakıncalı bir kahraman kompleksi olan varsayımsal birinden—
Şömine yeşil alevlerle parladı ve Harry sonunda, sonunda uçuçtan çıktı. Merlin’e şükürler olsun.
Harry üçünü de gülümseyerek karşıladı ama sessiz hâllerini görür görmez yüzü düştü—Ron ve Hermione’de şok içinde ve belki de endişeli birer ifade vardı ve Dracı hasta, savunmacı ve acı içinde görünüyordu; aynı zamanda yeşil, tüylü terlikler giyiyordu.
“Selam, Harry!” diye haykırdı Hermione kendini toparlayıp ve ona şüpheyle dik dik bakan arkadaşına gülümseyip. “Bana öyle bakma—sadece ufak bir anlaşmazlık yaşadık, Draco hastası olarak senin ayrıcalığını korumakta epey ısrarcıydı—senin bize zaten her şeyi anlattığını anlatmaya çalıştık, durum bu. Şimdi, Draco’nun senin durumunu ve tedavini bizimle konuşmasına rızan var mı?”
Draco minnettar bir şekilde ona baktı ve karşılığında Hermione’nin dudakları seğirdi. Gözleri hâlâ kaygılı görünüyordu—en yakın arkadaşından bir şeyler saklamaktan nefret ederdi. Draco ne kadar dayanabileceğini merak etti.
Harry, sözsüz iletişimlerinden habersiz bir şekilde gözlerini devirdi, dalga geçercesine ofladı ve kesin bir şekilde başını sallayarak rızasını verdi. Draco rahatlayarak iç geçirmeden edemedi. “Teşekkür ederim.”
Harry eğlenmiş bir tavırla sırıtarak gözlerini Draco’nun yüzünden tüylü terlikli ayaklarına, sonra tekrar yüzüne çevirdi ve sessiz bir soruyla kaşlarını kaldırdı.
“Senin için giymedim onları,” deyip dramatik bir şekilde burun kıvırdı Draco. “Rose için giydim tabii ki.” Saçlarını savurup bacak bacak üstüne attı ve korkunç terlikleri tüm odanın gözlerinin önünde sergiledi. Üçlü ona güldüler, sonrasında Ron ellerini bir kez çırpıp Düşünseli’ne doğru işaret etti.
“Başlayalım mı?” diye sordu odaya Ron, işe koyulmak için sabırsızlanıyordu. Ama Draco bir şey fark etmişti—
“Bir dakika…” Somurtarak Harry’ye baktı. “Varış yerini söyleyemiyorsan uçuçu nasıl kullandın?”
Harry yine gözlerini devirip ona sırıttı. Odadaki diğer insanlara ve sonra ağzına işaret etti.
“Senin yerine başkası mı söyledi?” diye sorguladı Draco ve Harry başıyla onayladı. “İlginç.”
“Andy’nin buraya tam uçuç erişimi var; o yüzden o, Teddy veya Harry evin adını söylediği sürece uçuçta kim varsa buraya gelebilir,” diye açıkladı Hermione.
“Haa,” deyip sonunda anlayarak başıyla onayladı Draco. “Tamam. Evet, ben de Malikâne’deki uçuça aynı şeyi yapmıştım—varış yerini söyleyen kişi annem olduğu sürece hiç sorun olmadan gelebiliyor. Evde bir hasta yoksa tabii,” dedi Harry’ye bakarak, Harry’yse yalnızca ona gülümsemeye devam etti. Draco, Harry’ye de kendisini, bir Malfoy’u burada Harry’yle ve arkadaşlarıyla görmek bu kadar gerçek dışı geliyor mu diye merak etti.
“Neyse, her şeyi tekrar izlemeden önce lanet hakkında daha fazla şey öğrenmek istediğinizi söylemiştiniz, değil mi?” diye öne sürdü Draco. “Harry size ne kadarını anlattı bilmiyorum ama şimdiye kadar öğrendiklerimizi anlatabilirim.”
Bunu duyunca Harry’nin gülümsemesi silindi ve yüz ifadesi kapalı bir hâl aldı. Draco ona anlamlı bir bakış attı. “Kırıntıların kendilerini değil, Harry,” diye mırıldandı. Ron ve Hermione aralarındaki etkileşimi dikkatle izliyorlardı, kocaman gözleri bir Harry’ye bir Draco’ya bakıyordu, muhtemelen Harry’nin tedavisinde onların bilmesini pek istemedikleri kısımlar olduğuna şaşırmışlardı—ve Draco’nun o kısık sesle Harry’nin adını söylemesini, onu sakinleştirmesini duyduklarına.
Harry hâlâ tereddütlü görünüyordu ama yine de başıyla onayladı ve Draco, Harry’nin ona konuşmayı yönlendirmesine izin verecek kadar güvendiğini anladı—pek bir seçeneği olmasa da. Draco, çifte döndü.
“Harry tam olarak lanetlenmemişti, sanki ona… emir verilmişti. Benim tahminim o gece içkilerine bir iksir karıştırıldığı yönünde, bilinç altını daha kolay manipüle edilebilecek hâle getirecek bir şey. Bariz bir şekilde fiziksel bir etkisi de vardı; yargısını büyük ölçüde köreltmiş, vücudunu ağır ve hâlsiz hissettirmişti—neredeyse hareket edemiyordu.”
Bunu duyunca Ron’un gözleri pörtledi. Hermione dikkatle Harry’yi izliyordu. Draco, Harry’nin muhtemelen o gece nasıl hissettiğini açıklamadığını fark etti—Draco yalnızca bunu kendisi deneyimlemeye zorlandığı için biliyordu. Ama Harry zaten hissettikleri hakkında pek konuşmazdı, fiziksel veya başka türlü. Mesela muhtemelen arkadaşlarına Voldemort’un vücudunu ele geçirmesinin nasıl hissettirdiğini hiç anlatmamıştı veya bir Basilisk dişi tarafından sokulmanın nasıl hissettirdiğini veya bir dolaba kilitlenip aç bırakılmanın nasıl hissettirdiğini.
“Saldırganın yalnızca büyüyle Harry’nin zihnine kendi sesini saklamasını emretmesi gerekmiş, ta ki Büyücü Dünyası’nın gözünde veya Büyücü Dünyası için kim olduğunun değil de ‘gerçekten’ kim olduğunun bilindiği zamana kadar. ‘Yalnızca kendin için konuş,’ diye talep etmişti sanıyorum. Harry’nin bilinç altı da buna itaat etmiş ve—bilinçsizce—onu en çok şekillendirdiğine, Harry’nin gerçekten olduğu kişiyi oluşturduğuna karar verdiği anıları kırıntı olarak bıraktığı bir yol oluşturmuş. Şimdiye kadar yolun yarısını biraz geçtik.”
Ron ve Hermione’nin ağızları bir karış açık kalmıştı, şaşkınlıktan küçük dillerini yutmuş gibiydiler. İlk konuşan Ron oldu.
“Yani o zaman… lanet—emir—of, sorun, yalnızca doğru anıları görüp yolu izleyebilecek bir Zihnefendar tarafından mı çözülebilir?” diye sordu Ron ve Draco zihninde birkaç adım ileride olduğunu anlayabiliyordu. Draco göz ucuyla Draco’nun tekli koltuğunun yanında yerdeki geniş pufta oturan, hâlâ temkinli görünen Harry’ye baktı. Başı, Draco’nun elinden yalnızca birkaç santim uzaktaydı ve Draco’nun eli uzanıp o düzensiz saçlara dokunmak için can atıyordu, sırf göründükleri kadar yumuşaklar mı görmek için. Koltuğun kolunu yumruğuyla sıktı.
“Evet, saldırganın amacının bu olması yüksek bir ihtimal ama nedenini çözebilmiş değilim. Bunun—” Draco, Harry’yi ve kendisini işaret etti, “—Harry’yi bir süreliğine etkisiz hâle getirmek dışında ne çeşit bir amaca fayda sağlayabileceğini anlamıyorum. Ama onu etkisiz hâle getirmenin çok daha basit yolları var—Harry o esnada epey savunmasızdı. Ona her şeyi yapabilirdi ama bunu yaptı.”
Ron cevap vermeden önce tereddüt etti. Önce Harry’ye yatıştırıcı bir bakış attı. “Söz veriyorum, seni hiçbir şeyle suçlamıyorum, Draco ama burada konuyu her açıdan ele almalıyım—o kişi Harry’yi esasında bir Zihnefendar’a yollamışken ve sen de bariz bir şekilde ülkedeki tek Şifacı Zihnefendar’ken senin bununla bir ilgin olmadığını nereden bilebiliriz?”
Şimdi şaşırma sırası Draco’daydı. Harry anlatmamış mıydı…? Bakışlarını hızla Harry’ye çevirdi, temkinli yüzünde bir cevap aradı ama bulamadı. Harry yalnızca dudaklarını birbirine bastırdı ve çekinerek elini koyu renk saçlarından geçirip gözlerini kaçırdı. Draco bundan, Harry’nin Draco’nun Veritaserum çöküntüsünü kendine saklamış olmasından memnun olup olmadığını bilmiyordu—utanç vericiydi ama aynı zamanda onu şüphelerden aklıyordu ve Ron bu soruşturmanın başındaki Baş Seherbaz’dı… Ama yine de Harry böylesine özel detayları açıklama seçeneğini Draco’ya verdiği için biraz minnettar da hissetti. Harry, mabetlerini korumuştu.
“Harry’nin bununla kesinlikle hiçbir alakam olmadığını bildiğine güvenebilirsin; bunu ilk haftamızda, ben bu durumun beni sokacağı şüpheli konumu fark edince öğrenmişti. Beni Veritaserum etkisi altında sorguladı.”
“Ne yaptı?!” Hermione şok ve öfke içinde ayağa kalktı ve Ron da ona katılıp kocaman olmuş gözlerle Harry’ye baktı.
“Harry sana Veritaserum mu verdi?” diye sordu Ron tehlikeli bir şekilde, gözlerini Harry’den ayırmadan, o da doğruca Draco’ya bakıyordu. Draco yatıştırıcı bir tavırla ellerini kaldırdı.
“Harry bana Veritaserum vermedi. Ben kendim içtim ve ona sorularını yazdırdım, okuyunca da dürüst bir şekilde cevapladım. Sorular nasıl sorulursa sorulsun aynı işliyor.”
“Kendi kendine mi içtin?” diye ısrar etti Hermione ve Draco gözlerini devirdi. Bütün gece sadece laflarını mı tekrarlattıracaklardı?
“Evet, öyle yaptım. Benim önerimdi. Saldırganın ona ilerleyebileceği tek bir yol bıraktığını fark ettiğimde durumun nasıl göründüğünü anladım. Bana inanmasına, güvenmesine ihtiyacım vardı.”
Ron ve Hermione bu sözleri sindirirken, öfkeleri yatışıp koltuklarına geri otururlarken oda bir dakikalığına sessiz kaldı. Bir kez daha sessizliği bozan Ron oldu.
“Veritaserum’u nereden buldun?” diye sordu Ron, kafası karışıktı ve hâlâ biraz şüpheliydi. Draco gözlerini kapayıp hafifçe iç geçirdi. Cevap vermek zorunda mıydı? Harry’ye verdiği dürüstlük sözü bu iki kişiyi de kapsıyor muydu? Teknik olarak hayır ama…
Ama Harry’nin yalan söylediğini görmesini istemiyordu. Harry arkadaşlarına güveniyordu, Draco’ya da güveniyordu ve Draco kendi sırlarını korumak için arkadaşlarına yalan söylerse buna karşı çıkmazdı ama bu hoşuna da gitmezdi. Harry aksini söylemediği sürece Draco sorulan sorulara dürüst cevap verme ilkesinin Ron Weasley ve Hermione Granger için de geçerli olduğunu varsayacaktı. Gözlerini açıp Harry’ye baktı, sadece sanki sırf Draco için oradaymış gibi hissettiren bir yüz ifadesiyle ona bakıyordu. Neredeyse sakinleştirici, cesaretlendiriciydi. Harry’nin ellerinin seğirdiğini, sonra kucağında sımsıkı kenetlendiklerini gördü.
“Yürüttüm,” dedi Draco sonunda. “Bakanlıktan, on sekiz yaşımdayken. Bir Seherbaz’ın cebinden düşmüştü.”
Ron sessizce dalga geçercesine ofladı. “Bunu daha önce de duymuştum,” diye mırıldandı. Draco ona dik dik baktı ama çenesini kapalı tuttu. Draco sormadıkları şeyleri yanıtlamak zorunda değildi.
Maalesef, döneminin en zeki cadısı Hermione Granger bu gerçeği fark etmişti ve Draco’nun taktiklerini çok çabuk çözmüştü; gözleri onun, Ron’un ve Harry’nin arasında gezip duruyordu. Belli ki Draco’nun onlara hastalarının önünde dürüst olduğunu ama bunun yalnızca sorduklarında geçerli olduğunu söylemesini düşünüyordu ve belki de on sekiz yaşında nasıl bir durumda olduğunu hatırlıyordu. Kurnazca ona baktı ve Draco, kafasında Draco Malfoy bulmacasını çözemeye devam ederken gözlerinde ufak bir zafer ışığı görebildiğini sandı.
“Draco, nasıl bir durumda bir Seherbaz’dan bir şişe Veritaserum çalabildin?” diye sordu ve Draco ona sert sert baktı. Ondan müthiş bir Slytherin olurdu. Harry ona gurur ve düşüncelilikle bakıyordu.
“Bir Seherbaz üzerime tükürmek için yatağıma doğru eğildiğinde cebinden düştü,” diye yanıt verdi dişlerini sıkarak. “Vücudum aşırı dozdan sarsılıyordu ve şişeyi göz önünden sakladı. Seherbaz fark etmedi. Salınana kadar çorabımda sakladım.”
Bu gece Baş Seherbaz Weasley’yi hayrete düşürme sayısıyla bir rekor kırmış olmalıydı. Bu kadar saygı duyulan, bu kadar stratejik akıllı, son yüzyılın en genç Baş Seherbaz’ı olan biri için epey kalın kafalı olabiliyordu. Draco en azından aynı olduğunu kendisine itiraf edebiliyordu. Pansy ona sürekli söylüyordu. “Sen sadece konu bilmeye uğraşmadığın şeyler olduğunda kalın kafalısın, Draco,” diyordu. Seherbaz yolsuzluğu muhtemelen Ron’un bilmeye özel bir çaba sarf etmediği bir şeydi—en azından on sekiz yaşındayken ve nefret ettiği birini ilgilendirirken. Draco artık Ron’un özbeöz Gryffindor liderliği altında işlerin epey farklı olduğundan emindi.
“Neyse,” dedi Draco kararlılıkla, “sonuç olarak benden duyduğun şüpheyi aşabilirsin. Bu olayla hiçbir alakam yok ve Harry’nin kendisi de buna kefil. Birinin, kimsenin bu suçlamanın aksini ispat etmeyeceğini bilerek beni suçlu duruma düşürmek istemiş olması bile mümkün. Çok kolay olurdu.”
Üçü de düşünceli bir şekilde Draco’ya bakıyorlardı. Bundan biraz rahatsız oldu.
“O zaman tüm vaktimizi Harry’nin sohbete zorlanmasını ve Harry’ye bakılmasını izlemeye harcamadan önce,” dedi Draco ağır ağır, Düşünseli’ni göstererek, “neden şimdiye kadar gördüklerinizden ne anladığınızı bana anlatıp teorilerinizi paylaşmıyorsunuz?”
Ron bu yönden ve çabuk konu değişiminden memnun görünüyordu.
“Eh, açıkçası, çoğunlukla onu anladık: bir muggle pubında sohbete zorlanıyor ve izleniyor. Tekrar tekrar konuştuğu tek kişiler çalışanlar ve belki birkaç diğer devamlı müşteriydi ama hiçbiri hiç Harry’nin kim olduğuna dair herhangi bir ilgi göstermemişler. Hiçbirinin soyadını bile bildiğini ya da umursadığını sanmıyorum. Muhtemelen Harry orayı o yüzden o kadar sevdi,” deyip sırıttı Ron ve Draco ile Harry yalnızca baş sallayarak ona hak verdiler.
“Ama onun dışında Harry pek derin sohbetlere girmemiş. İlgi gösteren herkes Harry’nin kaçınmalarından ve retlerinden sonra pes etmiş ve o insanlar hep etrafta konuşacak başkalarını bulmuşlar. Herhangi biriyle bulabildiğim tek bağlantı barda bir yerde tek başına duran biri tarafından epey sıklıkla izlenmiş olduğu. Ama her seferinde farklı biri. Çoközlü olabilir diye düşünüyoruz ama hepsinin aynı kişi olduğunu düşünmemize sebep olabilecek başka hiçbir şey yok—sadece rahatsız edici bakışları.” Ron ürperdi.
“Bakışı nasıl tanımlardın?” diye sordu Draco somurtarak.
“Rahatsız edici,” diye tekrarladı Ron derin bir nefes alıp. “Delici. Meraklı. İstilacı. Arkadaşça değil ama tehditkâr da değil. Tecrübe eden kişi ben değildim bile ama beni rahatsız etti.”
Draco düşünceli bir tavırla ellerini kavuşturup tavana baktı. “Duruşlarına dair bir şey fark ettin mi? Mesela bakan bir kadın feminen bir şekilde mi oturuyordu, bakan bir adam oturduğu yerde yayılıyor muydu? Kambur mu duruyorlardı yoksa dimdik mi oturuyorlardı? Kıpırdanıyorlar mıydı veya yüzlerini herhangi bir şekilde hareket ettiriyorlar mıydı? Herhangi bir tik?”
Tekrar odaya baktı, herkesin yüzünde derin düşüncelerden aynı somurtma vardı. Draco neredeyse gülecekti. Ron gözlerini açıp Draco’ya baktı ve basitçe “Bence kendin bakmalısın,” dedi.
Draco iç geçirmemeye çalıştı. Anılara Zihnefend hızıyla bakamazsa saatlerce burada olurlardı. Draco’nun hızıyla tüm o anıları Harry’nin kafasından almak belki yirmi dakika sürmüştü. Hepsinin kendi hızlarında gerçekleşmelerini izlemek çok uzun zaman alacaktı ama başıyla onaylayıp ayağa kalktı ve aralarındaki Düşünseli’ne gitti. Ron ona katıldı ama başka kimse katılmadı.
“Sadece biz mi o zaman?” diye sordu Draco kendisini ve Ron’u göstererek, o da karısına merakla bakıyordu.
“Ben burada kalayım,” dedi Hermione, “hepsini gördüm zaten.” Harry’ye bir baktı. “Harry de gördü tabii.”
Harry anlaşılamaz bir şekilde biraz boyun eğmiş ve yenik görünüyordu. Draco bir şeyi gözünden kaçırıyormuş gibi hissetti ama Ron sadece omuz silkti ve Draco’ya dönüp Düşünseli’ni işaret etti. Draco derin bir nefes aldı ve ikisi de yüzlerini soktular. Bir renk girdabıyla muggle pubına, barın yanına gittiler.
“Çok gizemlisin,” diyor koyu tenli adam Harry’ye parlak, meraklı bir gülümsemeyle. “Düşürmeye falan çalışmıyorum. Seni ilginç buluyorum. Seni tanımak istiyorum.”
Draco iç geçirdi. “Ürkütücü bakışlar arıyoruz, değil mi?”
“Evet,” diye cevap verdi Ron, kollarını kavuşturdu ve duruşunu rahatlattı, kendini uzun bir seyre hazırladı.
“Ben kontrolü elime alsam sorun olur mu o zaman? Biraz kafa karıştırıcı hissettirebilir ama bizi doğru anılara getiririm. Nasıl hissettirdiklerini hatırlıyorum,” diye önerdi Draco.
Ron şüpheyle somurttu. “Ne demek istiyorsun? Bunları kontrol edebiliyor musun?”
“Kontrol edemiyorum, sadece filtreleyebiliyorum ve yönlendirebiliyorum, eğer izin verirsen.”
“Peki,” deyip iç geçirdi Ron bir süre düşündükten sonra. “Buna pek güvenmiyorum. Ama Harry sana güveniyor ve her şeyi izlemek zorunda kalırsak bütün gece buradan çıkamayız.”
“Güzel,” diye yanıt verdi Draco saçma bir şekilde—başka ne demesi gerekiyordu? “Bekle.”
Draco iyice odaklandı, kendini Düşünseli’nin dışındaki vücuduyla yeniden bağladı, elini cebindeki asasına koydurdu. Ron onu merakla izledi.
Uzakta tahtayı avucunda hissedebildiğinde büyüsünü Düşünseli’nin içerisine odakladı, izlenmenin tüyleri diken diken eden hissini hatırladı. Nazikçe itti, daha fazlasını ararken enerjisini daha da yaydı ve o olmayan her şeyi kenara itti.
Anılar etraflarında zıpladı ve döndü, Draco’nun filtrelerinin arasından ve filtrelerine karşı uçuyorlardı. Yer tekrar tekrar yok olup yeniden belirdiğinde Ron’un yanında nefesinin kesildiğini duydu. Önemli değildi—burada gerçekten bir varlıkları yoktu, düşemezlerdi.
Anılar yavaşladı ve sonunda durdu. Muggle pub etraflarında bir kez daha belirdi. Harry barda yalnızdı, gergin görünüyordu. Draco etrafa bakındı—işte oradaydı, odanın diğer ucunda, bu anıya ilk göz attığı zamandan hatırladığı sarışın kadın. Ron’u dirseğiyle dürttü ve ona işaret etti.
Kadın yüksek masada tek başına, kaskatı bir şekilde oturuyor. Elinde bir içki var ama sıvı hiç azalmıyor. Brendiye benziyor, muhtemelen pahalı. Kimse ona yaklaşmıyor. Duruşu kusursuz—sırtı dik, omuzları geride. Bacakları birbirlerine yakın duruyor ama kolları hafifçe yana açık. Harry’yi dikkatle izliyor, neredeyse hiç göz kırpmıyor. Yüzünde hiçbir duygu yok—sanki bu yalnızca yapmak zorunda olduğu bir şeymiş gibi. Öz güvenli.
Bir süre sonra hafifçe başını yana çeviriyor, eli ensesindeki uzun sarı at kuyruğunu tutmak için boynuna uzanıyor. Saçı nazikçe omzuna alıp göğsüne bırakıyor, düzeltip dikkatli nöbetine geri dönüyor.
Adam barın öbür ucunda yalnız oturuyor. Haşin, genç ve biraz da pis görünüyor—koyu renk saçları kısa kesilmiş ve parlak gözleri Harry’ye odaklı. Duruşu mükemmel, dengeli, bacakları yer kaplamak için yayılmış. Öz güvenli; zarif, yıkanmamış bir elde bir bardak brendi çeviriyor. Başını hafifçe yana çeviriyor, elini ensesine uzatıyor.
Ve böyle devam etti—tekrar tekrar. Harry’ye bakılıyordu, dikkatle izleniyordu, her seferinde farklı biri tarafından. Ama bir süre sonra Draco benzerlikleri farkedebildi: duruş şekillerinde, bakışlarının yoğunluğunda, ellerindeki brendi dolu bardakta. Ron’a baktı.
“Görüyor musun?” diye sordu Draco. Ron ona döndü, kaşları düşünceyle çatılmıştı. Başıyla onayladı, Draco’nun dirseğini tuttu ve onları Düşünseli’nden çıkardı.
Düşünseli’nden çıkınca Draco elini asasından çekti ve etrafa baktı. Harry ve Hermione hareket etmemişlerdi ama sessizce birbirlerine dik dik bakıyorlardı. Hermione bir jest yapıyormuş gibi elini kaldırmıştı ve Harry kollarını göğsünde kavuşturmuştu, asabi görünüyordu. Belli ki bir şeyi bölmüşlerdi.
“İyi misiniz…?” diye sordu Ron temkinli bir şekilde, bir Harry’ye bir Hermione’ye bakıp. Çaresizce neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Hermione birden Draco’ya döndü.
“Draco, aşırı doz Veritaserum mu aldın?” diye sertçe sordu ve Draco gözlerini devirip sinir olarak ofladı.
“Bazıları aşırı doz olduğunu düşünebilir. Bu neden önemli?”
“Düşündüğüm kadar içtiysen saatlerce süren acılı kıvranmaların ardından seni bayıltmalıydı. Neden bütün şişeyi içtin?”
Ron hızla ona döndü. “Bütün şişeyi mi?!” diye sordu, hayrete düşmüş ve biraz da sinirlenmiş görünüyordu. Draco azarlanıyormuş gibi hissediyordu ve bu aptalcaydı çünkü bu olanların üzerinden uzun zaman geçmişti ve kendi kararlarını verebilen yetişkin bir adamdı—bu günlerde. Savunmacı bir tavırla dikleşti.
“Evet, bütün şişeyi içtim çünkü Seherbazlar canları sıkıldığında bana o kadar veriyorlardı, o yüzden bende kahrolası Sihirli Yasa Departmanı’nda standart dozun bu olduğunu sandım ve Harry’nin bana inanmaması riskini almak istemedim. Eğer Harry Potter beni suçlasaydı gün batmadan Azkaban’a girmiş olurdum, anlıyor musunuz? Kesinlikle kimse bunu sorgulamazdı.” Draco, Rose koridorun ilerisinde uyuduğu için sesini yükseltmemek için çok uğraşıyordu; sonra Ron’un odaya yaptığı Muffliato’yu hatırladı.
Harry yine o üzgün, endişeli gözlerle ona bakıyordu ve Draco’nun Gryffindor acımasıyla uğraşacak sabrı yoktu—
“Ama Draco, eğer o kadar içtiysen bir günden uzun süre baygın olurdun—çalışacak hâlde olmazdın. Ama Harry’ye göre Zihnefend’siz tek bir seans bile geçirmemişsiniz. Hikâyenden şüphe etmiyorum ama ya burada uyuşmayan bir şeyler var ya da o hâlde Harry’nin kafasına girmen fena hâlde sorumsuz ve tehlikeliydi—”
Harry elini orta sehpaya vurup Hermione’nin azarını böldü. Draco, Hermione’nin kimse kızgın olduğunu kestiremiyordu bile. Harry ona çok sert bir şekilde bakıyordu—elini yumruk yaparak kaldırdı, avucu aşağı bakıyordu ve sonra hemen elini açtı.
Hermione şaşkın ve içerlemiş görünüyordu, yüz ifadesinden anlamadığı belliydi.
“Sanırım bırakmanı söylüyor, Hermione,” diye mırıldandı Draco ve Harry göz ucuyla ona bakıp başıyla onayladı, sonra kolları tekrar o savunmacı tavırla göğsünde kavuştu. Hermione ikisine de ofladı, kesinlikle bırakmayacak bir tavırla ağzını açtı. O daha lafa giremeden Draco araya girdi.
“Bütün şişeyi içtim,” diye açıkladı kısık, yatıştırıcı bir ses tonuyla. “Ve aynı gün içerisinde kırıntıları aramaya da başladık. Ama, ımm… sakıncalı bir hâlde değildim.” Boynundan yukarı doğru kızarmaya başladığını hissedebiliyordu, Harry’nin büyüsünün damarlarında akmasının hissettirdiği sıcaklığı hatırlıyordu—
“Ama bu imkânsız—“
“O halletti,” dedi Draco hızlıca, sessizce, Harry’ye bakıp durdu ama o Draco’nun gözlerine bakamıyor gibi görünüyordu. Harry’nin yanaklarının da hafifçe kızardığını görebiliyordu ve nedense bunun arkadaşlarının bilmesini pek istemediği bir şey olduğunu anladı. Draco da buna tüm kalbiyle katılıyordu. Fazla—samimi görünüyordu. Özel… En azından bunlar Draco’nun kendi sebepleriydi.
“Halletti,” diye tekrarladı Hermione düz bir sesle, kesinlikle etkilenmemişti ve gözlerini kısarak ona bakıyordu.
“Evet. Sadece… halletti işte.” Draco tuhaf hissederek ellerini ceplerine koyarken yüz ifadesi resmen yalvarıyordu. Lütfen, bırak gitsin.
Hermione yüzünü ellerine koydu, kendi kendine mırıldandı, belli ki onlardan bıkmıştı. Ron bunu fırsat bilip konuyu değiştirdi ve Harry ve Draco epey rahatladı.
“Tamam, eh, Draco ve ben ürkütücü şekilde seni izleyenlerde benzer karakteristikler fark edebildik, Harry,” diye duyurdu.
“Evet, muhtemelen epey varlıklı biri,” diye ekledi Draco. “Benim tahminimce bir safkan.”
“Öyle mi?” deyip somurttu Ron, biraz alınmış görünüyordu. Draco gözlerini devirdi.
“Aileden zengin, kesinlikle. Duruşu, ellerinin hareket edişi—” Draco elinde bir bardak brendi çeviriyormuş gibi zarif parmaklarıyla taklit etti. Harry izledi, büyülenmiş görünüyordu. Draco elini tekrar cebine koydu. “—insanlar doğduklarından beri eğitilmedikleri sürece öyle hareket etmezler. Kimse doğal olarak öyle, sırtı asadan daha düz şekilde oturmaz. O kişi mümkün olduğunca rahat görünüyorken bile hâlâ resmen öz güven yayıyordu, statünün verdiği öz güven.”
Ron düşünceli bir şekilde hımladı, gizlice Draco’ya baştan aşağı baktı. Draco ona tek kaşını kaldırdı.
“Ayrıca brendi içiyordu.” Draco, babasının Malikâne’deki çalışma odasındaki kristal içki sürahilerini hatırlayıp yine gözlerini devirdi. Draco’nun gözünde kimse eğlencesine brendi içmezdi. Bir çeşit gösteriydi; iki güçlü, varlıklı adamın arasındaki görünmez satrançta bir hamle. Draco’nun olmak için eğitildiği kişiydi—bir siyasi figürü akşam yemeğinden sonra çalışma odasına davet eden ve manipülasyonu başlatmak için ona on bin galleonluk cin yapımı brendi teklif eden biri—ve bu tamamen gösteriş meraklısı bir davranıştı. Tadı kesinlikle ateşviskisi veya müthiş bir muggle cin toniği kadar güzel değildi.
“Peki,” dedi Ron bir süre sonra. “Bunu fark etmene sevindim. Ben bakışlarına odaklanmıştım, bir de eliyle yapıp durduğu o sinir bozucu huya…”
“Ne huyu?” Draco somurttu. Ron’un dudakları minicik bir gülümsemeyle kıvrıldı, çok hava atıyor değildi ama belli ki Draco’nun görmediği bir şeyi gördüğüne memnundu.
“Elini ensesine götürüp durdu, saçına uzanmak için başını biraz döndürüyordu. Kısa saçlı biriyken bile yapıyordu, engel olamıyordu. Tahminimce uzun saçlı bir kadın. Hermione arada saçıyla öyle yapıyor—” Ron, farkında olmadan eli kabarık kıvırcık saçlarına giden karısına baktı. “—ensene uzanıyorsun ve saçını omzundan geçirip önüne alıyorsun.”
“Tamam, yani uzun saçlı, varlıklı bir safkan—kadın olmak zorunda değil. Bir aynaya baksan iyi olur, Ronald Weasley, sen de bütün gün saçınla oynuyorsun,” diye özetledi Hermione somurtarak, laf sokmadan da edemedi.
Ron gözlerini devirdi. “Beş galleona varım, kadın,” diye mırıldandı.
“Kumar oynamayacağım, Ronald.”
“Tamam,” diye mırıldandı Draco. Tanıdığı Ölüm Yiyenleri ve babasının bazı eski ‘arkadaşlarını’ düşünüyordu—neredeyse hepsi artık Azkaban’daydı ama adamların birkaçı uzun saçlarını önemsiyordu, bir lüks gibiydi. Mümkündü. Ron ona sırıttı ve elini uzattı. Draco kısaca elini sıktı ve devam ettiler.
“Harry bir ara bir Adı-Ağza-Alınmayan olabileceğini düşünmüştü,” diye teoriler üretmeye devam etti Draco. “Onlar hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Bu kişinin belli ki zengin bir Çoközlü İksir stoğuna erişimi var ve muhtemelen başka daha tehlikeli, deneysel iksirlere… Saldırı esnasında konuşmaları kehanet gibiydi. Siz ne düşünüyorsunuz?”
“Eh, Çoközlü yapmak pek zor değil—” diye belirtti Hermione.
“Evet, biliyorum, sen on iki yaşında tuvalette yaptın,” deyip elini salladı Draco, sonra neyi açık ettiğini fark edince aniden nefesini içine çekti. Eğlenmiş yüz ifadelerine karşılık boğazını temizledi. “Ama malzemeler nadir ve süreç zaman alıyor. Bir iksirci olabilir veya belki bir iksirciyle çalışıyordur—ve yine söyleyeyim, bir çeşit görüye veya kehanete gönderme yapıyormuş gibi konuşuyordu. İçinizde Adı-Ağza-Alınmayanlar hakkında bir şeyler bilen var mı?”
Üçlü rahatsız bir şekilde birbirlerine baktılar. Ron hafifçe eline öksürdü.
“Şeyden beri oraya inmedik, ımm, beşinci sınıftan beri…” diye mırıldandı Ron hızlıca diğerlerine bir bakıp. “Orada pek… hoş karşılanmıyoruz? Epey zarara yol açmıştık…”
Draco sırıttı—bu söylediği azdı bile. “Yani, hayır, onlar hakkında hiçbir şey bilmiyor musunuz?”
Hepsi başlarını iki yana salladılar. “Hayır. Dokuzuncu Seviye’den kaçınıyoruz ve bildiğimiz kadarıyla onlar da bizimle muhatap olmak istemiyorlar,” diye açıkladı Ron. “Ama tabii ki kimse Adı-Ağza-Alınmayanların nasıl göründüğünü veya bugünlerde aşağıda neler yaptıklarını bilmiyor. O yüzden olabilir. Genelde kitaplarına ve sırlarına gömülü birkaç inek oldukları varsayılıyor.”
Draco iç geçirdi. “Mümkün, o zaman. Shacklebolt’a onlar hakkında ne biliyor diye bir sorarım.”
“Sen mi Shacklebolt’a soracaksın?” Ron ona kaşlarını kaldırdı ve Draco ona burun kıvırdı.
“Evet, ben soracağım. Nasıl olduysa Harry’yle çalıştığımı öğrenmiş ve iyileşmesini hızlandırmak için her bilgiyi memnuniyetle sağlayacaktır—epey sabırsız.” Draco yine gözlerini devirdi. “Gayet yakınız, sizi temin ederim,” diye mırıldandı göz ucuyla hızla Harry’ye bakıp, oysa duvardaki bir şey epey ilgisini çekmiş gibi görünüyordu.
Hermione gözlerini kısarak önce ona sonra Harry’ye baktı, o yüzden Draco yeniden fırça yiyip konu dağılmasın diye hemen devam etti.
“Adı-Ağza-Alınmayanlar dışında göz önünde bulundurabileceğimiz birileri var mı?”
“Eh, Harry’nin siyasi rakiplerinin çoğunluğu varlıklı safkanlardan oluşuyor,” dedi Ron somurtarak. Draco kafa karışıklığıyla kaşlarını çattı.
“Siyasi rakipler mi? Niye? Harry siyasetçi değil ki—öyle misin?” diye sordu Draco Harry’ye bakarak, o da yalnızca rahatsızca omuz silkti.
“Yani artık biraz öyle,” diye mırıldandı Ron, “tabii ki işi o değil—elimizdeki en iyi Seherbaz o ve siyasetten nefret ediyor. Ama bazen Mahkeme’de konuşuyor, kullanmak isterse diye Büyüceşûra’da oy hakkı da var—siyasetçiden çok etki sahibi biri sayılır, genelde Kingsley’nin ya da başka bir aktivistin veya siyasi figürün isteği üzerine. Herif hayır demeyi bilmiyor,” deyip Ron sevgi dolu bir şekilde sırıttı ve Harry gözlerini devirdi.
Draco iç geçirdi. Evet, bu Harry’nin yapacağı türden bir şey gibiydi. “Bu kesinlikle Kingsley’nin sabırsızlığını açıklıyor,” diye homurdandı. “Ayrıca şüpheli havuzumuzu da pek daraltmıyor. Şimdi elimizde bütün Esrar Dairesi ve siyasetle ilgilenen tüm varlıklı safkanlar var.”
“Siyasetle ilgilenen, uzun saçlı ve iksir yapımı geçmişi veya onunla ilgisi olan tüm varlıklı safkan kadınlar,” diye belirtti Ron özellikleri parmaklarıyla sayarak.
“Belki,” diye yanıt verdi Draco düşüncelere dalmış hâlde.
“Sen kendi, ımm… çevrenden öyle birini tanıyor musun?” diye sordu Ron çekinerek.
“Aklıma gelen herkes Azkaban’da—çok şükür,” diye yanıt verdi Draco. “Ve o dediğin ‘çevrem’ Timsy, Narcissa, Shacklebolt ve Pansy’den oluşuyor—ve Pansy bir özel boşanma avukatı ve siyaset umurunda değil.”
“Timsy mi?” Hermione somurttu, kafası karışmıştı.
“Ev cinim,” dedi Draco umursamadan, sonra ne dediğini ve bunun yol açacağı önlenemez patlamayı fark edip gözlerini pörtletti—
“Özgür bir cin, ‘Mione,” dedi Ron hemen, teslim olurcasına ellerini kaldırıp çünkü Hermione’nin ağzı alevli bir tartışmaya hazır şekilde açılmıştı, “güven bana. Onunla tanıştım.”
Hermione ağzını kapadı, yatışmıştı ama hâlâ hoşnutsuzdu. Draco saatine baktı ve ne kadar geç olduğunu fark edip içinden ofladı. Şu an kaçmak için harika bir zamandı.
“Lafı açılmışken ben eve gideyim,” dedi Draco derin bir nefes alıp ve koltuğundan kalkıp. “İkinize de beni ağırladığınız için teşekkür ederim. Umarım bunun yardımı dokunmuştur—cevaplayabileceğim sorularınız olursa beni yine çağırın.” O önemli detayı unutmayacaklarını umup Harry’nin belirttiği rızasıyla demedi.
Üçlü ayağa kalktı ve Draco Ron ve Hermione’yle el sıkıştı, Rose için gerçekten Huysuz terlikleri bulacağını onayladı. En son Harry’yle el sıkışmaya döndü.
“Perşembe görüşürüz, Harry,” deyip sırıttı Draco ve Harry de karşılık verip başıyla onayladı. Gözleri parlaktı, eğlence ve gurur gibi bir şeyle parıldıyordu. Draco yalnızca bir anlığına gözlerine bakıp ön kapıya döndü. Ron onu geçirdi.
“Draco,” diye seslendi Ron eşikten, Draco buharlaşmak için asasını çıkardığında. Draco beklentiyle ona baktı. “Teşekkürler.”
Draco başıyla onayladı, biraz rahatsız olmuştu ve sonra kendi evinin rahatlığına ve yalnızlığına buharlaştı.
***
Draco perşembe sabahı sıcak çikolata ve kahve arasında seçim yapmak istemedi ve Harry’yi mutlu edip Timsy’yi sinir eden bir şekilde Timsy’den mocha istedi. Cin dediğini yaptı çünkü Draco’nun istediklerini yapmamaktan da nefret ediyordu ama tüm bu süre boyunca “Efendiler Timsy’den Timsy’nin mükemmel kahvesini mahvetmesini istiyorlar,” ve “Efendilerin aroma profiline hiç saygıları olmuyor,” gibi sözlerle kendi kendine söylendi.
Ancak içecekler, Draco’nun bariz saygısızlığına rağmen, lezizdi.
“Yedinci sınıf,” deyip iç geçirdi Draco berjer koltuklarına yerleşirlerken. “Hazır hissediyor musun?”
Harry omuz silkip mochasını yudumladı, parmakları bir kez daha dalgınca seramik kupanın kenarlarını ovalıyordu. Bir süreliğine Draco’yu izledi, sonra kupasını bırakıp koltuğunda tamamen doğruldu, gergince bacaklarını ovaladı. Çalışmaya hazırdı ama belli ki Savaş’ı yeniden yaşama konusunda heyecanlı değildi. Draco da değildi ama yapmak zorundaydılar. O yüzden hem sıcak çikolata hem kahve istemişti. Hem konfor hem motivasyon.
Draco meditasyonlarını yönlendirdi, güçlü ve yavaş, her zamanki gibi. Bitirdiklerinde yavaşça asasını kaldırdı ve bekledi.
Harry asaya temkinli bir şekilde baktı, birkaç derin nefes daha aldı ve sonra Draco’nun gözlerine bakıp başıyla onay verdi. “Legilimens.”
Harry onları altıncı sınıfın sonuna geri getirdi, Dumbledore’un cenazesinden ve Dursleylerde geçen olaysız bir yazdan sonraya. İlk kırıntı neredeyse anında geldi. “Bir tane buldum,” diye mırıldandı Draco ve yakaladı.
Harry, Hagrid’in motosikletinin yan arabasında havada uçuyor. Gece, etraflarındaki lanetlerle aydınlanıyor. Harry’nin kalbi küt küt atıyor. Ani bir yeşil ışık onu birkaç santimle ıskalıyor ve ayaklarındaki metal kuş kafesine isabet ediyor. Baykuş ciyaklıyor ve kafeste yere düşüyor.
“Hayır—HAYIR!” diye bağırıyor Harry. “Hedwig—”
…
“Benim!” diye çığlık atıyor Voldemort ve yarasındaki acı Harry’yi gözlerini kapamaya zorlarken asası kendi kendine hareket ediyor, elini büyük bir mıknatıs gibi sürüklüyor…
…
“Sen!” diye bağırıyor Harry, boş cebinde asasını arıyor.
“Asan burada, evlat,” diyor adam, “ve o bağırdığın benim karım.”
“Aa, ben—ben özür dilerim,” diyor Harry, Andromeda odaya girerken.
“Hagrid pusuya düşürüldüğünüzü söyledi—kızımız nerede? Nymphadora nerede?” diye sertçe soruyor Andromeda.
…
Remus ve George Weasley, Kovuk’un bahçesinde mavi bir ışık içerisinde beliriyorlar. Bir sorun var: Remus, yüzü kanla kaplı George’a destek oluyor.
…
“Deli-Göz öldü,” diyor Bill Weasley, yaralı yüzünde ciddi ve üzgün bir ifade var. Oda, şok ve yasla sessiz.
Geçerken kırıntının parıltısı yok oldu ve Draco sakince geri çekildi, asasını tahtaya doğrultup yeni bir noktaya “Hedwig/Moody” yazdı. Detaysız ama yeterince anlaşılır. Bu ikisini birbirine bağlayan tek şey Harry’nin arkadaşı olmaları ve görünüşe bakılırsa aynı gece öldürülmüş olmalarıydı.
Draco sağ elinin işaret parmağını gömleğinin yakasından içeri soktu ve dalgınca oradaki yara izine dokundu. Bugün aklını başında tutmaya kararlıydı—kelimenin tam anlamıyla bir savaşı yeniden yaşıyorlardı ve en kötü şeylerin Harry’nin başına geldiğini biliyordu. Harry için güçlü durmak istiyordu. Harry’nin yaslanabileceği bir şey olmak istiyordu. Draco bu sefer kendi duyguları altında yıkılmayı reddediyordu.
Harry’nin gözleri kapalıydı ve yüzünde derin bir üzüntü vardı. Tıpkı Draco gibi kendini güçlendirmeye çalışıyor gibi görünüyordu—Draco ona dokunmak istedi, sürekli kendini dik tutan kişi olmasına gerek olmadığını söylemek, özellikle burada, mabetlerinde. Harry gözlerini açtı ve Draco yüzündeki kederin arasında bir parça yenilmişlik gördü.
“Bu, arkadaşlarının seni korurken öldüğü ilk sefer miydi?” diye sordu Draco yumuşak bir sesle ve Harry yüzünü ekşitti, gözlerini kapadı ve yavaşça başıyla onayladı.
“Bahse varım iki dakika geçmeden onları ekmeye çalışmışsındır,” dedi Draco ve Harry tekrar gözlerini açtı, dikkatle Draco’yu izledi. Yine başıyla onayladı. “Bunun, yakınındaki insanlara ödeteceği bedeli fark ediyordun, senin peşinden gelecek ve etrafındakileri tehlikeye sokacak olan şiddeti. Ama onlar muhtemelen bunu kabul etmiyorlardı, değil mi?”
Harry alaycı bir bakışla başını salladı ama yüzündeki üzüntü dolu ifade hâlâ yerindeydi. Draco asasını ellerinin arasında yuvarlıyordu, düşünürken yüzü kırışmıştı, tüm gördüklerini sindiriyor ve Harry hakkında bildiklerine bağlıyordu.
“Andromeda’yı ilk gördüğümde ben de aynı tepkiyi vermiştim,” diye mırıldandı Draco havayı biraz yumuşatmak için nazikçe sırıtarak. “Merlin’e şükür o ilk başta beni görmedi. Bellatrix’in ölse kot pantolon giymeyeceğini ve onun büyüsünün Bella’nınkinin tam zıttı olduğunu fark etmem biraz zaman aldı.”
Dinlerken Harry’nin dudaklarının kenarları biraz titredi, gözlerinde hafif bir merak büyüyordu. Parmağıyla burnuna dokundu ve sessiz bir soruyla tek kaşını kaldırdı.
“Evet, büyüsünün kokusu da farklıydı. Rahatlatıcı ve yumuşak—kar ve demli çay gibi kokuyor.”
Harry hafifçe güldü ve başıyla onayladı—muhtemelen Andromeda’nın çayı nasıl içtiğini çok iyi biliyordu. Harry’nin biraz daha iyi hissediyor olmasına memnun olan Draco yeniden asasını kaldırdı.
“Bir tane daha bulmaya hazır mısın?” diye sordu ve Harry derin bir nefes daha alıp başıyla onayladı ve Draco’nun gözlerine baktı. “Legilimens.”
“Harry James Potter’a, azmin ve yeteneğin ödüllerini hatırlatması için Hogwarts’taki ilk Quidditch maçında yakaladığı Snitch’i bırakıyorum.” Scrimgeour Dumbledore’un vasiyetini okuyor ve Harry’nin eline bir altın snitch bırakıyor, hiçbir şey olmadığında somurtuyor.
Bir vaşak Patronus’u kalabalık dans pistinin ortasına geliyor. “Bakanlık düştü,” diyor Kingsley Shacklebolt’un sesiyle. “Scrimgeour öldü. Geliyorlar.”
Harry, Grimmauld meydanındaki evde Sirius’ın odasında duruyor, elinde yıpranmış bir fotoğraf ve eksik bir mektup var, dalgınlıkla yüzündeki yaşları silerken parmağını Lily’nin el yazısında gezdiriyor.
Bir Ölüm Yiyen bir şöminenin önünde yerde, çığlık atıyor ve acı içinde kıvranıyor. Daha zayıf bir figür başında dikiliyor, asasını uzatmış. Harry tiz, soğuk, merhametsiz bir sesle konuşuyor: “Draco, Rowle’a memnuniyetsizliğimi bir kez daha tattır… yap bunu ya da gazabımı kendin hisset!” Bir odun ateşe düşüyor ve ışık korkmuş, sıska, soluk bir yüze vuruyor—
Draco kısa bir anlığına Zihinbend duvarlarını kontrol etti—hâlâ güçlülerdi, Merlin’e şükür, bu da ne—
“Buna asla inanmazdım,” diye neredeyse hırlıyor Harry, “bana Ruh Emicilerle savaşmayı öğreten adam—korkağın tekiymiş.” Remus’un yüzü öfke dolu, asasını o kadar çabuk çekiyor ki Harry’nin duvara fırlatılmadan önce tepki verecek vakti olmuyor.
“Regulus Efendi cebinden Karanlık Lord’unkine benzer bir madalyon çıkardı ve Kreacher’a almasını ve çanak boşalınca madalyonları değiştirmesini söyledi…” Kreacher hüngür hüngür ağlıyor ve titriyor. “Ve Kreacher’a—onu bırakıp—gitmesini emretti…”
Umbridge, On Numaralı Mahkeme Salonu’nun standından amirane bir tavırla muggle doğumlu cadıya bakıyor. Harry, Pelerin giymiş ve Çoközlü’yle geniş bir adam kılığına girmiş hâlde bir kadının arkasında ayakta duruyor, o kadının Çoközlü içmiş bir Hermione olduğunu biliyor. Umbridge’i sersemletiyor, Hermione madalyonu onun boynundan alıyor ve Ruh Emiciler doluşuyor. “Expecto Patronum!”
Ron’un yüzü solgun ve ormanda yerde titriyor. Kolu ve omzu kanla kaplı. “Septirme,” diyor Hermione, parmakları Ron’un kıyafetinin koluyla meşgul. “Harry, çabuk, çantamda…”
Draco kendini olası bir kırıntıya hazırlarken anılar daha da canlı ve şiddetli hissettirdi ama şiddet hissi hızla gitti, peşinden bir sonraki anılarda derin bir öfke ve çaresizlik hissi geldi. Bir çadırda aylar geçirmişlerdi; hareket hâlinde, berbat bir madalyon taşıyarak, aç ve umutsuz ve acınası ve işler daha da kötüye gidiyordu—
“Hayır, anlamıyorsun! Senin ailen yok!” diye bağırıyor Ron ve Harry ona saldırıyor, canı yanmış ve öfkeli.
Harry Çabulcu Haritası’na bakıyor, Ginny’nin ayak izlerini Gryffindor ortak salonunda takip ediyor.
Harry doğduğu evden kalan yıkıntıya bakıyor. Zayıf düşmüş, yaşlı bir kadın ona ve Hermione’ye doğru topallayarak geliyor, ayakları karda hafif kıtırtı sesleri çıkarıyor.
Nagini yaşlı kadının derisinden çıkıyor ve saldırıyor. Harry kendisinin olmayan ani bir neşe hissediyor. “Hermione! O geliyor!” Yılanla çaresizce savaşıyor. Hermione her yere büyü yapıyor ve sonunda birbirlerine ulaşıyorlar—cam kırıldığını duyuyor ve bir sıkışma hissediyor, sonra—kendisinin olmayan—bir öfke ve hiddet yara izini yakıp onu bayıltıyor.
“Tamam, geliyor,” diye mırıldandı Draco görüş açısının kenarındaki hafif parıltıyı görüp, kendi tepkilerini dikkatle kenarda tuttu. “Hadi bakalım—”
Harry bir kitap okuyor, damarlarında kızgınlık ve kafa karışıklığı akıyor. Kolunu genç bir Gellert Grindelwald’un omzuna atmış genç bir Albus Dumbledore’un fotoğrafına ve bir mektubun kopyasına bakıyor—
‘Gellert—
Büyücü egemenliğinin MUGGLELARIN KENDİ İYİLİĞİ İÇİN olması hakkındaki görüşün—bu, bence en önemli nokta. Evet, bize bir güç verildi ve bu güç bize yönetme hakkını veriyor ama aynı zamanda yönettiklerimiz üzerinde sorumluluklar da veriyor. Bunu vurgulamak zorundayız; bu, inşa edeceklerimizin yapı taşı olacak. Karşımızda duranlar olduğunda, ki kesinlikle olacaktır, karşı argümanlarımızın hepsinin temeli bu olmak zorunda. HERKESİN İYİLİĞİ İÇİN kontrolü elimize alıyoruz. Ve bunun peşinden şu geliyor: direnişle karşılaştığımızda sadece gerektiği kadar güç kullanmak zorundayız, daha fazla değil. (Durmstrang’te yaptığın hata buydu! Ama bundan şikâyetçi değilim çünkü eğer okuldan atılmasaydın hiç tanışamazdık.)
Albus’
Draco yavaşça, elinden geldiğince sakince geri çekildi. Harry’nin zihninin neden özellikle o anıyı seçtiğini kesinlikle anlayabiliyordu—asasını tahtaya doğrulttu ve yeni noktaya “Dumbledore & Grindelwald” yazıp Harry’ye bakmaya döndü.
Harry bir eliyle başını tutuyordu, gözlerini sımsıkı kapamış alnını ovalıyordu. Canı yanıyormuş gibi görünüyordu ve Draco biraz panikledi.
“Canını mı yaktım?” diye sordu endişeyle.
Harry sanki Draco’nun orada olduğunu daha yeni hatırlamış gibi hızla başını kaldırıp ona baktı. Aceleyle başını iki yana salladı ve elini yüzünden çekti.
“Canın acıyormuş gibi görünüyorsun,” dedi Draco. “Canını yaktıysam bilmem gerek.”
Harry yalnızca tekrar başını salladı ve cevap yazmak için not defterini aldı.
Acı anısı
“Haa,” dedi Draco. “Evet, o yıl epey başın ağrımıştı. Voldemort'un işi, sanıyorum?”
Harry tekrar kalemini kâğıda götürdü.
Kasten değil, yazdı.
“Hm.” Draco kısaca hımladı, hâlâ endişeliydi. “Sen eminsen…”
Harry not defterini kucağına koyup beklentiyle Draco’ya baktı. Draco temkinli gözlerle izleyip iç geçirdi ve tepkilerinin yavaşça sızmasına izin verdi.
“Nasıl…” demeyi denedi, asıl sormak istediği sorudan emin değildi—nasıl veya ne zaman veya neden o gördüğün şey yüzünden benden nefret etmiyorsun? Harry yine de bir şey anlamış gibi görünüyordu çünkü yeniden yazmak için eğildi.
Voldemort’la bağlantılıydım – duygusal olduğunda gördüklerini/hissettiklerini görüp hissedebiliyordum
“Hm,” diye hımladı yine Draco somurtarak. “Yani aranızdaki Zihinbend onun kontrolünde miydi? Madem seni ele geçirmek ona acı çektiriyordu?”
Harry başıyla onayladı ve Draco sol kolundaki İz’i hafifçe ovalayıp derin bir nefes daha aldı.
“Onu görmek zorunda kaldığın için üzgünüm,” diye mırıldandı. Harry bir şey yapmadı—yalnızca o bilen, beklentili gözlerle onu izledi ve bekledi.
“Regulus Black…” diye başladı Draco tekrar. “İlkini o bulmuş. Voldemort’u devirmeye çalışırken ölmüş…”
Harry bir kez başıyla onayladı. Draco başını koltuğa yasladı ve tavana baktı, sindirdi, öğrendi.
“Nagini yılan olarak da yeterince kâbusumsuydu,” deyip ürperdi Draco. “Bir de gidip sanki montmuş gibi yaşlı bir kadın giymesi gerekiyordu,” diye mırıldandı iğrenip yüzünü ekşiterek. Draco’nun sözlerine Harry’nin dudakları kıvrıldı ama o da ürperdi. Sonuçta bunu o yaşamıştı.
Draco somurttu, iyice düşündü. “Snitch…” dedi. “Neden sana bir Snitch verdi?”
Harry sırıttı, yine o üzgün gözlerle ona baktı. Not defterine eğilip tekrar yazdı.
Göreceksin
Draco ofladı. “Bundan eminim,” dedi sıkıntıyla, sonra beyni işe giriştiğinde kaşlarını çattı. “O kırıntının, onu gerçekten sandığın kadar iyi tanımadığını öğrendiğin an olduğunu tahmin edeceğim,” dedi. “Senin Büyücü Dünyası’ndaki resmen temelin olan, sana destek olan ve yardım eden ve sonra sana yardımı dokunacak neredeyse hiçbir alet veya bilgi vermeden bu imkânsız görevi veren adam. Senin için bir çeşit kahramandı, değil mi? Ta ki onun hakkında aslında ne kadar az şey bildiğini, senden ne kadar şey sakladığını fark edene kadar. Bu, sana bu kadar az şey verip senden bu kadar çok şey istemesi seni ne kadar sinirlendirse de aynı zamanda onu daha insan yaptı—bunların hiçbirini sana kendisi söylemediği için üzgündün. Bu onu sadece karmaşık bir geçmişi olan bir adam yaptı, sadece çağının en güçlü büyücüsü ve tüm cevapların sahibi değil… seni o kadar iyi tanıyabildi, senin hakkında resmen her şeyi biliyordu, senden tüm dünyayı bekledi ve karşılığında sana kendinden neredeyse hiçbir şey vermedi… değil mi?”
Harry ona kocaman gözlerle bakıyordu, dudakları aralanmıştı—neredeyse korkuyor gibiydi. Draco yine somurttu.
“Yanlış bir şey mi söyledim?” diye sordu Draco sessizce. Harry yavaşça başını salladı ama o paniğe kapılmış yüz ifadesi değişmedi. Draco bir an onu izleyip yüzünü inceledi, sonra gözlerini kaçırıp sehpadan kupasını aldı. Bu, Harry’yi dalgınlığından çıkarmış olmalı ki o da aynısını yaptı.
Birkaç saniye sessizlik içinde oturup içeceklerinin çikolatalı sıcaklığının tadını çıkardılar. Draco saatine baktı. Neredeyse on buçuk—kesinlikle hızlanıyorlardı.
“Ara vermeden önce bir tane daha bulmaya vaktimiz var,” dedi Draco. “Hazır hissediyor musun? Dürüst ol.”
Harry iki saniyeden az düşünüp kısaca başıyla onayladı. Mochasını bırakıp doğruldu, gözlerini kapadı ve kendini hazırlamak için derin nefesler aldı.
Draco dalgınlıkla saçının bir tutamını parmağına dolayarak onu izledi. Hareketsizce otururken bile Harry bir şaheser gibi görünüyordu ve yalnızca nefes alıyordu. Acınası, Draco.
Harry sonunda hazır olduğuna karar verdiğinde Draco bir kez daha asasını kaldırdı ve büyüyle Harry’nin kafasının içine girdi.
Harry bir ormanda gümüşi bir maral Patronus’unun peşinden gidiyor. Çok tanıdık geliyor. Maral, donmuş bir göletin üzerinde yok oluyor, içinde Harry bir yakut parıltısı fark ediyor. Harry ne yapması gerektiğini anlayıp iç geçiriyor ve kıyafetlerini çıkarmaya başlıyor.
Kollar onu buzlu sudan çekip donmuş yere çıkarıyor, madalyonun zinciri sonunda boynundan çıkarılıyor ve nefes alabiliyor. Elleri kılıcı sımsıkı tutuyor. “Ulan neden,” diyor Ron nefes nefese, madalyonu kaldırıp, “dalmadan önce bu şeyi çıkarmadın?”
Harry ve Hermione’nin hayaletimsi figürleri madalyonun üzerinde sarılıyorlar, dudakları buluşuyor. Ron’un yüzü acı dolu. “Yap şunu, Ron!” diye bağırıyor Harry ve Ron kılıcı madalyona geçiriyor. Bir cam ve metal çınlaması ve uzun bir çığlık duyuluyor.
Duvarlarının arkasında Draco bunu sevinçle kutluyordu ve aynı zamanda Harry ve Hermione’yi birlikte görmekten epey iğrenmişti. Bu çok yanlış görünüyordu. Harry yine her şeyi kendisi hatırlayıp onları yönlendiriyordu. Draco, önceki girişimlerinden çok yorulmadığını gördüğüne sevindi.
Hermione, Ozan Beedle’ın Hikâyeleri’ni kapıyor. “Eh, işte bu,” diyor Xenophilius Lovegood. “Bunlar, Ölüm Yadigârları.” Bir tüy kalem ve parşömen alıyor, kalın siyah mürekkeple garip bir sembol çiziyor. “Bu konuları anlayanlarımız, bu eski hikâyenin üç nesneden, veya Yadigâr’dan, bahsettiğini ve bir araya gelirlerse sahiplerini Ölümün Efendisi yapacaklarını biliyoruz.”
“Ve eğer dinliyor olduğunu bilseydin Harry’ye ne derdin, Romulus?” Lee Jordan’ın sesi kablosuzdan duyuluyor.
“Hepimizin ruhen yanında olduğumuzu söylerdim,” diye yanıt veriyor Remus’un sesi, “ve içgüdülerini takip etmesini, iyiler ve neredeyse her zaman haklılar.”
“Hadi ama Hermione, neden bunu kabul etmemekte bu kadar ısrarcısın? Vol—”
“HARRY, HAYIR!”
“—demort Mürver Asa’nın peşinde!” Masadaki Sinsioskop yanıyor ve dönüyor, çadırlarının dışarısından sesler geliyor—
“Elleriniz havada dışarı çıkın!” diye bağırıyor kulak tırmalayan bir ses karanlıkta.
Draco’nun nefes alış verişi hızlanıyordu. Siktir, diye düşündü. Başlıyoruz.
“Ben—Ben emin olamıyorum,” diyor Draco, kocaman gri gözlerinden dehşet içerisinde olduğu ve onu tanıdığı okunuyor. Harry, Draco’nun neden itiraf etmediğini anlamıyor. Göğsü sıkışıyor.
“Ama ona dikkatlice bak! Yakına gel!” Harry, Lucius’un sesini daha önce hiç bu kadar heyecanlı duymamıştı.
“Draco, eğer Potter’ı Karanlık Lord’a verenler biz olursak her şey affedilecek…”
“Bilmiyorum,” diyor Draco.
“Ama bak, Weasley’nin çocuğu orada! Potter’ın arkadaşları—Draco bak ona, bu Arthur Weasley’nin oğlu değil mi—?” Lucius resmen kendinden geçiyor.
“Olabilir,” deyip omuz silkiyor Draco.
Harry, Hermione’nin çığlıklarını mahzenden duyabiliyor. “Malfoy Malikânesi’nin mahzenindeyiz, bize yardım et,” diyor kırık bir ayna parçasına çaresizce. Bir an sonra Dobby odada beliriyor.
“Harry Potter,” diye ciyaklıyor Dobby sesi birazcık titreyerek. “Dobby sizi kurtarmaya geldi.”
“Beni öldürecek misin?” Harry boğuluyor. “Ben senin hayatını kurtardıktan sonra? Bana borçlusun, Kılkuyruk!” Gümüş elin parmakları gevşeyip onu bırakıyor ve durdurulamaz bir şekilde Pettigrew’un kendi boğazına doğru hareket etmeye başlıyor. Pettigrew’un gözleri dehşetle kocaman oluyor.
Harry’nin yara izi acıyla yanıyor—Voldemort geliyor. Bellatrix’in gümüş bıçağının altında Hermione’nin boğazından bir damla kan akıyor…
Harry bir tekli koltuğun üzerinden atlayıp Draco’nun elindeki üç asayı zorla alıyor ve hepsini Greyback’e doğrultuyor…
Bıçağın gümüş sapı cinin inip kalkan göğsüne giriyor. Harry düşerken onu yakalıyor. “Dobby, hayır, ölme, ölme—”
Dobby gözlerinin içine bakıyor. “Harry… Potter…” diyor, çabadan dudakları titriyor, sonra vücudu biraz ürperip hareketsiz kalıyor.
Draco adrenalinden, kendi anılarını Harry’nin gözlerinden görmekten, bir zamanlar tanıdığı cinin ölmesini izlemekten kendi bedeninde titriyordu. Zihinbend duvarlarının arkasında Timsy’yi düşündü ve titremesi arttı ama çok yaklaşmışlardı, Draco hissedebiliyordu—artık durmaları bir fayda etmezdi.
“Geldik sayılır, Harry,” diye mırıldandı Draco, sesi titriyordu. “Harika gidiyorsun, çok yaklaştık—”
Harry Dobby’yi mugglelar gibi gömüyor, kirleniyor ve terliyor. Uzaktan Voldemort’un öfkesini hissediyor—Harry’yi kendi yası koruyor.
“Harry,” diye fısıldıyor Hermione, “düşündüğüm şeyi mi söylüyorsun? Lestrange’lerin kasasında bir Hortkuluk olduğunu mu söylüyorsun?”
“Alıç ve tek boynuzlu at kılı. Tam 25 santim. Makul derecede esnek. Bu, Draco Malfoy’un asasıydı,” diyor Ollivander pürüzlü bir sesle.
“Asasıydı mı? Hâlâ onun değil mi?” diye soruyor Harry.
“Erkek!” diye bağırıyor Remus, son derece heyecanlı. Herkes sevinç içinde bağırıyor. “Teddy, Dora’nın babasının adı. Vaftiz babası olur musun, Harry?”
Harry alıç asanın ışığında Çabulcu Haritası’na bakıyor. Bir tarafı açıp Draco’nun ayak izlerinin zindan koridorlarında gezmesini izlemeye devam ediyor.
“Tamam, işte burada,” dedi Draco cincüceyle plan yapılan, Bill ve Fleur’le yemekler yenen, Voldemort’un artık Mürver Asa’ya sahip olmasına yanılan birkaç anıdan sonra. Sonunda görüşünün kenarında parıltıyı fark edip sıkıca yakaladı. “Bekle—”
Harry Pelerin’in altında, sırtında bir cincüce var, Gringotts’ta yüksek bir masanın önünde duruyor ve yanında neredeyse tanınmayacak hâlde bir Ron, Ölüm Yiyen Travers ve Bellatrix Lestrange—Çoközlü içmiş Hermione—var.
“Kimlik mi? Bugüne kadar kimse kimliğimi sorgulamadı!” diyor Hermione/Bellatrix.
“Biliyorlar,” diye fısıldıyor cincüce Griphook Harry’nin kulağına. “Uyarılmış olmalılar.”
“Asanız yeterli olacaktır, hanımefendi,” diyor masadaki yaşlı cincüce. Bellatrix’in asasının çalındığını biliyor olmalılar—
“Bir şey yap, bir şey yap, çabuk!” diye fısıldıyor Griphook aceleyle.
Harry Pelerin’in altında alıç asayı kaldırıyor, yaşlı cincüceye doğrultuyor ve hayatında ilk defa fısıldıyor, “Imperio.”
Harry’nin kolundan garip bir his geçiyor, sanki aklından onu asaya bağlayan damarlarına ve sinirlerine akan sıcak bir karıncalanma. Yaşlı cincüce, Hermione/Bellatrix’in asasını alıyor; dikkatle inceliyor ve diyor ki, “Ah, yeni bir asa yaptırmışsınız, Bayan Lestrange!”
Draco geri çekildi ve asasını indirdi. Gözlerini kapadı ve Zihinbend bariyerlerinin inmesine izin verdi, yıkılmaya tehlikeli derecede yakın hissediyordu. Hâlâ adrenalinden titriyordu, alnında benek benek soğuk terler vardı. Elleri yakasına gitti, sol koluna, saçına, tekrar tekrar ve nefesinin vücuduna girip çıkmasına odaklandı, duygu selini atlatmaya çalıştı: korku, kaygı, keder, suçluluk, hayranlık, hatta biraz da neşe, içinde ve etrafında dolanıyordu. Denizde fırtınaya yakalanmış ufak bir tekne gibiydi, geçmesini beklemekten ve her şeyin iyi olmasını ummaktan başka çaresi yoktu.
Draco gözlerini açtığında Harry yine kaygıyla onu izliyordu. Draco ona ufak, iç rahatlatıcı bir gülümsemeyle baktı. “İyi misin?”
Harry’nin dudaklarının bir kenarı yukarı doğru titredi ve kısaca başıyla onayladı. Draco analizine başlamaya hazırlandı ama Harry önce not defterini alıp Draco’ya bir baktıktan sonra yazmaya başladı.
Neden onlara söylemedin?
Draco derin bir nefes aldı, bu detaysız sorunun neyden bahsettiğini çok iyi biliyordu. Tamamen dürüst olacağına söz vermişti.
“Çünkü ölmeni istemedim,” diye cevap verdi. “Eğer sen olduğunu söyleseydim anında onu çağıracaklardı ve o da seni oracıkta hemen öldürürdü. Bunu yapmayacaktım.”
Harry pürdikkat ona bakıyordu, yüz ifadesinde Draco’nun tam okuyamadığı bir şey vardı. Draco daha fazla soru sormasını bekledi ama sormadı, o yüzden devam etmeye karar verdi.
“Bu senin ilk—başarılı—Affedilmez’in miydi?” diye sordu. Harry yine başıyla onayladı, gözleri hâlâ Draco’nun yüzündeydi.
“Muhtemelen ilk defa teknik olarak masum bir üçüncü kişiye zarar verdin, değil mi? Seni tamamen şaşırtmış olmalı…” Draco cümlesine devam etmedi, biraz daha düşünüyordu ve Harry de onu cesaretlendirircesine başını salladı.
“…ve doğru ve yanlış hakkındaki katı görüşlerini tamamen altüst etmiş olmalı,” diye mırıldandı. “Voldemort’u yenmek için o kasaya girmen gerekliydi. O noktada ahlak kuralları senin ödeyemeyeceğin bir lükstü. O yüzden masum insanların üzerinde Affedilmezler kullandın ve bir banka soydun ve dedikodular doğruysa bir ejderha da çaldın. Hayatta kalmak söz konusu olduğunda doğru ve yanlış önemsiz kaldı.”
Harry ona anlamlı bir şekilde, yine o gurur olabilecek şeyle ve anlayış gibi bir şeyle bakıyordu. Draco, Harry sanki onun içini görüyormuş gibi hissetti. Aniden Draco aynı zamanda kendi altıncı ve yedinci sınıf deneyimlerini tarif ettiğini fark etti—hayatta kalmak söz konusu olduğunda doğru ve yanlış önemsiz kaldı. Harry de bunu mu düşünüyordu? Bu sefer Harry mi onu anlıyordu?
Draco Harry’nin yüzünü inceledi ama o, iletişim kurmaya girişmedi—sadece orada oturup o bilen, yeşil gözlerle Draco’ya baktı. Draco asasını tahtaya doğrulttu, yeni bir noktaya “İlk Affedilmez” yazdı ve devam etti.
“Patronus nereden gelmişti?” diye sordu Draco. Harry bir süre daha ona bakıp sonra yazmak için not defterini aldı.
Snape
Draco kaşlarını kaldırdı. “Severus’un Patronus’u dişi bir geyik miydi?” Harry biraz daha yazmak için başını eğdi.
Annemin
Draco derin bir iç geçirdi. Bu çok saçmaydı.
“Merlin, Harry, gerçekten keşke konuşabilseydin,” dedi nefes verip. “Seninle konuşmak istediğim çok şey var, senin hakkında bilmek istediğim çok şey ve bunları böyle öğrenmekten hoşlanmıyorum—hiçbir kontrolünün olmadığı, ne gördüğümü seçemediğin bir şekilde. Sen bunlar hakkında konuşamıyorken.” Draco başka bir şey dememek için dudaklarını birbirine bastırdı. Harry yalnızca ona acı bir şekilde baktı ve omuz silkti.
Draco koltuğunun kollarına hafifçe vurup ayağa kalktı ve etkili bir şekilde garip itiraf anını bitirdi.
Harry bir süre daha koltuğunda oturdu. Vahşi koyu renk saçları alnında yumuşakça kıvrılıyordu ve Draco, sağ kaşını kestiği yerden şimşek yara izinin ucunu biraz görebiliyordu. Ateşin ışığı çenesindeki hafif kirli sakalın üzerinde dans ediyor, elmacık kemiklerini keskinleştiriyordu. Öyle bir öz güvenle oturuyordu ki, berjer koltukta yer kaplıyordu—kot pantolon içindeki bacakları biraz açıktı, güçlü kollar koltuğun kollarında duruyordu, sanki oraya aitmiş gibi. Birden başını kaldırıp gözlüklerinin ardından Draco’ya baktı, fazla parlak yeşil gözler kalın, koyu renk kirpiklerin altından Draco’yu deldi geçti ve Draco omurgasında aniden bir sıcaklık aktığını hissedip sertçe nefes aldı.
Çabucak arkasını döndü; bir kolunu o rahatsızlık hissini, uyarıyı hissedebildiği karnının üzerine kaldırdı.
“Hadi o zaman, öğle yemeği vakti,” dedi Draco, sesi istediğinden daha boğuk çıktı ve Harry’nin peşinden gelip gelmediğine bakmadan kapıya gitti.
***
Harry yine hayvanları ziyaret etmek istedi, o yüzden öyle yaptılar. Neyse ki hava güneşliydi, o yüzden üzerlerine bir şey giymelerine gerek olmadı. Hatta Draco gömleğinin kollarını bile kıvırdı, nisan ortası güneşinin cildini ısıtıp onu ferahlıkla doldurmasına izin verdi.
Yaprakların arasından benek benek görünen güneş ışığıyla yolu takip etmesi kolaydı. Harry’nin siyah tişörtü ve koyu renk saçları parlak ormanda göze çarpıyordu, bir uyum gibiydi—tam olarak aynı olmayan ama yine de orada olması gereken, ağaçlara katılıp ortaya daha da sevimli bir şey çıkmasını sağlayan bir şey. Etraflarındaki toprak gün geçtikçe daha da yeşeriyordu ve Draco renkleri Harry’nin gözleriyle kıyaslamadan, bitki çeşitliğiyle belirginleşen benzerlikleri fark etmeden edemiyordu. Tüm varlığıyla eğer içinden bu kadar acınası davranıyorsa en azından dışarıdan bunun belli olmadığını umuyordu.
Buluşma yerine doğru geldiklerinde Harry ona baktı, eğlenmişlikle sırıttı ve dudaklarını büzüp ıslıkla Celestina Warbeck’in Lanet Kırıcı’sını çaldı. Draco oflayarak güldü ve inanamayarak başını iki yana salladı.
“Demek ki ağzınla yapabildiğin tek ses bu,” deyip sessizce güldü. “Gazeteler ne diyecek? ‘Seçilmiş Kişi Yeni Tutkusunu Seçiyor: Profesyonel Islık Pandomimi…’”
Harry ona ses çıkarmadan güldü ve onu Draco sayesinde o kadar mutlu, o kadar rahat görünce Draco’nun göğsü sıkıştı.
Hera, Draco’nun yanındaki yabancıyı yeniden gördüğüne sevinmiş görünüyordu ve memnuniyetle Harry’nin havuçlarını ve sevgisini kabul etti. Bubo dalından atlayıp Draco’nun çıplak koluna nazikçe konmaya geldiğinde Draco durumu yeni bir bakış açısından gördü—Harry geyiği ve baykuşu seviyordu, ona kaybettiklerini hatırlatsalar bile. Bu kesinlikle bir önceki ziyaretlerinde Harry’nin çelişen yüz ifadelerini açıklıyordu: keder dolu gözlerle mutlu bir gülümseme ve Draco bunu şimdi de Harry Draco’dan baykuş yemi torbasını alıp bayağı puhuya uzatırken yine görebiliyordu.
Eve dönüp yine Timsy’nin gizli-ama-istilacı el temizleme tılsımlarından birine katlandıktan sonra Draco Harry’nin ondan istemeyeceğini bildiği bir şey teklif etmeye karar verdi.
“Birkaç hafta önce senin için birkaç anı çıkardım,” diye başladı Draco çekinerek, “küçüklüğümden Dobby’yle olan anılar. İstersen izleyebiliriz.”
Harry’nin gülümsemesi utangaçtı ama hevesli ve meraklı görünüyordu. Tereddüt ederek başıyla onayladı—sanki çok heyecanlı görünürse Draco teklifini geri çekecekmiş gibi. Draco ona sırıttı. Sevimli.
Draco sonra arkasını döndü ve laf dinlemez düşünceleri için kendini azarlayarak çalışma odasına yöneldi.
Draco gizli dolabın kilidini açıp Düşünseli’ni çıkardı ve odanın ortasına, Harry’nin durduğu yere doğru yolladı. Dar raftan etiketinde “Dobby” yazan şişeyi aldı ve Harry’nin yanına döndü.
“Burada iki anı var,” dedi şişeyi kaldırıp. “En sevdiklerim.” Draco şişenin kapağını açtı ve dikkatle içindekileri Düşünseli’nin içinde dönüp duran büyülü-sıvı-rüzgârın içine döktü. Onay için bir kez Harry’ye baktı ve ikisi birlikte yüzlerini çanağa eğdiler.
Draco’nun çocukluk odasına geldiler. Duvarlar, Quidditch ve süpürge alet edevatlarıyla kaplıydı ve raflar, kitaplar ve oyuncak ejderhalarla doluydu. Mobilyalar şatafatlıydı, yatağının etrafındaki cibinlik koyu bir Slytherin yeşiliydi. Harry bu görüntüye sırıttı.
Yedi yaşında bir Draco üzerinde mavi, pahalı, resmî bir cübbe ve rugan ayakkabılarla yerde yatıyor. Başının üzerinde minik Quidditch oyuncuları figürleri uçuşup duruyor.
“Genç Efendi Draco tam şu an resmî cübbesiyle yerde yatıyor olmamalı,” diyor Dobby odaya cisimlendiği yerden, yatağın ayak ucundan temkinli, manalı bir şekilde. Gergin görünüyor, minik ellerini ovalıyor.
“Niyeymiş?” diye soruyor Draco mızmızca, yerden kalkmadan. Dobby yalnızca daha da evhamlanıyor, topuklarının üzerinde zıplıyor, kulakları sallanıyor.
“Çünkü Dobby, Narcissa Hanım’ın tam şu anda koridorda yürüdüğünü görüyor,” diye cevap veriyor cin sessizce. Draco’nun gözleri komik şekilde pörtlüyor ve anında yerden fırlayıp masasına koşuyor, yolda bir de kitap kapıyor. Dobby parmaklarını şıklatıp büyüyle havadaki ve yerdeki oyuncakları topluyor ve Draco’nun pahalı cübbesindeki tozları ve kırışıklıkları gideriyor. Draco sırtını doğrultuyor ve Dobby kapı açıldığı an buharlaşıyor ki ses duyulmasın.
Narcissa süzülerek odaya giriyor, uslu görünen çocuğunu görünce sevgiyle gülümsüyor. “Draco, babanın misafirleri bir saat içinde gelecekler ve misafir odasında onları karşılamaya hazır olmanı bekliyorum,” diyor yumuşak bir sesle ve saçlarını okşuyor. Draco sanki onun geldiğini yeni fark etmiş gibi başını kitabından kaldırıyor.
“Tabii ki, Anne,” diye cevap veriyor elinden geldiğince safkan zarafeti ve olgunluğuyla ki bu yedi yaşında bir çocuk yapınca yine de gülünç görünüyor. “Onlarla tanışıp onları evimizde karşılamak için sabırsızlanıyorum.”
Harry’nin eli kahkahasını gizlemek için ağzına gitti, gözleri neşe doluydu. Narcissa’nın dudaklarının eğlenerek titrediğini gördüler ve Draco birden Teddy’nin Narcissa’nın elini tutup selam vermesini hatırladı.
Narcissa nazikçe başını öpüyor ve odadan çıkıyor. Kapı kapanırken Draco rahatlayıp abartılı bir şekilde iç geçiriyor ve kitabını kapatıyor. Dobby odaya geri cisimlenip durumu kontrol ediyor. Draco ona sırıtıyor.
“Genç Draco Efendi’nin bir saat daha aşağıda olması gerekmediğine göre Genç Draco Efendi şu an resmî cübbesiyle yerde yatıyor olabilir,” diyor cin kocaman yuvarlak gözlerle yine Draco’ya manalı bir şekilde bakıp. Dobby parmaklarını şıklatıyor ve Quidditch figürleri havaya geri dönüyor, oyuncak ejderhalar yerde dolaşıyor. Minik Draco gülüyor ve tekrar sert yere yatıyor.
Anı bitti ve sahne girdap gibi dönüp başka bir sahneye dönüştü. Etraflarında yine aynı oda vardı ama bu sefer iki kat daha fazla Slytherin dekorasyonu vardı ve iki kat daha fazla kitap, çoğu ağır ve eski ve epey sıkıcı görünüyordu. Gece olmuştu ve camdan dışarıda pamuk gibi lapa lapa kar yağdığı görünüyordu.
On bir yaşında bir Draco siyah cübbe giymiş, yatağında oturuyor, dizlerini göğsüne çekmiş, dramatik bir şekilde camdan dışarı bakıyor. Üzgünce iç geçiriyor. Dobby sessizce odada beliriyor, hızlıca Draco’ya baştan ayağa bakıyor, sonra dönüp rafları temizliyormuş gibi yapıyor.
“Eve hoş geldiniz, Genç Draco Efendi. Genç Efendi okulda iyi vakit geçiriyor muydu?”
“Geri gitmek istiyorum,” diye cevap veriyor Draco gözlerini camdan ayırmayıp. “Etrafta dolaşan aptal, ünlü Harry Potter’la bile orası buradan daha iyi. Gidip karda oynayamıyorum bile. Noel’de!”
Harry buna güldü ve Draco sırıttı.
“Genç Draco Efendi, Lucius Efendi onu cezalandırıyor olduğu için üzülüyor mu, efendim?” diye soruyor Dobby yan gözle çocuğa bakıp.
“Tabii ki,” diye tersliyor Draco mızmızca. “Sırf notlarım şeyinki kadar iyi değil diye… Profesörler bariz bir şekilde ayrımcılık yapıyor… daha sadece bir dönem oldu…” diye kendi kendine mırıldanıyor.
“Lucius Efendi, cezanın yeterli oluyor olduğuna karar veriyor olana kadar Genç Draco Efendi’nin bu odanın kapısından geçmesini yasaklıyor, efendim,” diyor Dobby kocaman gözlerle direkt Draco’ya bakarak. Draco alayla ofluyor.
“Gayet farkındayım, Dobby, başıma kakmana gerek yok,” diye hırlıyor Draco. Dobby yine ellerini ovuşturuyor, gergince etrafa bakınıyor.
“Genç Draco Efendi, Lucius Efendi cezanın yeterli oluyor olduğuna karar veriyor olana kadar odasının kapısından geçemiyor, efendim,” diyor Dobby kelimeleri vurgulayarak, hafifçe topuklarının üzerinde zıplıyor. Draco başını dizlerinden kaldırıyor ve kurnaz kurnaz gergin cine bakıyor.
“Belki… kapıdan geçmeden odamdan çıkmanın bir yolu olduğunu mu söylüyorsun?” diye soruyor Draco yavaşça. Dobby’nin yüzünü garip bir sırıtış kaplıyor ve şiddetle başını sallıyor, kulakları deli gibi sallanıyor.
“Genç Draco Efendi karda oynuyor olabilir, efendim, eğer Genç Efendi istiyorsa ve Dobby’ye oraya gitmeye yardım etmesini söylüyorsa, efendim,” diye fısıldıyor Dobby ve Draco heyecanla sırıtıyor, yataktan atlayıp ayakkabılarını giyiyor, bavulundan Slytherin atkısını çıkarıyor. Cinin yanına geri koşuyor, cin hâlâ gergince ellerini ovuşturuyor ama bu haylazlık fikri onu neredeyse Draco kadar heyecanlandırmış görünüyor. Cin parmaklarını şıklatıyor ve güçlü bir ısınma tılsımı çocuğu kaplıyor.
“Dobby,” diyor Draco sessizce, “beni dışarı çıkar.”
Dobby yine sırıtıyor, Draco’nun kıyafetinin kolunu tutuyor ve onları odadan dışarı cisimliyor.
Düşünseli’nin dışına, kendi vücutlarına döndüklerinde Draco güldü. Harry de ona katıldı; parlak, yaşlı gözlerle Draco’yu izleyip sessizce güldü. Draco yanağında soğuk bir şey hissedip dalgınca sildi—bir gözyaşı. Eh.
“Muhteşem bir cindi,” dedi Draco kahkahası sönerken. “Sen onu özgür bıraktığında üzülmüştüm ama Malikâne’den, babamdan uzaklaşabildiği için mutluyum. Mutlu olduğu için mutluyum.”
Harry’nin yüzü sevgiyle aydınlandı—Draco bunun kime yönelik olduğunu bilmiyordu ama önemli değildi. Sadece Harry’ye neşe getirdiği için, kendisinin gerçekten sevdiği bir şeyini Harry’yle paylaştığı için mutluydu.
Sakinleştiklerine Draco ufak ateşin yanındaki koltuklara işaret edip iç geçirdi. “Yedinci sınıfı bitirelim mi?”
Harry kısa bir anlığına Düşünseli dolabındaki anılarla dolu raflara baktı, sonra koltuğuna gitti. “Meditasyona başla, ben birazdan geliyorum,” dedi Draco, anıları Düşünseli’nden çıkarmak için asasını çıkardı ve onları dikkatle cam şişeye geri koydu. Düşünseli’ni dolabına geri götürdü, şişeyi tekrar rafa koydu ve kapayıp özenle kilitledi.
Draco koltuğuna yerleşti, asasını parmaklarının arasında döndürdü, derin nefesler alıp Harry’nin meditasyon yapmasını izledi. İçinden Harry’nin omuzlarının yavaşça, tekrar tekrar kalkıp inmesinin onun meditasyon yapmasına gerek bırakmayacak kadar sakinleştirici olduğunu düşündü. Onun yerine tekrar Zihinbend bariyerlerini yükseltip kendi duygularını ve tepkilerini zihnindeki büyük tahta kapının arkasına sıkıştırdı ve kendini önündeki işe hazırladı.
Harry gözlerini açtı, dudaklarını kıvırdı ve bir kez Draco’ya başını salladı. Draco asasını kaldırdı.
“Kılıcı verirsen kupayı veririm!” diye bağırıyor Griphook ve Harry’nin bir seçeneği yok, yanan hazinelerin içinde boğuluyorlar. Gryffindor’un Kılıcı’nı cincüceye atıyor, o da altın kupayı ona atıyor. Cildini yakıp kopyalarını oluşturmaya başlıyor ama Harry bırakmıyor.
“Relashio!” diye bağırıyor Harry ve ejderhayı yere bağlayan zincirler kırılıyor. “Bu taraftan!” Harry cincücelere ve büyücü korumalara sersemletme büyüleri yaparak canavara doğru koşuyor.
“Harry—Harry—ne yapıyorsun?” diye haykırıyor Hermione.
“Gelin, tırmanın, hadi—“ Harry ejderhanın sırtına tırmanıyor, eliyle uzanıp Hermione ve Ron’u da arkasına çekiyor ve sonra ejderha bağlı olmadığını fark edip kulak patlatan bir kükremeyle ayaklanıyor.
“Ne aldılar?” Sesi tiz ve soğuk, öfke ve korku içini yakıyor. “Ne aldılar? Söyle bana!”
“Ufak… Ufak b-bir altın kupa, Lord’um—“ diye kekeliyor cincüce ve o, inkâr edercesine, öfke dolu bir çığlık atıyor. Mürver Asa havayı kesiyor, odaya büyü doluyor, yeri cesetler ve kan kaplıyor.
“Gitmemiz gerek, Hermione,” diyor Harry kararlılıkla, kısa bir anlığına uykusuzluğuna yanıyor. Vakit yoktu. “Yüzüğün ve madalyonun gittiğini fark edince ne yapacağını hayal edebiliyor musun? Ya Hogwarts’taki Hortkuluk’un yeterince güvende olmadığına karar verip yerini değiştirse?”
Duvarlarının arkasında Draco çalınan ejderha dedikodusunun doğru olmasına sevindi—hep doğru olduğunu ummuştu. Gringotts bunu hep inkâr etmişti. Ama sonuçları… Draco’nun zihninde taşlar yerlerine oturmaya başlıyordu, anıları kendi anılarıyla bağdaştırıyordu.
“Ben abimi tanıyordum, Potter. Sır saklamayı daha annemizin dizinin dibinde öğrendi. Sırlar ve yalanlar, biz böyle büyüdük ve Albus… o, bu işte çok iyiydi.” Aberforth’un gözleri şöminenin üzerindeki kız portresine gidiyor.
“Geleceğini biliyordum! Biliyordum, Harry!” Neville şöminenin üstündeki portrenin arkasından güçlükle tırmanırken berbat görünüyor.
“Bulmamız gereken bir şey var,” diyor Harry. “Burada, Hogwarts’ta ama nerede olduğunu bilmiyoruz. Ravenclaw’a ait bir şey olabilir.”
“Eh, Rowena Ravenclaw’un kayıp diademi var,” diyor Luna. “Sana ondan bahsetmiştim, Harry, hatırladın mı?”
Amycus Carrow, McGonagall’ın yüzüne tükürüyor. Harry öfkeyle Pelerin’i üzerinden atıp alıç asayı doğrultuyor. “Crucio!”
McGonagall’ın ve Flitwick’in asaları havayı kesiyor. Snape aceleyle bir sınıf kapısından kaçıyor. “Korkak!” diye haykırıyor McGonagall.
Kendi vücudunda Draco gerginlikten titriyordu. Bu geceyi yeniden yaşamak istememişti, gerçekten istememişti—
“Bak, bir resmi var!” diyor Remus, Fleur ve Harry’ye gururla, şişko yumruklarını kameraya sallayan turkuaz saçlı minik bir bebeğin fotoğrafını çıkarıp.
“Harry Potter’ı bana verirseniz kimse zarar görmeyecek. Harry Potter’ı bana verirseniz ödüllendirileceksiniz. Gece yarısına kadar vaktiniz var.” Voldemort’un sesi azalarak kesiliyor ve peşinden Büyük Salon’a ağır bir sessizlik çöküyor.
“Ama orada!” diye ciyaklıyor Pansy titreyen bir kolla işaret ederek. “Biri onu yakalasın!”
Ron berbat bir tıslama sesi çıkarıyor, kolları basilisk dişleriyle dolu.
“Madalyonu açmak için öyle demiştin,” diyor Harry’nin afallamış yüz ifadesine karşılık. “Birkaç kere denemem gerekti ama becerdim.”
“Ev cinleri, hepsi aşağıda mutfaklarda olacaklar, değil mi?” diyor Ron.
“Onları da mı savaştıralım diyorsun?” diye soruyor Harry.
“Hayır,” diyor Ron. “Onlara gitmelerini söylemeliyiz diyorum. Bizim için ölmelerini emredemeyiz—”
Basilisk dişleri Hermione’nin kollarından yere dökülürken bir tangırtı çıkıyor. Ron’a koşuyor, kollarını boynuna doluyor ve onu dudağından öpüyor.
“Onu öldürmeyin! ONU ÖLDÜRMEYİN!” diye bağırıyor Draco, Vince ve Greg’e.
“ONLAR İÇİN ÖLÜRSEK SENİ ÖLDÜRÜRÜM HARRY!” diye kükrüyor Ron, Hermione ile birlikte Greg’i süpürgelerine çekerken ve Draco da sonunda Harry’nin kolunu kavrayıp arkasına tırmanıyor, beline sımsıkı tutunuyor. Harry diademi havada uçarken görüyor, keskin bir U dönüşü yapıp aşağı yöneliyor. Draco’nun yüzü kürek kemiklerinin arasına gömülü.
“Ne yapıyorsun, ne yapıyorsun, kapı o tarafta!” diye çığlık atıyor Draco, Harry düşen diademi yakalayıp tekrar kapıya doğru uçarken. Draco ona o kadar sıkı tutunuyor ki canı yanıyor.
Harry’nin kafasının dışında Draco nefes nefeseydi. Harry’nin titrek nefeslerini duyabiliyordu ve sol elinin kucağında titrediğini hissedebiliyordu. Az kaldı, az kaldı…
“Cidden şaka yapıyorsun, Perce! Galiba şeyden beri senin şaka yaptığını duymadım—”
Hava patlıyor, herkes uçuyor ve yıkıntının arasından Harry berbat, ızdırap dolu bir haykırış duyuyor…
“Oğlun öldüyse, Lucius, bu benim suçum değil. Diğer Slytherinler gibi gelip bana katılmadı. Harry Potter’la arkadaş olmaya karar vermiş olabilir mi?”
“Hayır… Asla,” diye fısıldıyor Lucius.
“HAYIR!” diye ciyaklıyor Hermione ve asasından çıkan kulakları sağır eden bir patlamayla Greyback, Lavender Brown’ın zayıfça kıvranan vücudundan uzağa uçuyor.
“Onlara zarar vermeyin, onlara zarar vermeyin!” diye bağırıyor Hagrid akın eden Akromantulaların arasında kaybolurken.
“Hepimiz hâlâ buradayız,” diye fısıldıyor Luna, “hâlâ savaşıyoruz, hadi…”
Harry Snape’in üzerine eğilmiş, boynundaki yaranın kanamasını durdurmaya çalışıyor. “Al…” diyor Snape hırıltılı bir sesle ve Harry, gözlerinden ve ağzından sızan gümüşi maviyi görüyor. Hermione eline bir şişe tutuşturuyor—Harry şişeyi ağzına kadar dolduruyor.
“Bana…bak,” diye fısıldıyor Snape ve Harry’nin gözleri, içlerindeki can yok olmadan önce bir anlığına onun koyu renk gözleriyle buluşuyor.
“Az kaldı, Harry,” diye fısıldadı Draco, yine sesi titreyerek. “Çok yaklaştık, hissedebiliyorum.” Görmeden Harry’nin ofladığını duydu, Draco bunun Tabii ki, seni şapşal, gibi bir anlama geldiğini biliyordu. Muhtemelen Draco da aynısını düşündüğü için.
Weasley’ler Fred’in cesedinin etrafını sarıyor. Harry, onların yanında Remus ve Nymphadora Tonks’un cesetlerini çok net bir şekilde görebiliyor, huzurlu ve hareketsizler ve Harry’nin dünyası daralıyor. Müdürün odasına koşuyor.
Bir anının içinde, Hogwarts Ekspres’te, on bir yaşında bir Severus on bir yaşında bir Lily Evans’a sırıtıyor. “Slytherin’de olsan iyi olur,” diyor.
“Slytherin mi?” diye lafa giriyor kompartımandaki bir diğer çocuk—küçük James Potter. “Kim Slytherin’de olmak ister ki? Ben olsam okulu bırakırdım, sen bırakmaz mıydın?”
Bir anının içinde, bir tepede, Severus dehşet içerisinde tir tir titriyor. “Kehanet—onun oğlunu kastettiğini sanıyor! Onların peşinden gidecek—sakla onları, lütfen, onları güvende tut—”
“Ve sen karşılığında bana ne vereceksin, Severus?” diye soruyor Dumbledore.
“Her şeyi veririm.”
Bir anının içinde, Severus ağlıyor. “Nasıl ve neden öldüğünü biliyorsun. Boşa gitmediğinden emin ol. Oğlunu korumama yardım et,” diye ısrar ediyor Dumbledore.
Bir anının içinde, Severus’un asası Dumbledore’un kararmış elinin üstünde. “Çok iyi iş çıkardın, Severus. Sence ne kadar vaktim var?” diye soruyor Dumbledore.
Severus tereddüt ediyor. “Belki bir sene.”
Bir anının içinde, Severus kaşlarını kaldırıyor. “Draco’nun seni öldürmesine izin vermeye mi niyetlisin?”
“Kesinlikle hayır,” diye yanıtlıyor Dumbledore. “Sen beni öldürmelisin.”
“Pekâlâ, Harry, sıkı tutun,” diye mırıldandı Draco ve Harry’nin sıcak elinin onunkini tuttuğunu hissettiğinde keskin bir nefes aldı—Harry bunu kelimenin tam anlamıyla anlamayı seçmişti. Draco yine de sıkıca tuttu, görüş açısının kenarında parıltıyı gördü, her zamankinden daha da parlak ve uzundu ve büyüsünü ona geçirdi.
Bir anının içinde, Dumbledore ofisinde volta atıyor. “Harry bunu bilmemeli, son ana kadar, yoksa yapılması gerekeni yapacak güce nasıl sahip olabilir?”
“Neyi bilmemeli?” diye soruyor Severus.
“Bir vakit gelecek—benim ölümümden sonra—ve Voldemort yılanının canı için korkuyor gibi görünecek. O zaman, sanırım, Harry’ye söylenebilir. … Lord Voldemort’un onu öldürmeye çalıştığı gece, Lily kendi canını kalkan gibi onların arasına koyduğunda Ölüm Laneti geri sekti ve Voldemort’un ruhunun bir parçası bütünden koptu ve hayatta kalan tek ruha tutundu. Voldemort’tan bir parça Harry’nin içinde yaşıyor ve ona yılanlarla konuşma gücünü ve Voldemort’un zihniyle olan bağlantıyı veren de bu. Ve Voldemort’un eksikliğini bilmediği o ruh parçası Harry’ye bağlı kaldığı ve korunduğu sürece Voldemort ölemez.”
“Yani çocuk… çocuk ölmek zorunda mı?” diye soruyor Severus.
“Ve bunu Voldemort’un kendisi yapmalı. Bu çok önemli.”
Uzun bir sessizlik daha. Sonra Severus diyor ki, “Sandım ki… onca yıl, çocuğu onun için koruduğumuzu sanıyordum. Lily için. Onu sırf doğru anda ölebilsin diye mi hayatta tuttun?” Severus dehşete düşmüştü.
Harry Düşünseli’nden çıkıyor ve dizlerinin bağı çözülüyor, yere düşüyor.
…
“Neville, dinle… Voldemort’un yılanını biliyor musun, kocaman bir yılan, ona Nagini diyor…” diyor Harry.
“Duydum, evet… ne olmuş ona?”
“Öldürülmesi gerek. Ron ve Hermione biliyor ama olur da onlar—” Harry’nin sözleri boğazına takılıyor.
…
Yasak Orman’ın kenarında Harry’nin dermansız parmakları boynundaki torbayı yokluyor, Snitch’i çıkarıyor. Metaldeki kelimeleri okuyor: Kapanışta açılırım. Dudaklarını Snitch’e bastırıyor ve fısıldıyor, “Ölmek üzereyim.” Kabuk açılıyor ve ufak, siyah bir taş ortaya çıkıyor. Gözlerini kapıyor ve taşı üç kere elinde çeviriyor.
Gözlerini açtığında James, Lily, Sirius ve Remus’un anı gibi görünen figürleri etrafını sarmış ona gülümsüyorlar.
…
Harry Pelerin’in altında ormanda dolaşıyor; James, Lily, Sirius ve Remus’un figürleri de yanında. Onların varlığı ona cesaret veriyor.
…
“Gelmesini bekliyordum. Görülüyor ki yanılmışım,” diyor Voldemort.
“Yanılmadın,” diyor Harry yüksek sesle ve net bir şekilde, taşı yere bırakıp Pelerin’i çıkarırken ve açıklığa giderken. Etrafındaki figürler yok oluyor.
“Harry Potter,” diyor Voldemort çok yumuşak bir sesle. “Sağ Kalan Çocuk.” Asasını kaldırıyor, başı bir yana eğik. Harry’nin kalbi küt küt atıyor, son atışları. Kendi asasını çıkarmıyor.
Voldemort’un ağzının hareket ettiğini ve bir yeşil ışığı görüyor ve sonra her şey gidiyor.
…
Ölüm Laneti’nin ikinci el etkisi göğsünden vurduğunda Draco’nun ciğerlerindeki hava boşaldı ama parıltı devam etti, kırıntı hâlâ devam ediyordu ve şimdi Draco istese de duramazdı, ölümden sonra ne gelebilirdi ki? Ama Harry’nin burada, hayatta olduğunu biliyordu, elini o kadar sıkı tutuyordu ki canı yanıyordu ve devam etmek zorundaydı.
…
Kocaman, parlak beyaz, sisli bir yer. Bir şey acınası inilti sesleri çıkarıyor—yerde kıvrılmış ufak, çıplak bir çocuk şekli, derisi soyulmuş ve yüzülmüş gibi görünüyor. Harry geri çekiliyor.
“Yardım edemezsin,” diyor bir ses ve Harry dönüp Albus Dumbledore’la karşı karşıya geliyor.
…
“Ama Voldemort Ölüm Laneti’ni kullandıysa,” diye başlıyor Harry,” ve bu sefer kimse benim için ölmediyse—nasıl hayatta olabilirim?”
“Bence biliyorsun,” diyor Dumbledore. “Geri bakıp düşün. Cahilliğiyle, açgözlülüğüyle ve zalimliğiyle ne yaptığını hatırla.” Harry uzun bir süre düşünüyor, hatırlıyor.
“Kanımı aldı,” diyor Harry sonunda.
“Aynen öyle!” diye haykırıyor Dumbledore. “Kanını aldı ve yaşayan vücudunu onunla yeniden oluşturdu! Senin kanın onun damarlarında, Harry, Lily’nin koruması ikinizin de içinde! Kendi yaşadığı sürece seni de hayata bağladı!”
…
“Geri dönmek zorundayım, değil mi?” diye soruyor Harry.
“Bu sana kalmış.”
“Seçme hakkım mı var?”
“Ah, evet.”
…
“Geri dönerek daha az ruhun hasar göreceğinden, daha az ailenin parçalanacağından emin olabilirsin. Bu senin için değerli bir hedef gibi görünüyorsa o zaman şimdilik vedalaşıyoruz,” diyor Dumbledore ve Harry iç geçirip başıyla onaylıyor. Bunu pek istemiyor—burası sıcak ve hafif ve huzurlu ve daha fazla acı ve korku ve daha fazla kayba geri döndüğünü biliyor. Ama dönmek zorunda.
“Bana son bir şey söyleyin,” diyor Harry. “Bu gerçek mi? Yoksa bunların hepsi kafamın içinde mi oluyor?”
Dumbledore yüzü parlayarak ona bakıyor. “Tabii ki kafanın içinde oluyor, Harry. Bu, gerçek olmadığı anlamına gelmiyor.”
…
Harry ormanda yerde, mümkün olduğunca hareketsiz yatıyor ve etrafındaki sesleri dinliyor.
“Sen,” diyor Voldemort ve bir patırtı ve bir acı çığlığı duyuluyor. “Git onu incele. Bana ölüp ölmediğini söyle.”
Harry kimin gönderildiğini bilmiyor. Dikkatli adımlar yaklaşırken kalbi haince küt küt atıyor.
Beklediğinden daha yumuşak eller Harry’nin yüzüne dokunuyor, bir göz kapağını geri çekiyor, tişörtünün altına girip göğsüne dokunuyor ve kalbini hissediyor. Kadının hızlı nefes alış verişini hissedebiliyor, uzun saçı yüzünü gıdıklıyor. Kadın, kulağına eğiliyor, saçı yüzünü örtüyor, eli göğüs kafesinde çarpan kalbini hissediyor ve neredeyse duyulmaz bir sesle fısıldıyor.
“Draco hayatta mı? Şatoda mı?”
“Evet,” diye nefes veriyor Harry. Göğsündeki el geri çekiliyor, kadın kalkarken tırnakları ona batıyor.
“Ölmüş,” diyor Narcissa Malfoy, Voldemort’a ve izleyen Ölüm Yiyenlere.
Draco’nun nefesi kesildi ve sonunda geri çekildi, acıyla ve rahatlamayla ve hissetmeye vakti olmayan her duyguyla sesli bir şekilde inledi. Şiddetli bir şekilde ürperdi, yüzü gözyaşları ve terle ıslaktı, eli Harry’ninkini sıkı sıkı tutuyordu—bu sefer o, Harry’nin kaybolacağından korkuyordu ve canı pahasına tutunuyordu.
“Siktir,” diye nefes verdi Draco hırıltılı bir şekilde, duyguları içinde bir fırtına gibiydi. Asasını bir yere düşürdü—eli göğsünü tuttu, yara izleri için değil, yeşil ışığın ona çarptığını hissettiği yeri—Harry’ye çarptığı—Harry. Göğsündeki el kendi kendine uzandı ve bir başka, bir o kadar sıcak, hayatta, burada olan el onu buldu.
Harry ölmüştü. Hepsi için en büyük fedakârlığı yapmıştı—çünkü yapmak zorundaydı. Çünkü hep zorundaydı, çünkü başka kimse yapamazdı veya yapmazdı. Ve sonra seçenek sunulduğunda geri gelmişti, istediği için değil, zorunda olduğu için, başka kimse yapmayacağı için. Ölümde bile Büyücü Dünyası’nın iyiliğinden sorumlu olma hissinden kurtulamıyordu, daha çocukken üzerine binmiş bir yük.
“Harry,” derken Draco’nun sesi zorla çıktı, neredeyse inler gibi ve tamamen duyguların altında ezilmişti çünkü şimdi karışıma haklı öfke de eklenmişti. Biliyorlardı; Dumbledore biliyordu; Harry’yi kurbanlık koyun gibi yetiştirmişti; onu korkunç bir çocukluğa katlanmaya zorlamıştı; tekrar tekrar ona günü kurtartmıştı; göz korkutucu, tehlikeli, imkânsız bir görev vermiş ve sonra ölmesini istemişti—ve ölünce bile Harry yalnızca kaderin bir cilvesiyle hayata tutunup bunu atlatınca Dumbledore hoşnutlukla şaşırmıştı. Ve sonra adam resmen ona gidip işi bitirmesini söylemişti ve Harry de bunu yapmıştı. İnanılmaz.
Draco güçlükle, dengesizce nefes alıyordu, boğazındaki acılı yumrudan dolayı zorlanıyordu. Titreyen kollarla, tuttuğu güçlü elleri yüzüne götürdü, parmakların terslerini alnına ve yanağına koydu, tenin altındaki sıcaklığı hissetti. Hayatta. Hayatta. Ellerden biri onu bıraktı ama kısa sürede çekinerek yüzüne döndü, sert bir avuç Draco’nun yanağında, dikkatli parmaklar Draco’nun saçlarında. Hayatta. Burada. Güvende. Hâlâ tamamen kendinin farkında olmayan Draco dokunuşa yaslandı ve önünde sessiz, titrek bir nefes alış sesi duydu. Hayatta.
Draco eli yüzünde tuttu, nefes alış verişini kontrol altına almaya çalıştı, duygu fırtınasının geçmesini bekledi, onların ve karnındaki bağlarından kaynaklanan, artık canını yakacak kadar keskin olan rahatsızlığın arasındaki farkı fark etti. Daha önce hiç böyle test etmesi gerekmemişti. Bu yalnızca Harry’nin elini daha da sıkmasına sebep oldu, muhtemelen inadına.
Sonunda kendini biraz kontrol edebildiğini hissettiğinde Harry’nin ellerini bıraktı ve önündeki varlığın sıcaklığından geri çekilip koltuğunda arkasına yaslandı. Yalnızca o zaman gözlerini açmaya karar verdi.
Harry’nin yüzü de ıslaktı ve Draco kendisinin de muhtemelen berbat görünüyor olduğunu biliyordu—ağladığında yüzünün kızardığını ve şiştiğini biliyordu, Pansy hep güzel görünmediğini söylemişti. Ama Harry trajik bir melek gibi görünüyordu çünkü tabii ki şerefsiz öyle görünecekti. Gözleri, pürüzsüz esmer tenine karşıt daha da parlıyordu, dudakları sımsıkı birbirine bastırılmaktan, düz dişlerin şu an gerginlikle onları ısırmasından sevimli bir pembe renge dönmüştü.
“Demek bu yüzden anneme güveniyorsun,” demeye karar verdi sonunda Draco çünkü başka bir şey söyleyip tamamen patlamama konusuna kendine güvenmiyordu. Harry bir anlığına dikkatlice yüzünü inceledi, sonra dudağının bir köşesi hafifçe yukarı kıvrıldı ve başıyla onayladı.
Draco birkaç derin nefes daha aldı, oda bir kez daha sessizliğe büründü.
“Bunun senin için neden önemli ve şekillendirici olduğunu biliyorum,” diye mırıldandı Draco Harry’nin gözlerine bakıp. Başka hiçbir şey demedi—fazla patlamaya hazır bir konuydu. Harry’nin daha fazlası için kışkırtmasını bekledi ama neyse ki bunu yapmadı. Yalnızca sessizce Draco’yu izlemeye devam etti.
Draco eğilip asasını düşürdüğü yerden aldı. Tahtaya doğrulttu, sıraya bir nokta daha ekledi ve “Ölüm” yazdı. Basit ama özdü, bunu daha hafifletmenin gerçekten bir yolu yoktu. Tekrar Harry’ye baktı, düşündü, hatırladı.
“Neden benim için geri döndün?” diye sordu Draco yumuşak bir sesle ve çatık kaşlarla, Harry’nin cevap vereceğinden bile emin değildi. Vermezse Draco onu suçlamazdı ama Harry tereddüt etmedi. Defterini açtı, kalemini tıklattı ve yazmaya başladı.
Ölmeni istemedim
Draco’nun yüz ifadesi rahatladı ve ufak bir gülümseme belirdi ve bu, Harry’yi memnun etmiş görünüyordu. Harry’nin bu şekilde Draco’nun kendi sözlerini kullanması tam ondan beklenecek bir davranıştı—ama yine de Draco minnettardı. Harry Potter’ın onun dediği herhangi bir şeyi hatırlaması ve önemsemesi başlı başına bir mucizeydi, tıpkı Harry Potter’ın hayatta olduğu gerçeğinin bir mucize olması gibi. Draco için ikisi de eşit derecede değerliydi. Sevgiyle başını iki yana salladı.
“Dumbledore’un sonda dedikleri… o yüzden mi St. Mungo’s’ta seninle konuştuğumda o kadar korkmuştun? Kafanın içinde olduğumu, onu izlediğimi mi sandın?”
Harry yavaşça başıyla onayladı.
“Ve sana Snitch’i verdi… içinde Diriltme Taşı vardı, senin için değil ama refakatçin için…” Draco bu noktada kendi kendine mırıldanıyordu, şimdi duygu seli geçtiğinden geri kalan her şeyi sindiriyordu. Harry hâlâ ona başını sallıyordu.
“Bunun teknik olarak seni ‘Ölümün Efendisi’ yaptığını biliyorsun, değil mi? Üçüne de sahip oldun…” Draco parmaklarıyla tırnak işareti yaptı ve Harry oflayıp göz devirdi.
“Biliyorum,” deyip sırıttı Draco. “Sanki sıfat listene ekleyecek saçma sapan bir lakaba daha ihtiyacın vardı da. Sonunda ölebildiğinde hepsini mezar taşına sığdıramayacaklar,” dedi duygusuzca. Harry ona sessizce güldü, gözleri hâlâ yaşlıydı ama şimdi eğlenceyle parıldıyorlardı.
Eninde sonunda Draco iç geçirip saatine baktı. “Bugünlük süremiz doldu ama…” deyip asasını şakağına kaldırdı, Amalfi Sahili’nde bir kumsalda oturduğu bir anıya odaklandı. Bunda tamamen giyili olduğundan emin oldu, Harry’nin yaralarını görmesine pek hevesli değildi. Sıkıcıydı ama huzurluydu—Draco yalnızca saatlerce orada, kumsalda oturmuştu, kitap okumaya çalışmıştı ama okuyamamıştı, güzel manzara dikkatini dağıtmıştı. Limonlukların kokularına ve denizden esen rüzgârın ve güneşin tenindeki hissine, kayalara çarpan dalgaların seslerine odaklanmıştı. Draco anı telini dikkatlice kafasından çekti ve masasındaki bir çekmeden boş bir şişe aldı, anıyı içine koydu ve kapağını sıkıca kapadı.
“Olur da yine kafandan ayrılıp tatile çıkman gerekirse,” diye mırıldandı Draco parlayan şişeyi Harry’ye verirken. “Evinde Düşünseli vardır sanıyorum.”
Harry şişeyi büyük bir özenle aldı ve hayranlıkla baktı. Başını kaldırıp Draco’nun içini yeniden sıcacık yapan mutlu, minnettar bir gülümsemeyle Draco’ya baktı.
Notes:
*ç.n. The Cranberries’in “Linger” şarkısının sözleri. (“You know I'm such a fool for you / You got me wrapped around your finger / Do you have to let it linger?”)
Chapter 8: Sekizinci Bölüm
Notes:
Harry ve Draco’yla birlikte dinlemek isterseniz yazarın hazırladığı şarkı listesi:
https://open.spotify.com/album/6ZG5lRT77aJ3btmArcykra?si=uXmjH66KQ7O-2ILpVZh_Ng ❤️
(See the end of the chapter for more notes.)
Chapter Text
Sekizinci Bölüm
Draco şöminesinin önüne eğilirken yeleğinin içindeki kravatını düzeltti. Uçuç araması için resmî giyinmesine gerek yoktu ama bu seferkine bir zararı da dokunmazdı. Timsy odanın öbür ucunda, Draco diz çökerek pahalı pantolonunun dizlerini resmen mahvettiği için görünmemelerine rağmen onaylamaz bir tavırla başını sallıyordu.
Uçuç tozunu aleve attı ve “Bakan Shacklebolt’un Ofisi!” deyip başını alevlere soktu; başını ve omuzlarını vücudundan uzağa yollayan garip, bükücü yolculuğa katlandı.
Yüzü başka bir şöminede belirdi ve Draco burasının Sihir Bakanı’nın ofisi olduğunu anladı. Shacklebolt geniş masasında oturuyor, uzun bir tüy kalemle bir şey yazıyordu. Draco ona içten içe tam uçuç erişimi için teşekkür etti ve Bakanlık işleriyle çok meşgul olmadığı bir anını yakaladığına sevindi.
“Sayın Bakanım,” diye selamladı Draco. Shacklebolt, yüzünde pek de gizlemediği bir şaşkınlık ifadesiyle başını masasından kaldırdı.
“Şifacı Malfoy,” diye yanıtladı sakince. “Bir gelişme mi var?”
Draco göz devirmesine engel olamadı. İyi bir başlangıç değildi. “Olsaydı bile paylaşamayacağımı biliyorsunuz, Shacklebolt,” diye mırıldandı. “Bilgi almam gerek.”
Shacklebolt kaşlarını kaldırdı. Tüy kalemini bıraktı, süslü deri koltuğunda arkasına yaslandı ve Draco’ya devam etmesi için işaret etti.
“Adı-Ağza-Alınmayanların yürürlükteki projeleri hakkında neler bildiğinizi bilmem ve orada çalışanların ve geçmişlerinin listesini almam gerek,” dedi Draco ve Shacklebolt bir an şaşakalmış hâlde ona bakıp sonra başını arkaya attı ve güldü.
“Ciddi olamazsın,” diye mırıldandı Shacklebolt kahkahalarının arasında.
“Gayet ciddiyim,” diye yanıt verdi Draco kararlılıkla, Bakan’a dik dik baktı ve o da sonunda kendine gelip yüzünde inanamaz bir gülümsemeyle ellerini kucağında kavuşturdu.
“Bu sana sağlayamayacağım bir bilgi, yetkin olmadığından değil—ki yok bu arada—kendim de bilmediğimden. Esrar Dairesi benim yetkim alanında değil. O ineklerin ne yaptığını kendileri dışında kimse bilmiyor. Ben oraya sadece bir kere gittim, Yoldaşlık’la 96 senesinde Ölüm Yiyenlerle savaşmak için. Gördüklerimden zerre bir şey anlamadım ve kesinlikle hiçbir Adı-Ağza-Alınmayan’a da rastlamadık.”
Draco’nun şok içinde ağzı açık kaldı. “Sizin yetkiniz altında değil mi… o zaman kimin yetkisi altındalar?”
“Kendilerinin,” deyip omuz silkti Kingsley. “Asırlardır böyle.” Draco inanamayarak ona baktı.
“Yani sizin, Sihir Bakanı’nın, Bakanlığın koca bir katında neler olduğuna veya orada kimin çalıştığına dair hiçbir fikriniz yok… ve umurunuzda değil mi?”
“Tabii ki umurumda,” diye burun kıvırdı Kingsley. “Ama bu gücümün sınırlarının ötesinde. ED resmen başlı başına bir oluşum. Kendi kendilerine duruyorlar, kitaplarına ve hayat sırlarına saklanıyorlar, kimseyi rahatsız etmiyorlar. Ben sadece her sene Dokuzuncu Kat için bir bütçe onayı imzalıyorum ve onları çalışmalarına bırakıyorum.”
“Kingsley, bunu bilmiyorsun,” diye ısrar etti Draco, Bakan’a adıyla hitap edince kendisi de şaşırdı ama Kingsley’nin umursamazlığı onu buna takılmasına engel olacak kadar afallatmıştı. “Kendi kendilerine durup kimseyi rahatsız etmediklerini bilmiyorsun çünkü onları hiç görmedin. Yani bana diyorsun ki kimseye hesap vermiyorlar, hiçbir şey için sorumlu tutulmuyorlar, kanunun üstünde bile olabilirler.”
“Kimse kanunun üstünde değil, Draco ama ne zaman orada neler olduğunu öğrenmeye çalışsam yüz tane çıkmaz sokağa rastladım.”
“Ve bu, sizden saklanmak için bu kadar çabalamaları size normal mi görünüyor? Bundan önce Seherbaz değil miydiniz?”
“Bunun ne önemi var, Draco?” deyip dik dik baktı Kingsley. “O kitap kurtlarının Harry’nin başına gelenlerle bir alakası olduğunu mu düşünüyorsun?”
Draco cevap vermek için ağzını açtı ama ağzından bir söz çıkmadı. Hafifçe öksürdü, Bakan’a dik dik baktı ve o da Draco’nun sessizliğinin ne anlama geldiğini çok net anlayıp kaşlarını kaldırdı.
“Neler öğrenebileceğime bir bakarım ama dediğim gibi, izlerini bulmak neredeyse imkânsız,” dedi Kingsley. Draco iç geçirdi. Neden Kingsley Shacklebolt, Sihir Bakanı, kendi otoritesine karşı bu kadar güvensizdi?
“Peki,” diye yanıt verdi Draco kısaca ve devam etmeden önce tereddüt etti. “Ayrıca bana bir iyilik yapmanıza ihtiyacım var, Shacklebolt.”
Shacklebolt yine kaşlarını kaldırdı, muhtemelen yalnızca bir Şifacı olan eski Ölüm Yiyen Draco Malfoy’un Bakan’a işini nasıl yapacağını söyledikten sonra bir iyilik isteme cesaretini göstermesine şaşırmıştı. Ama Kingsley artık bir siyasetçiydi, sekiz yıl olmuştu ve iyiliği bir para birimi gibi rahatça kullanıyordu.
“Devam et,” diye mırıldandı Shacklebolt, belli ki merak etmişti.
Draco yine tereddüt etti ama annesini düşünüp azmetti.
“Son zamanlarda Azkaban’dan Lucius hakkında bir haber aldınız mı?”
Shacklebolt tiksintiyle burnunu kırıştırmamaya çalıştı ama Draco yine de gördü ve ona fazlasıyla hak verdi.
“Hayır, almadım. Bir haber mi bekliyorsun?”
“Altı ay önce annemin mektuplarına yanıt vermeyi bırakmış,” dedi Draco sessizce. Ateşin önündeki sert yerde diz çökmekten dizleri acımaya başlıyordu. “Bu her türlü anlama gelebilir ama annem… Yalnızca bir… kontrol edebilirseniz minnettar olurum,” dedi beceriksizce, iki lafı bir araya getirememesinden utandı.
“Anlıyorum,” diye mırıldandı Shacklebolt başıyla onaylayarak. “Gardiyana bir güncelleme için yazarım, o zaman.”
Draco rahatlayarak nefes verdi. “Teşekkür ederim. Tüm ihtiyacım olan bu. İyi günler, Sayın Bakanım.”
Kingsley ona meraklı bir bakış attıktan sonra cevap verdi, “İletişimde kalacağım, Draco.”
Draco başını ateşten çıkarıp kendi vücudunun rahatlığına döndü ve ayağa kalkıp ağrıyan sırtını ve bacaklarını esnetti. Gerçekten şöminenin önündeki yerdeki yastıklama tılsımlarını yenilemeliydi. Baş Seherbaz’a detaysız, hayal kırıklığına uğratıcı bir mektup yazmak için arkasını dönüp çalışma odasına gitti.
***
Pazartesi sabahı Draco oturma odasındaki müzik rafının önünde durdu ve çenesini ovalayarak tekrar boombox’a baktı. Harry’nin kaseti rafta zararsızca duruyordu ve Draco Harry’nin ne tür müzik sevdiğini öğrenmek için can atıyordu. Merakı hızlıca kendini koruma güdüsünün yerini alıyordu, Pansy de muhtemelen buna güvenmişti. Eğer bu şey patlarsa tamamen onu suçlayacaktı—kesinlikle bu zararın masrafını karşılaması veya ona plak falan alması gerekecekti. Üçkağıtçı karı muhtemelen buna değeceğini düşünürdü.
Draco derin bir nefes aldı, ellerini salladı ve cihazdaki her tuşa rastgele basmaya başladı. Vızırtı ve tıkırtı sesleri çıkarmaya başladı, bazı şeylerin ışığı yanıyordu ve Draco endişelenmişti ama duracak kadar değil. Basılı kalan tuşlara bastı, bazıları geri çıktı, düğmelere vurdu ve numaralar çevirdi, ta ki—
Klik.
Önde ufak, dikdörtgen, neredeyse avucunun içi kadar, raftaki kasetle tam aynı boyutta bir bölme açılınca Draco donakaldı. Nefesini tutarak kasetin plastik kutusunu açtı, Harry’nin içindeki karttaki karışık el yazısına baktı. Tuhaf, daha küçük dikdörtgeni çıkardı ve dikkatlice bölmeye yerleştirdi—tam uyuyordu ve Draco başarısına sevinçle bağırınca koridordaki Timsy korkup olduğu yerde zıpladı ve kendi kendine söylendi.
Draco bölmeyi dikkatlice kapadı, heyecandan içi içine sığmıyordu ve tüm düğmeleri bir şekilde eski hâllerine geri getirmeye çalıştı, sonrasında “oynat” üçgenini buldu—
Ve o anda korumaları titreşerek Harry’nin geldiğinin haberini verdiler. Draco iç geçirdi ve ellerini çekip kaseti bugünkü seanslarından hemen sonra dinlemeyi kabullendi.
Harry eve girdiğinde Draco deri ceketini giymediğini, ince yeşil bir kazağın yeterli olacağına karar verdiğini fark etti. Draco ceketi yalnızca birazcık özledi—kazak gözlerinin rengini öne çıkarıyordu ve bu, ceketin eksikliğini telafi ediyordu ve Harry Draco’ya gülümsediğinde nefesinin boğazına kaçmasına ve biraz boğulmasına sebep oldu, bu da diğer tüm kaygıları silip attı.
Çalışma odasında kahveleriyle birlikte—bu sefer Timsy’yi memnun etmek için sade—berjer koltuklarına yerleştiler ve Draco yazı tahtasındaki gelişmelerine baktı.
“Elde var yirmi,” diye mırıldandı Draco. “On üçte yarının biraz ilerisindeydik, demek ki yaklaşıyoruz.”
Harry başını kaldırıp tahtaya baktı ama bu farkındalığa heyecanlanmış görünmüyordu. Keyifsizce kırıntıların oluşturduğu uzun çizgiye baktı. Draco sormak istedi ama sormadı. Yakında bu bilinçaltındaki labirenti çözdüklerinde Harry’ye birçok şey sorabileceğini ve belki Harry’nin cevap bile verebileceğini düşündü. Belki. İsterse.
Draco hızlıca başını iki yana salladı—şimdiden o kadar ileri gitmesine gerek yoktu. Masasından not defterini ve okuma gözlüğünü çağırıp sehpaya koydu—bugün notlarını güncellemeye vakti olacağını umuyordu. Son seferde seanslarından hemen sonra tamamen verimsizce uyuyakalmıştı.
Harry tekrar ona döndü, kupasını bırakıp meditasyonuna başlamak için oturduğu yerde sırtını dikleştirdi. Yüzeyde sakin görünüyordu—Draco öylesine acaba geçen sefer ona verdiği zihinsel tatile çıkıp Draco’nun en sevdiği sahildeki o anısında vakit geçirdi mi diye merak etti. Bunu da Harry ona gerçekten cevap verebilene kadar sormayacaktı. İsterse.
Meditasyonlarını bitirdiler, artık rutinlerinde rahatlardı ve Draco asasını kaldırıp bekledi. Harry’nin göz teması normalden daha yoğun görünüyordu ama Draco normal davrandı. “Legilimens.”
Harry onları ormana geri getirdi. Narcissa uzaklaşıyordu, Ölüm Yiyenler zafer naraları atıyorlardı. Harry’nin cesedi etrafa atılıp savruluyordu, Voldemort’un lanetlerine dayanıklıydı.
Hagrid’in gözyaşları Harry’nin gömleğini ıslatıyor.
“Harry Potter öldü!” diye bağırıyor Voldemort ve Harry çığlıklar duyuyor, onları rahatlatmak istiyor…
Neville, Nagini’nin kafasını keserken kılıç havada parıldıyor…
Molly Weasley’nin laneti Bellatrix’in göğsüne isabet ediyor, düşerken yüzü şok içinde donakalıyor…
“Dracy Malfoy, Mürver Asa’nın Efendisi’ydi—ben Malfoy Malikânesi’nde onu silahsız bırakana kadar…”
“Dene, Tom. Pişmanlık duymayı dene.”
“Avada Kedavra!”
“Expelliarmus!”
Bir asa havada yüksek bir yay çiziyor…
Draco düellonun bir kırıntı olmamasına yalnızca biraz şaşırdı—bir yandan Harry Potter artık Voldemort’la düello yapmaya alışmıştı. O noktada artık sadece yapmak zorunda olduğu bir şeydi. Sonuçta daha yeni ölmüştü. Bunun üstüne düello yapmak hafif bir iş kalmış olmalıydı. Zamanında bunun olmasını izlemekse—on yedi yaşındaki Harry’nin alevli tartışmalarını dinlemek, kazanacak olmasının sebeplerinin arasında Draco’nun adını saydığını duymak, Karanlık Lord’la sıradan bir düello partneriymiş gibi konuşması ve sonrasında, yeteneklerinden tamamen emin bir şekilde onu bir silahsız bırakma büyüsüyle yenmesi—Draco için kesinlikle şekillendirici bir anıydı. Kendi zihni bunu kesinlikle kırıntı olarak seçerdi.
İnsanlar etrafını sarıyor, elini sıkıyor, o yalnızca uyumak istiyor.
Seherbazlar Malfoyları Büyük Salon’dan dışarı çıkarıyor.
Harry Kovuk’ta Ron’un odasında yatıyor ve günlerce odadan çıkmıyor.
“Bir şey geliyor,” diye mırıldandı Draco somurtarak. Bu zamanda bu kadar önemli ne vardı? Harry’nin bütün yaz dinlendiğini, özgürlüğün ve güneş ışığının ve Ginny’nin tadını çıkardığını varsaymıştı. Gazetelere göre o yaz toplum içine çıktığı tek zaman Ölüm Yiyen Yargılamalarıydı—ah. “Hadi bakalım—”
Harry Mahkeme Salonu’na zar zor yetişiyor. Bakanlık her zamanki gibi yine zamanı son anda değiştirdi ama Harry Kingsley’e böyle bir şey olursa diye tetikte olmasını söylemişti. Bunu kaçırmayacaktı.
Draco On Numaralı Mahkeme Salonu’nda koltuğa zincirlenmiş. Hasta görünüyor, yüzü çok zayıf. Titriyor, Harry açlıktan ve soğuktan olduğunu tahmin ediyor—bunu tanıyor. Ayakkabısı yok, pis tutuklu cübbesinin altına yalnızca kirli çoraplar giymiş. Harry bunun yanlış göründüğünü düşünüyor—Draco Malfoy hiçbir zaman böyle görünmemeli.
Draco'nun delici gri gözleri tanık kürsüsündeki Harry’ye bakıyor, savunmacı ve boyun eğmiş. Harry gözlerini ondan ayıramıyor.
“Bay Potter, bilinen Ölüm Yiyen Draco Malfoy’a karşı tanıklık etmek için bu duruşmadasınız—”
“Hayır,” diyor Harry sertçe, sulh hakimi donakalıyor. “Draco Malfoy’un savunması için tanıklık edeceğim.”
Şaşkın mırıltıların kısık sesli uğultusu yankılı odayı dolduruyor ve Draco’nun çatlamış dudakları şok içinde aralanıyor.
“Pekâlâ,” diye mırıldanıyor sulh hakimi. “Başlayabilirsiniz.”
Harry boğazını temizliyor, tekrar Draco’ya bakıyor. Sanki onunla baş başa konuşuyor gibi. Sesi yüksek ve net çıkıyor.
“Draco Malfoy şımarık piçin ve zorbanın tekidir. Hiçbir zaman onun iyi biri olduğunu düşünmedim. Ölüm Yiyen olduğu da doğrudur, kendisine Albus Dumbledore’u öldürme görevi verilmiştir, Hogwarts’a Ölüm Yiyenleri sokmanın bir yolunu bulmuştur.”
Bunun üzerine Draco yenilmiş bir tavırla başını öne eğiyor ama Harry hâlâ gözlerini ondan ayırmadan devam ediyor.
“Ancak Draco’nun on altı yaşında İz’i almasının ve bu görevi yerine getirmeye kalkışmasının tek sebebi Voldemort’un ailesini asa zoruyla tehdit etmesidir. Voldemort, ailesini cezalandırmak için, saf zalimlikle bir gence başarısız olacağını bildiği imkânsız bir görev vermiştir. Draco her iki tarafta da ölümle karşı karşıyaydı—başarısız olursa Voldemort onu ve annesini öldürecekti veya Draco çağımızın en güçlü büyücüsünü öldürmeye çalışırken ölecekti. Başka hiçbir seçeneği yoktu ve tek bir kimse bile ona bir çıkış yolu sunmadı.”
Draco kafasını kaldırıyor ve temkinli bir inanmazlıkla Harry’yi izliyor.
“O gece Astronomi kulesindeydim. Dumbledore’la bir görevden yeni dönmüştüm, epey güçsüz düşmüştü. Ne olacağını biliyordu ve bana saklanmamı söyledi—müdahale edememem için vücudumu büyüyle bağladı, Draco’nun savunmasız hâldeki Dumbledore’a asa doğrultmasını izledim. Kendi hayatı tehlikede olmasına rağmen yapamadı. Snape ve Ölüm Yiyenler geldiği sırada asasını indiriyordu. Daha sonradan öğrendim ki Dumbledore zaten ölüyormuş ve Snape’e Draco’yu kurtarmak ve kendi sadakatini Voldemort’a kanıtlamak için onu öldürmesini söylemiş—en başından beri aslında bize sadık olmasına rağmen.”
Draco’nun korku ve şoktan beti benzi atmış, elleri zincirlerinin altından sandalyeyi sımsıkı kavrıyor, titriyor.
“Bu bahar yakalanıp Malfoy Malikânesi’ne götürüldüğümde yüzüm Hermione’nin Sokma Laneti’nden dolayı şişmişti ancak beni bilen biri yine de tanıyabilirdi—Draco’ya ben olup olmadığımı sordular ve beni tanıdığını bilmeme rağmen ben olduğumu söylemedi. Ron Weasley ve Hermione Granger’ı da tanıdığını söylemedi—altı yıl aynı okulda okuduk, her gün birbirimizle dalaşıyorduk. Biliyordu ve sessiz kalması beni hayatta tuttu. Bir şey demiş olsaydı Voldemort’u yenecek kadar uzun yaşayamazdım.”
Harry durup odadaki her kelimesine dikkat kesilen yüzlere bakındı; sonunda tekrar aşağı, Draco’nun gözlerine baktı.
“Draco yetişkinlerin savaşında bir piyondu, tıpkı benim gibi. Karşıt taraflarda aynı rolü oynadık. Yalnızca tek bir yoldan ilerlemek üzere yetiştirilmişti. Yaşayan en güçlü büyücüyü öldürmek gibi imkansız bir göreve gönderildi ve ya bunu yapmak ya da ölmek dışında bir seçeneği yoktu. Kendini ve annesini güvende tutmak için ne yapması gerekiyorsa onu yaptı. Ben de aptal bir kehanet yüzünden tek bir yoldan ilerlemek üzere yetiştirildim. Yaşayan en güçlü büyücülerden birini öldürmek zorunda olduğum yoksa onun beni ve sevdiğim herkesi öldüreceği söylendi—başka seçeneğim yoktu. Arkadaşlarımı güvende tutmak için yapmam gerekeni yaptım. Aramızdaki tek fark, benim birini öldürmeyi başarabilmiş olmam ve Draco’nun başaramamış olması.”
Draco’nun gözleri daha da kocaman oluyor, sandalyesinde donakalmış görünüyor.
“Draco’yu gençken ve imkânsız bir durumdayken yaptıklarından dolayı Azkaban’a atacaksanız beni de onunla oraya atmak zorundasınız. Bakanlığa gizlice girdim, hem de iki kere. Affedilmez lanetler kullandım, birden fazla kez. Banka soydum ve ejderha çaldım. Yasadışı şekilde zaman döndürücü kullandım. Birden fazla kez yasadışı biçimde Çoközlü İksir kullandım. Reşit değilken muggleların yanında büyü yaptım. Uçan arabayla mugglelar tarafından görüldüm. Kaçak sakladım. Profesörlere saldırdım. Çaldım çırptım ve hak etmeyen insanlara zarar verdim. Sevdiğim insanları korumak için ne yapmam gerektiyse yaptım. Ya ikimizi de suçlu bulun ya da hiçbirimizi. Bir piyon suçlarının cezasını çekerken diğerinin özgür kalmasının hiçbir mantıklı sebebi yok.”
Mahkeme Odası’na şaşkınlık dolu bir sessizlik çöküyor, Harry’nin son sözleri soğuk taşlardan yankılanıyor. Harry Draco’nun aşağıdaki sandalyede aldığı küçük, titreyen nefeslerini biraz duyabiliyor. Draco’nun parlak gri gözleri onu olduğu yere çakıyor—göğsünde anlayamadığı bir çekme, sıkışma hissediyor.
Draco kendini dikkatle Harry’nin kafasından çıkardı, asasını tahtaya doğrultup yeni bir noktaya “DM Duruşması” yazdı ve gözlerini kapadı. Asasını kucağına bıraktı ve Zihinbend duvarlarını yavaşça indirdi.
Göğsündeki sıkışma hissi onun mu yoksa Harry’nin mi bilmiyordu. Bilmek istediğinden pek emin değildi. Parmakları köprücük kemiğindeki yara izine, kolundaki İz’e dokundu, bacaklarını ovaladı.
“Senin sesini en son o zaman duymuştum, biliyor musun,” dedi Draco bir süre sonra gözlerini açıp. Harry duruşmayı kelimesi kelimesine Draco’nun hatırladığı gibi hatırlıyordu, her şey tamamen aynıydı. Kendi anısını yalnızca odanın farklı bir yerinden tekrar deneyimlemişti—onu gerçekten gören çocuğun, onu savunan tek kişinin gözlerinden.
Harry yine yalnızca ona bakıyordu, onu görüyordu. Yüzü gergin görünüyordu—kendini gözlerinden, gözeneklerinden kelime çıkarmaya zorluyormuş gibiydi ama çıkmıyorlardı. Draco da bir anlığına ona bakmadan edemedi, sonra kendini konuşmaya zorladı.
“Neden?”
Harry kendi bacaklarının üstünde sıkı sıkı kavuşturduğu ellerine baktı. Parmaklarını zorla kaldırdı, not defterini açıp kalemi eline aldı.
Doğru olan oydu
Draco dilini şıklattı. “Sen her şeyi o yüzden yapıyorsun, Harry,” dedi. “Bu, sebeplerden biri olabilir ama şekillendirici bir anı olması için, senin kimliğini biçimlendirmesi için yeterli değil. Doğru şeyi yapmak senin için yeni bir şey değil.”
Harry dudaklarını birbirine bastırdı, gözleri Draco’nun yüzünde bir şey arıyordu, Draco ne aradığını bilmiyordu. Bekledi ama Harry başka bir şey yazmadı.
Draco, Harry’nin anılarının önemini sesli açıklayanın hep kendisi olduğunu ve şu an da ondan bunu bekliyor olabileceğini fark etti. Açıklayabilirdi—birçok fikri vardı, zihni harıl harıl çalışıyordu ancak hiçbiri sesli söylemek istediği şeyler değildi. O yüzden bekledi, yarıştalarmış hissi her geçen saniye daha da artıyordu.
“Buna sonra tekrar dönebiliriz,” diye mırıldandı Draco. “Bir tane daha bulmaya hazır mısın?”
Harry derin bir nefes aldı, uzun ve yavaşça, hâlâ bakışma yarışındaydı. Bir kez başını salladı ve Draco asasını kaldırdı ve bir kez daha Harry’nin kafasının içine düştü.
“O zaman anlamama yardım et, Harry! Yıllarca sana işkence etti, Hermione’ye hakaretler etti, tüm ailemizle dalga geçti, Luna ve Dean onun evinde tutsaklardı! Okula Ölüm Yiyenler soktu—Greyback’in Bill’e saldırmasının sebebi o! Babası ikimizi de öldürmeye çalıştı, Fred onun gibi Ölüm Yiyenler yüzünden öldü! Neden?!” diye bağırıyor Ginny Diagon Yolu’nda, yüzü ihanete uğramış bir ifadeyle buruşmuş.
Fred’in cenazesinde Harry, Weasley ailesinin yanında donmuş gibi duruyor.
Remus ve Tonks’un cenazesinde kucağındaki turkuaz saçlı bebekle hayata tutunan Andromeda ile konuşacak gücü yok.
“Bana bir iyilik yapmana ihtiyacım var, Kingsley,” diyor Harry. “Draco Malfoy’a göz kulak olman gerek.” Kingsley inanamayarak kaşlarını kaldırıyor.
“Öyle değil,” diyor Harry hemen, kelimeleri birbirine dolanıyor. “Sadece ara sıra ona bir bakmana ihtiyacım var, şey olmadığından emin olmak için… Bakanlık onun yolunu kesmeye çalışacak, toplum da, ne yapmaya karar verirse versin… ona destek olmanı, onu tanımanı istiyorum. Onu ezmelerine izin verme. Artık Lucius’un gölgesinden uzakta, düzgün bir hayat yaşamak için ikinci bir şansı var—boşa gitsin istemiyorum.”
Kingsley sessiz kalınca Harry bir an duraksayıp sonra ekliyor. “Lütfen, sana borçlu olacağım, epey.”
“Tabii, sanırım senin için bunu yapabilirim, Harry ama sormak zorundayım: neden kendin ona göz kulak olmuyorsun?” diye soruyor Kingsley.
Harry oflar gibi gülüyor. “Güven bana, Kingsley—senden gelirse çok daha iyi karşılar.”
Colin Creevey’nin cenazesinde Harry Dennis Creevey’nin gözlerine bakamıyor.
“Tamam, bir tane daha geliyor,” diye mırıldandı Draco göz ucuyla bir parıltı daha görünce—bu epey şekillendirici bir yıl olmuş. Kırıntı görünür görünmez ona tutundu.
Harry Hagrid’le daldığını hatırladığı bahçeden geçip kulübeye doğru ilerliyor. Avuçları terli, gerginlikten titriyor. Burada olması yanlış geliyor ama olmak zorunda—olmak istiyor. Kapıya tıklıyor.
Bir süre sonra Andromeda Tonks kapıyı açıyor, uzun kıvırcık saçlarını başının üstünde bir topuz yapmış, kucağında turkuaz saçlı bir bebek var. Harry konuşmak için ağzını açıyor ama hiçbir şey diyemiyor. Ödü kopuyor—kadının torunu onun yüzünden öksüz ve yetim, neden onun vaftiz babası olmasına izin versin?
Ancak Andromeda hafifçe gülümseyip iç geçiriyor. “Gelmen uzun sürdü,” diyor, kapıyı tamamen açıyor ve Harry’nin içeri girmesi için kenara çekiliyor. Harry kafa karışıklığıyla bir an duraksayıp sonra kulübeye giriyor. Oturma odasına girerlerken avuçlarını kot pantolonuna sürüyor ve Andromeda’ya dönüyor, yüzü acı ve suçluluk dolu.
“Bayan Tonks, ben—”
“Sus,” diye lafını kesiyor Andromeda. “Her ne saçmalayacaksan—saçmalayacağını biliyorum, yüzünden belli, Harry—boşuna uğraşma. Sadece gelmene sevindim.”
Harry’nin dili tutuluyor. Andromeda bunu fırsat bilip Teddy bebeği kollarına veriyor.
“Teddy’nin vaftiz babasına ihtiyacı vardı, benim de uzun sıcak bir banyoya ve belki de biraz kestirmeye. Bebek odasında mama var—sağdan ikinci kapı. Halledersin.” Andromeda yorgun görünüyor, sesi de öyle çıkıyor ve onları bırakıp gidiyor. Odasına girmeden önce Harry seslendiğini duyuyor. “Bu arada, bana Andy de. Artık aileyiz ya.” Harry’nin nefesi kesiliyor.
Kucağında kımıldanan bebeğe bakıyor, şimdi Harry’nin darmadağın, fazla uzun saçlarını çekiştiriyor—Harry’nin ne yaptığına dair hiçbir fikri yok, hâlâ o konuşmanın şokunu atlatamamış. Koltuğa oturuyor ve sonunda Teddy bebeği koluna yatacak şekilde çeviriyor, bebek ufak sesler çıkarıyor ve büyük kahverengi gözleri merak içinde Harry’ye bakıyor.
“Merhaba, Teddy,” diye sessizce mırıldanıyor Harry ve nazikçe gülümsüyor. Biraz gülünç hissediyor, kendinden hiç emin değil. “Tanıştığıma memnun oldum.” Harry Teddy’nin ufak tombul yumruğunu kaldırıyor ve minik parmaklar anında parmağına dolanıp sıkı sıkı tutuyor. Harry ona gülüyor ve Teddy bundan memnun olmuş görünüyor, biraz daha ses çıkarıyor ve zevk içinde bacaklarını sallıyor. Harry’nin gülümsemesi büyüyor ve izlerken Teddy’nin sıcak kahverengi gözleri değişip parlak yeşil oluyorlar. Harry büyülenip kalıyor ve yanakları gülümsemekten acısa da bir sonraki kahkahası hıçkırık gibi çıkıyor.
Draco vücuduna döndüğünde gülümsediğini fark etti ve ufak, memnun bir gülüşle hımladı. Hemen tahtaya yeni bir nokta koyup “Teddy” yazdı ve ona gülümseyen Harry’ye döndü.
“Bu tanıdık geldi,” dedi Draco. “Camila’yı ilk kucağıma aldığımda ben de aynı şekilde hissetmiştim. Sorumluluğun ağırlığı ve o müthiş neşesi—o çocuğun hayatında o özel yere sahip olmak, onu ailene katmak o güne kadar yaptığın en önemli şeymiş gibi bir his, en büyük onur. Harika, değil mi?”
Harry ofladı, hâlâ gülümseyerek onu izliyordu. Bir kez başıyla onayladı. Draco bir an için o sıcaklığın ve memnuniyet hissinin tadını çıkardı, sonra saatine baktı. Daha saat onu çeyrek geçiyordu, müthiş.
“Öğreniyoruz bu işi. Moladan önce bir tane daha bulalım mı?”
Harry başıyla onaylarken hâlâ sırıtıyordu, koltuğunda öne eğildi ve Draco’nun gözlerine baktı. Draco asasını kaldırdı. “Legilimens.”
“FYBS'lerle uğraşmaya gerek yok, Harry, kendini fazlasıyla kanıtladın. Seherbazlara katılman iyi olacak.” Kingsley geçiştirircesine elini sallayıp ona gülümsüyor.
Harry, George’un Weasley Büyücü Şakaları’nı yeniden açmasına yardım ediyor. Dükkân Fred olmayınca daha karanlık geliyor. George haftalardır birkaç kelimeden fazla konuşmadı.
Ginny, Harry’nin Grimmauld Meydanı’na taşınmasına yardım ediyor. Yakında Harpilerin antrenmanına gidecek. Bavulunu yere koyarlarken Harry’ye alevli bir bakış atıyor—Harry onu hızla kucağına alıyor, tezgaha oturtuyor ve sessizce öpüyor. Ginny’nin kahkahası parlak ve berrak.
Draco, Harry ve Ginny’yi görünce rahatsız oldu—bu hissi kenara, bariyerlerinin arkasına itti. Muhtemelen yakında bunu çok daha fazla görecekti.
Harry bağırarak uyanıyor, kan ter içinde, asası çoktan elinde, nefes nefese. Ginny yanında, hafifçe saçına dokunuyor. Çok yorgun görünüyor.
Harry ilk defa Seherbaz üniformasını giyip aynada kendine bakıyor, somurtuyor. Bir şeyler doğru gelmiyor ama yanlış da hissetmiyor.
Harry’nin uçuçu alevleniyor, kimin geldiğine bakmıyor. Arkasından eller beline dokunuyor, sıkı sıkı ona sarılıyor. Hafif ve çiçeksi bir koku alıyor. “Ginny,” deyip sırıtıyor kollarında dönerek. Ginny mutlu görünmüyor—ona daha da sıkı sarılıyor.
Deponun karanlığında büyülerin ışığı etrafını sarıyor. Harry melas turtası, süpürge cilası ve dumanlı bir başka koku daha alıyor—Amortentia ama tam hatırladığı hâliyle değil. Başını döndürüyor. Bir varilin arkasından koşarak çıkıyor, lanetateşinin kaynağına doğru hızla ilerliyor, partnerinin arkasından bir şey bağırdığını duyuyor ama Harry yakaladı—
“Incarcerous!” diye bağırıyor ve asasından kalın halatlar fırlayıp iksirciyi yere düşürüyor, iksirci yerde halatlardan kurtulmaya çalışıyor ve hırlıyor. Harry sonunda bir suçluyu yakalamanın, hak eden bir adamı parmaklıklar ardına atmanın getirdiği başarı dalgasını hissediyor.
“Bir tane buldum,” dedi Draco sessizce, büyüsünü yaklaşan gümüşi parıltıya kancalayarak.
“Beni gerçekten istediğini düşünmüyorum, Harry,” diyor Ginny yumuşak bir sesle. Sesi üzgünmüş gibi çıkmıyor ama Harry üzgün. Harry’nin yatağında ve çıplaklar ancak yanlış bir şey var ve Harry hiç doğru hissetmiyor ve çok, çok siniri bozuk.
“İstiyorum,” diye yanıt veriyor Harry doğrulup ve ellerini saçından geçiriyor. Neden hayatında bu olamıyordu? “Tabii ki istiyorum, Gin, bunu o kadar çok istiyorum ki ve ne sorunum var anlamıyorum.”
Ginny yanında doğruluyor, örtüyle üzerini örtüyor. Elini Harry’nin koluna koyup nazikçe okşuyor. “Beni sevmiyorsun, Harry,” diye mırıldanıyor bilgi verir gibi. “Neden kendini sevdiğine ikna etmeye çalışıyorsun anlamıyorum.”
“Ama seviyorum! Tabii ki seni istiyorum, tabii ki seni seviyorum, sürekli seni düşünüyordum, sana geri dönüp seninle bir hayat kurmak için sabırsızlanıyordum. Bunu çok fena istiyorum, Gin. Bende bir sorun var ama ne olduğunu bulup düzelteceğim—”
“Beni dinlemiyorsun, Harry,” diye lafını bölüyor Ginny sessizce ama sertçe ve kolunu sıkarak. “Bunu istemiyorsun ve bunda bir sorun yok. Kendini buna zorlamayı kes. İçgüdülerin sana bir şeyin yanlış olduğunu söylüyorlar. Onları daha önce hiç duymazdan gelmedin, şimdi de gelmemelisin.”
Harry’yi tekrar nazikçe yatağa doğru çekiyor, ona bakması için yan döndürüyor. Dikkatle onu izliyor, ince parmaklarını nazikçe saçlarında gezdiriyor. Harry sinir ve üzüntüden neredeyse titriyor.
“İyi olacağız, biliyorsun,” diye fısıldıyor Ginny bir süre sonra, ufak yumuşak elini Harry’nin yanağına koyarak. “Sevgili olmasak da her zaman arkadaş olacağız ve sen her zaman ailemin bir parçası olacaksın.”
Keder ve sinir dolup taşıyor ve Harry iyice kıvrılıp Ginny’nin kollarına yıkılıyor.
Draco geri çekildi ve Harry gözlerini kapayıp koltuğunda arkasına yaslandığında Draco asasını tahtaya doğrulttu. Yeni bir nokta belirdi ve bir yandan kendi kendine bunun tahtadaki en “normal” şey olabileceğini düşünerek bu noktayı “Ayrılık” olarak etiketledi.
Draco dördüncü sınıfta Pansy ile benzer bir konuşma yaşamıştı. Anne babalarının muhtemelen bir gün evlenmelerini isteyeceklerini bildiğinden onunla olmak, onu istemek için çok uğraşmıştı. Sadece yanlış hissettirmişti—bunu istemeyi ne kadar istemiş olsa da içgüdüleri her adımda onunla savaşmıştı. Bunu kabullenmesi, ailesi ve gelecekteki karısı için olacağı devasa hayal kırıklığını kabul etmesi uzun zaman almıştı. Cedric Diggory’den hoşlanmak farklı, tüm hayatının hayal ettiğin gibi olmayacağını bilmek çok daha farklı bir şeydi. Harry’nin bunu kabullenmiş olup olmadığını merak etti.
Draco sessizce oturup bir tutam saçını parmağına doladı, yumuşaklığını hissetti, rengini göz ucuyla gördü. Harry’nin zihninde dalıp gittiği yerden dönmesini sabırla bekledi.
Bir süre sonra Harry gözlerini açtı ve Draco’ya öyle teslim olmuş ve yenilmiş bir bakışla baktı ki şok ediciydi. Hayır, demek ki kabullenmemiş.
“Normal bir hayatın olması için tek şansının o olduğunu mu düşünüyordun? Bir ailen olması için?” diye sordu tereddütle. Harry yüzünü buruşturdu ve gözlerini kaçırdı. Draco bunu kesin bir evet olarak kabul etti. Bir an düşündü, lafının devamını dikkatlice şekillendirdi.
“Normal bir hayatın ve bir ailen olması için tek şansının bir kadın olduğunu mu düşünüyordun?” Harry irkildi. Draco hafifçe iç geçirdi.
“Bir zamanlar ben de öyle düşünüyordum,” diye mırıldandı. Harry’nin gözleri anında onun gözlerine baktı; hâlâ temkinli, teslim olmuş görünüyordu. “Pansy de bu konuda çok kibar davranmıştı. On dört yaşındaydım.”
Harry temkinli ve savunmacı ancak bariz bir şekilde meraklı hâlde onu izlemeye devam etti.
“Tabii gençken benim bunu çözmek için biraz daha fazla vaktim vardı,” diye devam etti Draco. “Hatırladığım kadarıyla sen epey meşguldün.” Bir an durdu, ne kadar zorlamak istediğini tarttı. Harry her zamanki sessizliğiyle onu izlemeye devam ederek bekledi.
“Bu doğru değil,” dedi Draco nazikçe. “Bunu artık biliyor musun bilmiyorum. Herhangi biriyle normal bir hayatın, gerçek bir aşkın, bir ailen olabilir—bu kişi bir kadın olmasa bile. Aile sadece kan bağıyla, kızı kapıp aile kurup tıpkı sana ve karına benzeyen bir Quidditch takımı dolusu çocuk yapmakla alakalı değil. Aile, insanların kendi aralarında verdiği bir karardır; bir bağ, genellikle kan bağı ama kan burada belirleyici faktör değil. İlişkinin değeri bilindiği, ilişki geliştirildiği ve her şeyden üstün tutulduğu sürece… Timsy benim, babamın bugüne kadar olduğundan çok daha ailem. Çünkü ben tehlikedeyken ona verilmiş olan emirlere karşı bile beni korumayı seçti. Çünkü özgür kaldığımda yanımda kalmayı seçti. Ona ve birbirimizle ilgileniş şeklimize değer veriyorum, tıpkı anneme ve Pansy’ye ve Camila’ya değer verdiğim gibi.”
Harry gözlerini kapadı ve yavaşça nefes verdi.
“Ve eğer istediğin Potter temalı bir Quidditch takımıysa kesinlikle bunun için bir kadınla seks yapmana gerek yok,” dedi Draco ve Harry gözlerini açıp kafa karışıklığıyla kaşlarını çattı.
“Hadi ama. Taşıyıcı annelik…?” Draco tek kaşını kaldırıp eliyle öylesine işaret etti. Harry’nin yüz ifadesi değişmedi ve Draco buna şaşırıp şaşırmadığına karar veremiyordu.
“Gerçekten de fazla meşguldün,” diye mırıldandı düz bir sesle. “İstersen bunu sonra konuşabiliriz—ben ödü kopmuş gey bir ergenken çok fazla araştırma yaptım. Bir Malfoy olarak yegane görevim soyadı taşımak, bir varis bırakmak, biliyorsun ya—bir iksir içip sırtüstü yatıp İngiltere’nin hâlini düşünmek zorunda kalacağım diye çok korkuyordum.” Harry’nin yüzündeki temkinlilik ufak bir gülümsemeyle geçince memnun olup sırıttı. “Ama baba olmak için birçok yol var, seni temin ederim. Ve o gün geldiğinde sen bu işte o kadar iyi olacaksın ki bir yığın sıfatına ‘Büyücü Britanya’sının Yılın Babası’nı da eklemek için mezarının başına ikinci bir mezar taşı dikmek zorunda kalacaklar—muhtemelen bu sıfata sahip olduğun tüm yılları da listelerler.”
Harry şimdi sessizce ona gülüyordu, çenesini eline dayamıştı ve sevgiyle başını iki yana sallıyordu ve Harry’nin modunu biraz yükselttiği için Draco’nun kendine güveni yerine geldi. Başarı hissi içini sıcacık etti.
“Ara vermeye hazır mısın?”
***
Dışarıda şiddetli yağmur yağıyordu, onlar çalışırken neredeyse sel gibi bir sağanak başlamıştı. Gökyüzü gri ve donuktu, pencerelere ve çatıya çarpan yağmur damlalarının sesi evde neredeyse fısıltı gibi bir uğultuya sebep oluyordu. Draco kendi kendine Pleuvisaud* diye düşündü, tuhaf kelimeyi oturma odasının rafında duran, en sevdiği Büyücü aşk romanlarından birinden hatırlıyordu.
Mutfağa girdiklerinden kısa bir süre sonra Timsy oraya cisimlendiğinde Harry korkudan sıçradı. Cin elindeki büyükçe kese kağıdını pat sesiyle masaya bırakıp Draco’ya döndü.
“Timsy öğleden sonra izinli olmaya karar veriyor,” dedi sanki Draco karşı çıkacakmış gibi savunmacı bir tavırla kollarını kavuşturarak. “Timsy günün geri kalanında yemek veya temizlik yapıyor olmayacak.”
Draco gülümsedi. Timsy nadiren izinli olurdu ve bunun için onu ne kadar cesaretlendirse de Timsy her seferinde bunun için biraz savaşması gerekiyormuş gibi hissediyordu.
“Harika, Timsy. Poşette ne var?”
“Timsy yemek alıyor, başkası yemeği yapıyor. Timsy, Efendilerin öğle yemeği için eve köri getirdi.”
“Süper! Tikka masala var mı?” diye sordu Draco heyecanla ellerini çırpıp.
“Tabii ki,” diye mırıldandı Timsy büyük gözlerini kısıyor. “Timsy, Draco Efendi ne istiyor biliyor. Timsy, Harry Efendi için kuzu vindaloo alıyor… Timsy, Harry Efendi’nin daha aromatik bir şeyler istiyor olduğunu düşünüyor. Harry Efendi muhtemelen buna dayanabiliyor.”
Timsy kıstığı gözlerini karşı çıkması için meydan okurcasına Harry’ye dikti ama Harry sessizce kıkırdıyor ve hevesle başını sallıyordu. Draco, Timsy’nin dolaylı yoldan acıya toleransına laf sokmasını duymazdan geldi. Kimse ona Timsy'den daha büyük bir incelikle hakaret edemezdi.
“Teşekkürler, Timsy,” deyip sırıttı Draco. “Biz cam odada olacağız o zaman. Bildiğin üzere dışarıdan söylenen yemek en güzel yerde yenir, orası güzel bence.”
Timmy bıkkınlıkla iç geçirdi—Draco’nun yerde oturmasından nefret ediyordu. Muhtemelen nesiller boyu Malfoylarla yaşamasıyla alakalıydı. Ama bu iddiayı reddetmedi, yalnızca homurdanarak yanlarından geçip cam odaya doğru ilerledi. Yemek veya temizlik yapmayacağını söylemişti ama bazı konularda Timsy kendini tutamıyordu. Draco kese kağıdını alıp Harry’ye verdi, ardından aklına bir fikir geldiğinde neredeyse yerinden sıçradı.
“Sonunda kasedi boombox’a nasıl koyacağımı çözdüm,” dedi Draco heyecanla, fazla hevesli görünmemeye çalışarak. “İstersen yemek yerken dinleyebiliriz.”
Harry’nin yanakları kızardı ve gözlerini kaçırdı, belli ki utanmıştı. Birkaç kez başını iki yana salladı.
“Hayır mı? Peki o zaman,” diye mırıldandı Draco biraz üzülerek. Ardından Harry parmağıyla onu göstermeye başladı ve Draco bu belirli belirsiz mesajı çözmeye çalışırken kaşlarını çattı.
“Ben,” diye mırıldandı. “Benim müziğim mi? Benimkileri mi dinlemek istiyorsun?”
Harry sırıtarak başıyla onayladı. Draco, başka kimsenin dilsiz Harry’yi onun kadar hızlı anlayıp anlamadığını merak ediyordu. Bu başarı egosu için çok fazlaydı. Rahat görünmeye çalışarak omuz silkti.
“Tamam, ben getiririm. Sen cam odaya geç.”
Harry kese kağıdını da alıp odaya geçti, Draco da pikabını almak için oturma odasına yöneldi. Hâlâ gizemli kaseti içinde tutan boombox’a hasretle bir baktıktan sonra bir plak seçti ve pikabı havalandırıp cam odaya uçurdu.
Timsy odanın ortasındaki oturma yerini temizlemişti, yer bomboş kalmıştı. Ortaya geniş bir battaniye serilmişti ve üzerinde birkaç minder vardı, Draco resmen leke-geçirmez tılsımlarında boğulduklarından emindi—cin kumaştan leke çıkarmaktan nefret ediyordu. Harry battaniyenin üzerinde bağdaş kurmuş, poşetten plastik kapları ve tek kullanımlık çatal kaşıkları çıkarıyordu.
Draco bu odayı seviyordu—bitkilerinin çoğu burada yaşıyordu ve Draco’nun bitki alma konusunda öz kontrolü olmadığından sayıları her geçen yıl artıyordu. Cam duvarlar boyunca tahta ve metal stantlarda duruyorlar, cam kubbe tavandan hafifçe parlayan lambaların asılı olduğu tellerın arasından sarkıyorlardı. Pencereler yağmurdan ıslanmış, dış dünyayı bulanıklaştırmıştı. Yağmurun sesiyse burada çok daha fazlaydı. Draco pikabı yere, battaniyenin yanına indirdi ve kendisi Harry’nin karşısına otururken plağı da pikaba dayadı.
“Yağmurlu günler için favori plağım,” dedi Draco. “Şanslıysak belki Timsy’yi dans ettirebilirim.”
Harry buna şaşırmış görünerek sırıttı ve içinde pilav ile kremalı Tavuk Tikka olan kapları ona uzattı. Draco hevesle yemeye başladı, Harry’yse kendine biraz naan koparıp Vindaloo’suna başladı, yüzünde memnun bir gülümseme vardı.
Birkaç dakika yalnızca cam çatıya çarpan yağmur sesini dinledikten sonra Harry, Draco’ya baktı ve başıyla pikabı işaret etti.
“Aa!” dedi Draco kendisine gülerek. “Tikka için o kadar heyecanlanmışım ki unuttum.” Şimdiden yarısını yediği yemeğini yere bıraktı ve plağı dikkatlice çıkarıp platforma yerleştirdi ve kolu dış kenara kaldırdı.
“Bones, sinking like stones, all that we fall for
Homes, places we’ve grown, all of us are done for…”
(“Kemikler, taşlar gibi suda batıyorlar, tüm sevdiklerimiz
Evler, içinde büyüdüğümüz yerler, mahvolduk hepimiz…”)
Draco hoşnutlukla iç geçirdi. Yağmurun gürültüsünden müziği duyabilmek için sesini biraz daha açtı. Harry ona sırıttı.
“Muggle’lar galiba, İngiliz,” diye açıkladı Draco yemeğini yeniden eline alıp. “Duymuş muydun onları?”
Harry boş plak kapağını alıp inceledi ve ardından başıyla onayladı.
“Bu, Pansy’nin bana aldığı ilk albümlerden biriydi. O kadar çok dinledim ki sonunda Pansy sırf her geldiğinde aynı şeyi dinlemek zorunda kalmasın diye bana daha fazla plak aldı,” dedi Draco. “O zamandan beri koleksiyonuma eklemeler yapıyor. Bana zorla tüm Backstreet Boys albümlerini bile verdi, gerçi ben ona geri vermeye çalıştım. Bildiğin üzere ben N*SYNC’ten gayet memnunum.”
Harry ona güldü, tartışamasa da başını ona katılmadığını belli edecek şekilde sallıyordu. Yemeklerini yemeye devam ettiler, ta ki sonraki şarkı çalmaya başlayıp Draco muzip bir gülümsemeyle aniden başını çevirene kadar.
“Timsy!” diye seslendi ve Timsy odaya cisimlenirken yemeğini bırakıp ayağa kalktı. Çalan şarkıyı duyar duymaz Timsy iç geçirdi.
“Hadi, Timsy,” diye yalvardı Draco. “Çok uzun zaman oldu!”
Timsy yenilmişlikle başını eğdi ama Draco gizliden gizliye bunu sevdiğini biliyordu. Sadece her zamanki gibi huysuzluk ediyordu ve Draco’nun, böyle bir aşağılama için hevesli olduğunu düşünmesine izin veremezdi.
“Draco Efendi yine Viyana valsi mi yapmak istiyor?” diye sordu Timsy tekrar abartılı bir şekilde iç çekerek. Draco odaya bakındı.
“Viyana için biraz sıkışık ama bence yapabiliriz, sence?”
Timsy yuvarlak odayı inceledi. “Müziğe uygun olan tek dans bu oluyor.”
“Çok haklısın,” dedi Draco ciddiyetle, yüzündeki sırıtışı kontrol etmeye çalışarak. Draco cine yaklaşırken Harry’nin yüzünün heyecanla aydınlandığını görebiliyordu; Timsy yine dramatik, abartılı bir şekilde iç geçirdi ve kendi kendine “Efendiler Timsy’ye izin gününde egzersiz yaptırıyorlar,” diye homurdandı.
“Did you want me to change? Well I’d change for good
And I want you to know, that you’ll always get your way…”
(“Değişmemi mi istiyordun? Eh, temelli değişirdim
Ve bilmeni isterim, hep senin dediğin olurdu…”
Draco, Timsy’nin iki elini de tuttu—cin, Draco’nun onunla düzgünce dans edebilmesi için fazla kısaydı ama adımları herkesten daha iyi biliyordu. İdare ettiler. Nakarat yaklaştığında Draco Timsy’ye hınzırca sırıttı ve kocaman gözlerini devirdiğini gördüğüne yemin edebilirdi, ardından Timsy bir bacağını geriye savurdu ve onları mükemmel bir Viyana Valsi’ne atlattı, Draco ile mükemmel senkronizasyon hâlinde hızlıca odada dönüp duruyordu ve kısa, küçük bacaklarıyla bunu yapabilmesi epey etkileyiciydi. Draco onları etraflarında döndürürken neşeyle kahkaha attı. Harry’nin bakışları onları takip ederken gülümsemesi gözleri alıyordu, omuzlarıysa sessiz kahkahalarla titriyordu.
Ne absürt bir durum, diye düşündü Draco ev ciniyle birlikte bir Coldplay şarkısına Viyana Valsi yaparken ve Harry Potter da yemek kutuları arasında odanın ortasından sevgiyle onları izleyip gülerken. Draco’nun on iki yaşındaki hâli bunu görebilseydi anında patlayıp yok olurdu. Hayatı daha ne kadar garipleşebilirdi?
Şarkı biterken yavaşladılar. Draco bu noktada artık nefes nefese kalmıştı—bu dans hızlıydı—ama geriye bir adım atıp abartılı bir selamla yere kadar eğilirken hâlâ çılgınca sırıtıyordu. Cin yine gözlerini devirdi—bu alışkanlığı Draco’dan mı kapmıştı?—ve o da uygun olan bu olduğundan hafifçe reverans yaptı. Biraz bile nefes nefese kalmamıştı.
“Bana ayak uydurduğun için teşekkür ederim, Timsy,” dedi Draco. “Her zamanki gibi müthiş bir dans partnerisin.”
Timsy küçük elini bu iltifatı geçiştirircesine salladı ve homurdanarak dönüp odadan çıktı. Yalnızca Draco’nun ona söylendiğini duymasını istediğinde odadan yürüyerek çıkardı ve bu her zaman Draco’yu gülümsetirdi.
“I awake to find no peace of mind
I said, ‘How do you live as a fugitive
Down here, where I cannot see so clear...’”
(“Uyanıyorum, içim rahat değil
Dedim ki ‘Kaçak olarak nasıl yaşıyorsun
Burada, aşağıda, gözlerim net görmüyor’…”)
Draco kendini tekrar battaniyeye attı ve nefes nefese yere uzandı. Başını yana çevirdiğinde Harry’yi gördü, o kadar kocaman gülümsüyordu ki Draco’nun kalp atışları daha da hızlandı. Nefes alış verişi yavaşlayamayacaktı demek ki.
“Fazla etkilenmemeye çalış, Harry,” dedi Draco sırıtarak. “Timsy nesillerdir Malfoylarla yaşıyor—Viyana Valsi’nde ustalaşmak için benden çok daha fazla vakti vardı.”
Harry elini uzatıp asasını kullanmadan çalışma odasından not defterini ve kalemini çağırdı. Draco bunu odanın dışında görünce biraz rahatsız oldu—neredeyse çalışma odasının korumasından çıkmaması gerekecek kadar kutsal gibiydi, çoğu etkileşimleri gibi ama Harry yazmak için defteri açarken bir şey demedi.
Dans etmeyi nerede öğrendin?
Draco sırıttı. “Malfoy Malikânesi’nin soğuk, mermer balo salonunda tabii ki,” diye yanıt verdi. “‘Safkan asiller’in çoğu daha okula başlamadan balo dansı eğitimi alır. Dans, derslerimden biriydi—Hogwarts’tan önce birkaç özel mürebbiyem oldu. Bir yanda onlar bir yanda annem, ergenlikten dans etmeyi öğrenmeden çıkmam mümkün değildi. Merlin’e şükür en azından eğlenceliydi, tabii çocukken asla bunu itiraf etmezdim.”
Harry ona sırıttı ve kalemini kağıda geri götürdü.
Çok etkileyici
Draco ona gülerek gözlerini devirdi. Aceleyle karaladığı sözcüklerdeki alayı resmen duyabiliyordu.
“Evet, evet, safkan eğitimi bana nasıl da yardımcı oldu ama. Zor değil aslında. Uçmayı ya da düello yapmayı öğrenmek gibi—ama tüm o rekabet veya tehlike olmadan.”
Harry kaşlarını kaldırdı, inanmayan bir ifadeyle gülümsedi. Draco, Harry’nin dördüncü sınıf Noel Balosu’ndaki gergin, tuhaf dansını hatırlayıp dudak büktü.
“Öyle! İnsan vücudu öyle hareket etmeyi istiyor, ritim içgüdüsel bir şey. Tıpkı düello yaptığında veya uçtuğunda vücudunun hiç düşünmeden sadece hareket etmesi gibi. Düşünmeyi kesip vücudunu ona doğal gelen şeyi yapmaya bıraksan sen de gayet kolay dans edebilirsin.”
Harry sanki Draco ona lederhosen giyip Schuchplattler yapmasını söylemiş gibi katı bir tavırla başını iki yana salladı, o inanamaz gülümseme hâlâ yüzündeydi. Draco gözlerini kısarak ona baktı.
“Aa, dans edeceksin, Harry,” dedi ve Harry’nin gözleri kocaman olup kafa sallayışı daha da hızlanınca sinsice sırıttı. “Kesinlikle, evet, dans edeceksin, karşı çıkmak yok—zaten çıkamazsın da. Daha önce çok kez uçtuk, düello da yaptık, benimle dans etmekte hiçbir sorun yaşamazsın. Bu sefer bir yılanla konuşmana bile gerek olmayacak, çok şanslısın.” Harry’nin yüzündeki dehşet ve korku, kıpkırmızı olan yanaklarıyla birleşince Draco’nun kahkahasını bastırmaktan omuzları titred,. Çok tatlı, dedi yine Draco’nun hain beyni ama Draco onu duymazdan geldi, dediklerini kanıtlamakta kararlıydı. Çalmaya başlayan şarkı zaten hoş ve yavaş bir şarkıydı, kolaydı. Sırtını doğrulttu, hızlı ve zarif bir hareketle ayağa kalktı ve elini uzattı.
“Hadi, kalk, kalk,” diye ısrar etti sırıtmaya devam ederek ve Harry gergince etrafa bakındı, belli ki bir kaçış yolu arıyordu. İstese kolaylıkla bulabilirdi, Draco onu hiçbir şeye zorlayamazdı. Draco elini uzatmış hâlde bekledi.
Çok geçmeden Harry gözlerini devirdi ve bıkkınca iç geçirdi ama yine de Draco’nun bir önceki dans partneri gibi elini tuttu. Draco sessizce zaferine gülerek onu ayağa kaldırdı ve battaniyeden uzaklaştırdı.
“Did I drive you away?
I know what you’ll say, you’ll say
Oh, sing one you know…”
(“Seni uzaklaştırdım mı?
Ne diyeceğini biliyorum, diyeceksin ki
Ah, bildiğin bir şarkı söyle…”)
Draco, Harry’nin sol elini alıp kendi sağ omzuna yerleştirdi—Harry kafa karışıklığıyla kaşlarını çattı. Draco hafifçe güler gibi burnundan nefes verdi.
“Büyücülük Dünyası’nın Kurtarıcısı olabilirsin Harry ama bu, dansı yönlendireceğin anlamına gelmiyor.”
Harry gözlerini devirdi, yaklaşırken yanakları daha da kızardı. Draco Harry’nin diğer elini tuttu, biraz dışarı uzattı ve dikkatlice sağ elini Harry’nin beline yerleştirdi, kendi yanaklarının da ısındığını hissediyordu. Neden bunu yapıyordu?
“But I promise you this
I’ll always look out for you
Yeah, that’s what I’ll do…”
(“Ama sana söz veriyorum
Seni hep koruyup kollayacağım
Evet, öyle yapacağım…”)
“Rahatla, Harry,” diye mırıldandı Harry’nin kaslarının, ellerinin altında kasıldıklarını hissedince. Harry yavaşça derin bir nefes alıp Draco’nun gözlerine baktığında göğsü sıkıştı. Hâlâ çok gergin görünüyordu ve bu kesinlikle dans etmesine yardımcı olmayacaktı.
“Gözlerini kapat,” dedi Draco sessizce. Harry kaşlarını kaldırdı ama dediğini yaptı.
“Sol ayağınla geri, sonra yana gideceksin, ardından sağ ayağınla öne ve tekrar yana gideceksin, kutu çizer gibi, yavaş yavaş. Fazla düşünme. Sadece şarkının ritmini hisset, benim vücudumun nasıl hareket ettiğini hisset ve benimle hareket et.”
Harry’nin dudakları eğlenmiş gibi titredi ama gözlerini açmadı ve Draco hareket ettiğinde Harry de ona dediği gibi adımları takip etti. Hareketleri baştan tuhaf ve aniydi ancak bir süre sonra Draco, müzikle uyumlu nefes alıp verdiğini fark etti ve adımları da daha pürüzsüz, daha doğaldı.
“My heart is yours,
It’s you that I hold on to
Yeah, that’s what I’ll do…”
(“Kalbim senin,
Tutunduğum sensin
Evet, öyle yapacağım…”)
Draco, bu saçmalığı sırf haklı çıkmak için başlatmış gibi yapmaya devam etmek için çok uğraştı ama sadece Harry’ye dokunmak için bir bahane aradığı git gide daha da apaçık ortaya çıkıyordu; Harry ona yaklaşıyordu; Draco’nun onun belindeki eli ve Harry’nin Draco’nun omzunu tutuşu yüzünden yakınındaydı. O kadar yakınlardı ki göğüsleri neredeyse birbirine değiyordu ve Draco, Harry’nin saçının yanağını gıdıkladığını hissedebiliyordu ve o kadar zavallı biriydi ki bunun hiç bitmemesini istiyordu, karnındaki uyarı acıları başlamış olsa bile.
“And I know I was wrong,
But I won’t let you down
Oh, yeah I will, yeah I will, yes I will…”
(“Ve biliyorum haksızdım,
Ama seni yüzüstü bırakmayacağım,
Ah, evet bırakacağım, evet bırakacağım, evet bırakacağım…”)
Draco, elinin ne zaman Harry’nin belinden sırtına kaydığını bilmiyordu ama artık oradaydı ve Harry çok sıcaktı ve çok yakınındaydı. Draco’nun tek duyabildiği yağmurun uğultusu, plaktan gelen hafif müzik ve kulaklarında atan kendi nabzıydı. Yerdeki hayali kutunun içinde hiç takılmadan hareket edişlerine bakılırsa Harry’nin artık adımları hiç düşünmediğini biliyordu. Dünya küçülüp bu ufak, bitki dolu, cam odaya sığmıştı ve o anda Draco için önemli olan tek şey ne olursa olsun Harry’yi bu kadar yakınında tutmaya devam etmekti.
Harry’nin nefesini çenesinde hissedebiliyordu ve Draco başını öne eğdi, sadece birazcık ve böylece burnu Harry’nin saçına, kulağının hemen üstüne belli belirsiz değdi. Şampuanının baharatlı, odunsu bir kokusu vardı ve artık canı yanıyordu ama durmayacaktı.
Harry’nin sol eli yavaşça omzundan yukarı çıktı ve hafifçe Draco’nun ensesinde durdu, onu daha da yakına çekti, Draco Harry’nin vücut ısısını hissedebiliyordu. Harry biraz yüzünü çevirdi, burnu Draco’nun çene kemiğine değdi. Draco bunu yaptığının farkında olup olmadığını merak ediyordu ama sonra Harry, tuttuğu elini bıraktı ve onun yerine Draco’nun üst kolunu tuttu, Draco’nun boşta kalan eli de Harry’nin yanından arkasına dolandı ve bu, iki tarafın da gayet bilinçli aldığı bir karardı. Draco acıyı görmezden gelmeye devam etti—ödül fazla büyüktü. Draco Avrupa’da geçirdiği vakitten beri biriyle bu kadar yakınlaşmamıştı ve bu seferki çok, çok farklıydı—muhtemelen Harry olduğu içindi ve tabii ki yalnızca o Draco’nun bu kadar aptalca davranıp kendini korumayı boş vermesine sebep olabilirdi. Draco yalnızca bir santimcik hareket etmesi gerekeceğini düşündü Harry’nin eli ensesinden yavaşça saçına çıkarken. Burnu Draco’nun yanağına değerek yavaşça hareket ediyordu, sonunda alnı da Draco’nun alnına yaslandı ve Draco’nun karnı korkunç şekilde bükülüyordu ve göğsündeki o çekmeli, sıkışmalı acı nefesini daraltıyordu ama Harry’nin nefesinin yumuşak yumuşak üflemesini kendi dudaklarında hissedebiliyordu—
Ve Harry’nin dudakları onunkilere değdi, Draco’nun hayal ettiğinden çok daha yumuşaklardı ve Draco’nun nefesi kesildi, içinde patlayan o bükülen, bıçaklanma gibi acıyla hafifçe inlememeye çalıştı ama engel olamadı, tıpkı kollarının Harry’nin belini daha sıkı kavramasına ve hayatta yapabileceği en önemli şey buymuşçasına onu öpmesine engel olamaması gibi.
Harry’nin kolu boynuna dolandı, eli Draco’nun saçlarına gömülmüştü ve daha önce kimse Draco’yu böyle öpmemişti. Harry Draco’yu kendine çekiyordu, vücutları dizlerinden göğüslerine kadar birbirlerine yaslanmıştı, sanki bunun açlığından ölüyor, sanki buna doyamıyormuş gibiydi. Draco zor nefes alıyordu, gözlerini sımsıkı kapamıştı ve sanki karnına bir yığın bıçak saplanıyormuş gibi, sanki kasları yanıyormuş gibi içine dolan o acı yüzünden vücudunun titremesine engel olamıyordu ama Harry’nin kazağını sıkıp onu tekrar tekrar öptü ve Harry dudaklarını dişliyordu, tadını dilinde alabiliyordu, kesinlikle hiçbir şey bundan daha önemli değildi—
Ama acı dayanılmazdı, işkenceydi, yoğunluğu bu olağanüstü adamı öpmekle aynı olsa da ondan gelen o mutluluk ve rahatlamanın tam zıttıydı ve acıdan boğulurcasına bir hıçkırığı bastıramadı, şakağından akan teri veya gözlerine dolan yaşları da. Harry birden nefesi kesilerek geri çekildi, elleri Draco’nun omuzlarını sıkı sıkı kavradı. Draco nefes nefeseydi ve bunun bitmesini istemiyordu, bunun için her şeye katlanırdı ama Harry’nin kazağını bıraktı ve geri çekilmesine izin verdi.
Draco’nun kolları serbest kaldığında anında içgüdüsel olarak karnına gittiler ve ikiye büküldü, acıdan nefes nefeseydi ve ofluyordu, kaslarındaki kasılmaların ve büyüsel çekirdeğindeki zonklamanın geçmesini bekliyordu.
Acı yavaşça azalırken beynindeki sis de geçiyordu ve ilk kimin kimi öptüğünü, bunu kimin başlattığını hatırlayamadığını fark etti. Dansa kaldırarak bunları Draco başlatmıştı ve bu ilk baştan etik değildi ama birbirlerine aynı anda yaklaşmışlardı, ilk kesinlikle Harry’nin eli onun saçına gitmişti, Draco’nun burnu Harry’nin kulağına gitmişti—
“Özür dilerim,” dedi Draco sonunda konuşabilecek hâle geldiğinde. “Bu hiç etik bir davranış olmadı.”
Gözlerini açtığında Harry’nin birkaç adım öteden ona baktığını gördü, korkmuş gözleri panikle Draco’nun vücudunu tarıyordu, parmakları sanki olanlara inanamıyormuş gibi dalgınca kendi dudaklarına dokunuyordu. Bağlarının içinde bıraktığı Cruciatus’a çok benzer o soluksuzluk, yıpranmışlık hissi olmasaydı Draco da inanamazdı. O öpücük bir rüya olabilirdi ama acı unutulacak gibi değildi ve kesinlikle gerçekti.
“İyi misin?” diye sordu Draco yumuşakça. Harry kendine gelir gibi birkaç kez gözlerini kırpıştırdı ve başıyla onayladı, elini indirdi. Yüzü hâlâ korku ve endişe doluydu—Draco’nun mabetlerinde onda hiç görmek istediği bir görünüş değildi. Draco güvende hissetmemesine mi sebep olmuştu?
“Özür dilerim,” diye mırıldandı yine, bir kolunu karnından çekti. “Neye kapıldım bilmiyorum. Bir daha olmayacak.”
Bu sözleri üzerine ikisi de gözlerini kaçırdılar. Harry’nin yanıt olarak hiçbir şey demeyeceğini biliyordu ve Draco yüzündeki rahatlamayı görmek istemedi. Acaba Draco’nun o öpücüğe verdiği deli gibi tepkiyi merak ediyor muydu diye düşündü—sorsa Draco ona cevabı söylerdi.
Ama Harry yalnızca asasını çıkarıp boş yemek kaplarını yok etti, yerdeki battaniyeyi katladı ve not defterini aldı. Draco da bundan bunlar hiç olmamış gibi davranacakları sonucunu çıkararak cebinden kendi asasını aldı ve pikabı durdurdu, onu ve boş plak kabını havaya kaldırıp cam odadan çıkardı ve oturma odasına geri götürdü.
Ve bu berbat bir histi. Neyin daha kötü olacağına karar veremiyordu: Harry’yi bir kez öpmek ve bağlarının işkencesine rağmen ne kadar harika olduğunu öğrenmek ve bunun bir daha olmayacağını bilmek mi yoksa Harry Potter’ı hiç öpmemek ve gençliğinden beri olduğu gibi ömür boyu bu acabayla yaşamak mı?
Ama bu önemli değildi. O bir Şifacı’ydı ve yapması gereken bir işi vardı. Oturma odasında bir an durup aklını toparlamaya çalıştı, derin nefesler aldı, kaslarının titremesini yatıştırdı, önceliklerini yeniden düzenledi ve bunları yaptıktan sonra çalışma odasına döndü, dudaklarının kızarıklığı geçmiş olmasa da en azından yanaklarındaki kızarıklığın azaldığından emindi.
Harry çoktan ateşin yanındaki berjer koltuğuna oturmuştu, gözleri kapalıydı ve ellerini karnına kavuşturmuştu, kaşları hafif çatık olmasa huzurlu görünürdü. Draco otururken gözlerini açtı ve temkinli bir şekilde onu izledi. Draco, Harry’nin böyle hissetmesine sebep olmuş olmaktan nefret ediyordu. Aklından ne geçiyordu?
Draco derin bir nefes alıp sihirle iki bardak yaptı ve Harry’nin sevdiği limonlu suyla doldurdu, ardından not defterini kucağına aldı.
“Sen meditasyonuna başla,” dedi Draco okuma gözlüklerini takıp, Harry’nin gerginliğini yatıştırmak için rahat bir ses tonuyla konuşmaya çalıştı. “Yapacak işlerimiz var. Yaklaşıyoruz, hissedebiliyorum.”
Harry dediğini yaptı ve Draco not defterini açıp aceleyle kaçırdığı notları ekledi, çaresizce beyninin tamamını Harry’nin dudaklarının nasıl hissettirdiğine değil elindeki işe odaklamaya uğraşıyordu—ancak o dudaklar hâlâ dikkatini dağıtacak şekilde kırmızıydı, kahretsin. Artık Harry’nin bakabileceği, risksiz hiçbir yeri yoktu: Draco’nun saçlarını okşayan sıcacık elleri, yanağına değen dümdüz burnu, onu kendine çeken güçlü kolları, göğsüne yaslanan sert göğsü, yüzünü gıdıklayan darmadağınık saçları. Kahretsin, kahretsin.
Harry meditasyon yaparken Draco Zihinbend duvarlarıyla ilgilendi, elinden geldiğince güçlü olmalarına uğraştı. Artık bir kez öyle gardını indirdiği için durum daha da tehlikeliydi. Farkında olmadan tekrar bunu yapmak, Harry’nin kafasının içindeyken çaresizce istediği gibi kendini daha da yakına çekip Harry’ye boğulmak çok kolay olurdu. Draco defterini kapatıp bekledi, kıyafetinin üzerinden kolundaki Karanlık İz’i ovaladı ve kendine tam olarak neden bunun olamayacağını hatırlattı.
Harry sonunda gözlerini açıp öne eğildiğinde ve Draco’nun gözlerine baktığında Draco tüm benliğini özenle bariyerlerinin arkasına sakladı ve asasını kaldırdı. Harry kısaca başıyla onayladı. Legilimens.
Robards ona bağırıyor. ‘Sen burada Seçilmiş Kişi değilsin, kötülükle artık tek başına savaşmıyorsun, Seherbaz Potter! Seherbaz arkadaşların sahada sana güveniyorlar ve senin de onlara güvenmen gerek!’
Draco buna burun kıvırmamaya uğraştı. Onun için söylemesi kolaydı, on bir yaşından beri günü tek başına kurtarmak için eğitilmiş olan o değildi…
Harry bir kulüpte, zil zurna sarhoş ve adamın biri sırtını tuvalette kabine doğru itiyor, ağzı Harry’nin boynunda. Harry’nin elleri adamın gömleğinin altında.
Siktir, bu iş Draco’nun tahmin ettiğinden çok daha zor oluyordu.
“Biliyorsun Potter, sana sorardım, Departman’ın başkanının Kurtarıcı olması çok iyi olurdu—ama çok çabuk öfkeleniyorsun ve çok ani tepki veriyorsun, biliyorsun bunu. Seherbaz Weasley çok daha stratejik, kafası bu işlere çalışıyor ve o sahada olmaktan senin kadar keyif almıyor,” diyor Robards, Harry’yi pür dikkat izliyor.
“Merlin’e şükür,” diye yanıt veriyor Harry gülerek. “İşinde gözüm yok, Robards, merak etme, Ron bu iş için mükemmel.”
Molly Weasley yine Harry ve Ginny’yi kandırıp baş başa akşam yemeği yemelerini sağlamış. İkisi de bu duruma gülüyorlar.
“Sence ne zaman pes edecek?” diye soruyor Harry.
“Muhtemelen hiçbir zaman,” diye yanıt veriyor Ginny sırıtarak. “Eh. Beleş yemek sonuçta, değil mi? Biraz özlem giderelim.”
Harry gülüyor.
Harry’nin Seherbaz partnerinin arkasındaki duvara bir bombarda isabet ediyor—Jeffries havaya uçuyor ve taş zemine sertçe düşüyor. Harry alt kattaki kilerde çocukların çığlık attıklarını duyabiliyor ve o öfkeyle onları kaçıran kişinin dizlerinin üzerine düştüğünü görüyor, Harry kazara büyüsüyle onu boğarken adamın elleri can havliyle boğazında…
“Bir tane geliyor,” diye mırıldandı Draco. “Dayan.” Asasından daha fazla güç geçirdi ve tutundu.
Harry, Ron ve Hermione geç kahvaltılarını bitiyorlar. Gülüyorlar ve okul maceralarını anıyorlar—kimsenin ölmediği maceraları.
“Dumbledore son anda Gryffindor’a yüz altmış puan verdiğinde Malfoy’un yüz ifadesi—“ Harry kahkahalara boğuluyor ve Ron da gülmekten iki büklüm oluyor. Sohbet güzel akıyor. Ama Hermione kımıldamadı. Ron ona bakıyor ve kahkahaları azalıyor.
“İyi misin, ‘Mione?” diye soruyor Ron. Hermione’nin yüzü solgun görünüyor, eli karnında ve yüzü asık.
Hermione birden ayağa kalkıp “1 dakika” dercesine parmağını kaldırıyor ve tuvalete koşuyor. Harry ve Ron kustuğunu, ardından musluğun açıldığını duyabiliyorlar ve bir an sessizlikten sonra Hermione bitkin hâlde mutfağa dönüyor.
“’Mione, bu hafta üçüncü oldu,” diyor Ron, yüz ifadesi endişe dolu.
“Biliyorum,” deyip iç geçiriyor Hermione yine surat asarak. “Başka zaman midem bulanmıyor, sadece sabahları—“ birden gözleri kocaman açılıyor ve korkuyla Ron’a bakıyor. Harry sessiz bir iletişim kurmalarını izliyor ve ardından Hermione aniden ayağa kalkıyor, topuzunu tutturduğu asasını saçından alıyor ve karnına doğru karmaşık bir asa hareketi yapıyor. Karnının hemen altından ufak, parıltılı bir sarı ışık çıkıyor ve Hermione şaşkınlık içerisinde kocasına dönüyor.
“Aman tanrım,” diye fısıldıyor, gözleri şaşkınlığından kocaman olmuş. Ron yavaşça masadan kalkıyor.
“Hamileyim,” diyor Hermione ve yüz ifadeleri şaşkınlıktan korkuya ve ardından Harry’nin onlarda gördüğü en saf neşeye evrilirken Harry’nin nefesi kesiliyor. Ron neşeyle kahkaha atıyor ve hızla kendini atıp Hermione’yi kucaklıyor ve etrafında döndürüyor. Sonunda onu yere bırakıyor ve dudağından öpüyor.
“Merlin’in donu aşkına, Harry!” diyor neredeyse bağırarak, mest olmuş bir biçimde en yakın arkadaşına dönüyor. “Baba oluyorum!”
Harry başını geri atıp gülüyor, ayağa kalkıp ikisine de sarılıyor.
“Vakti gelmişti,” diyor Harry, onların neşeleri ona da bulaşmış.
Parıltı azalıp anı geçerken Draco kendini Harry’nin kafasından çıkardı. Asasını tahtaya doğrulttu ve yeni bir nokta koyup “R&H Bebek Bekliyor” yazdı.
“Bu çok tatlıydı,” diye mırıldandı, dudaklarının kenarları bir gülümsemeyle yukarı doğru kıvrıldı. “Ama bence bunda arkadaşların adına sevinmekten biraz daha fazlası var, değil mi?”
Harry yine temkinli bir bakışla ona baktı, yüzünde ufak bir gülümseme vardı, ve omuz silkti. Draco bir an onu izledi, aklındaki düşünceler vızır vızırdı.
“Yanılıyorsam bana söylemen lazım, biliyorsun,” dedi Draco. “Artık olduğun adamı birlikte okuduğum çocuk kadar iyi tanımıyorum. Ama bir tahmin yürütebilirim.”
Harry tek kaşını kaldırdı ve bekledi.
“Bu bariz bir şekilde dahil olan herkes için çok mutluluk verici ve hayat değiştiren bir andı ama senin için daha farklıydı—çünkü çocukluğunuzdan beri hep üçünüz vardınız, en yakın arkadaştınız, her şeyi birlikte yaptınız. Ron ve Hermione’nin sevgili olup ayrı bir şey olması garip olmuş olmalı, arkadaşlığınız eskisi kadar sağlam kalsa da. Ama çocukları olduğunda bu daha da belirginleşti…”
Draco bir itiraz bekledi ama gelmedi. Harry’nin ufak gülümsemesi yüzünden siliniyordu.
“…sanki onlar hayatta ilerliyormuş, yetişkin oluyorlarmış ama sen bunun bir parçası değilmişsin gibi. Onlarınki gibi bir ilişkinin hiçbir zaman olamayacağını, olduğun yerde kalakalacağını, onlarla ilerleyemeyeceğini düşünmüş olabilirsin.”
Harry başını koltuğun sırtına yasladı, hâlâ Draco’yu izliyordu ve durumu kabullenmiş görünüyordu.
“Yanılıyor muyum?”
Harry bir süre kıpırdamadı, bakışları Draco’nun gözleri arasında gidip geldi, upuzun ve derin bir nefes aldı. En sonunda yavaşça başını iki yana salladı. Draco başıyla onayladı.
“Tabii ki bunlar doğru değil ama insanın aklı her zaman mantıklı davranmıyor, değil mi?” diye mırıldandı Draco. “Onlar ilişkilerine yedi sene önden başladılar. Şanslılardı, ruh eşlerini on bir yaşında buldular, bunu fark etmeleri uzun sürmüş olsa da. Sen de tüm bu zaman boyunca onların yanındaydın. Baksana, Ron karısının hamile olduğunu öğreniyor ve ağzından ilk çıkan söz ‘Merlin’in donu aşkına, Harry, baba oluyorum.’ Sen de o anın önemli bir parçasıydın. Hayatlarında her zaman olduğu kadar önemli bir yerin var—bu değişmedi. Senin için her şeyi yaparlar. Yani, Ron Weasley sana yardım etmek için gururunu ayaklar altına alıp bir Malfoy’a yalvardı,” dedi sırıtarak. “Malfoy-Weasley düşmanlığının ne kadar köklü olduğundan haberin var mı senin?”
Harry’nin dudakları gülecekmiş gibi titredi.
“Yapacağın hiçbir şey onları senden uzaklaştıramaz. Hatta ileri gidip onların ailesinden olduğunu söyleyebilirim—onlar da muhtemelen bana katılırdı. Eminim Rose sana Harry Amca diyordur ve Kurtarıcı olman ya da henüz evlenmemiş olman veya zor bir mesleğin olması veya hayatta etrafındaki insanlardan farklı, tepende bekleyen bir kehanet kalmadığına göre artık ne yapmak istediğine karar verebileceğin bir noktada olman umurunda değildir. Onun için ve anne babası için önemli olan senin Harry olman ve yanlarında olman.”
Harry hareket etmedi ancak yüz ifadesindeki üzgünlük biraz geçti ve Draco yine o ufak, sıcacık başarı hissini hissetti.
“Bir tura daha hazır mısın?” diye sordu Draco güven verici bir gülümsemeyle Harry’ye bakarak. Harry sırıttı, öne eğilip daha da gözlerinin içine baktı ve Draco’nun nabzı düzensizce hızlandı. Boğazını temizledi, asasını kaldırdı ve Harry’nin başıyla onay vermesini bekledi. “Legilimens.”
George Weasley vaftiz kızı Rose’u ilk defa kucağında tutuyor. Harry yıllardır onu bu kadar mutlu görmemiş.
Harry bunaltıcı, karanlık, havasız görünen bir odada, elleri belinde ayakta duruyor. Eski Kara Büyü kokusunu alabiliyor ve bundan nefret ediyor ama Grimmauld Meydanı’ndan gitmeyecek.
Harry bir kulübün loş aydınlatmalı barında duruyor. Çakırkeyif ve müzik çok gürültülü. Sarı saçlarını kuyruk yapmış uzun, zayıf, muggle bir adam önünde duruyor, elini tutuyor ve onu dans pistine götürürken göz kırpıyor. Harry’nin içi kıpır kıpır oluyor.
Draco kucağında yumruklarını sıktı ve göz atmaya devam etti. Biraz daha Seherbaz baskını, Draco’nun midesini bulandıran nadir muggle kulüp görüntüleri, biraz daha Ron ve Hermione, Rose ve Teddy ve Andromeda ama çoğunlukla iş—çalışma masasındaki belgeler, Bakanlık kantininde öğle yemeği, Ron’dan daha çok dava isteme, suçluları yakalama, ta ki Draco sonunda yeni bir gümüşi parıltı görene kadar.
“Bir şey buldum,” diye mırıldandı göz ucuyla gördüğü ışık büyürken ve onu yakalamak için uzandı ama yine yönünü şaşırtan bir itme hissetti ve ışık kayboldu. Draco sinir olarak dilini şıklattı.
“Seni zorlayıp canını yakmayacağım Harry ama eninde sonunda görmek zorunda kalacağımı biliyorsun,” diye homurdandı Draco ama şimdilik kendini anılar nehrine kapılıp gitmeye bıraktı.
Harry Büyüceşûra’nın önünde duruyor, midesi bulanıyor, önündeki parşömende yazan konuşmayı okuyor. Her kelimesini pürdikkat dinliyorlar.
Harry, Kingsley’nin ofisine giriyor. Kingsley ve başka bir adam onu karşılamak için ayağa kalkıyorlar. Kingsley epey resmî bir tavırla Harry’yi adama tanıtıyor ve Harry bu adamın desteklemesi gereken biri olduğunu anlıyor.
Harry, Büyüceşûra ile oturuyor, baştan ayağa Seherbaz kıyafetlerini kuşanmış. Midesi bulanıyor. Oy vermek için elini kaldırıyor ve hemen tuvalete koşmak için odadan çıkıyor.
“Emin misin, Harry?” diye soruyor Ron, endişeli görünüyor.
“Gitmek zorundayım,” deyip iç geçiriyor Harry. “Yapabilecek tek kişi benmişim.”
“Tek kişi değilsin,” diye mırıldanıyor Ron. “Sadece en kolay yaptırılabilecek olansın.”
Harry ona dik dik bakıp konuyu değiştiriyor.
Harry yeni yükselişte olan bir siyasetçiyle dışarıda öğle yemeği yiyor. Konuşmak için, hatta yemek yemek için bile orada değiller—birlikte görünmek için oradalar. Adam konuşup dururken Harry’nin tek düşünebildiği şey burada olmak yerine Teddy’yle vakit geçirmek istediği.
Harry bir süpürge dolabında yalnız, resmî cübbesi üzerinde ve madalyalarla kaplı. İçi şiddetli bir panikle dolarken kollarını sıkı sıkı kendine sarıyor, zar zor nefes alıyor, ölecekmiş gibi hissediyor.
Draco dudaklarını birbirine o kadar sert bastırıyordu ki canı acıdı. İyi veya mutlu bir şeyler bekliyordu, belki bir ilişki veya yeni bir ev veya bir hobi, evcil hayvan bile olabilirdi ama burada o türden hiçbir şey yoktu ve aylar akıp gidip yıllara dönüşüyordu. Yalnızca Harry’nin sevdiğini bildiği muggle bardaki anılar eksikti çünkü onlar muhtemelen hâlâ Ron ve Hermione’nin Düşünseli’ndeydi. Ancak Draco Harry’nin oraya sadece yalnız kalmak, kimsenin tanımadığı bir yabancı olmak için gittiğini biliyordu.
Harry üzerinde resmî cübbesiyle kürsüde, önündeki parşömeni okuyor. Kalabalık mest olmuş hâlde onu izliyor. Midesi bulanıyor.
Harry Hogwarts’ta, misafir öğretim üyesi olarak Karanlık Sanatlara Karşı Savunma dersi veriyor ve düello yapan çocukların yüzlerindeki heyecan içini ısıttığı kadar onu tiksindiriyor da, çünkü Harry’nin tek görebildiği şey Savaş. Patronus büyüsünün çok daha iyi bir konu olduğuna karar verip aniden çocukları durduruyor.
“Uzun zaman oldu, Harry,” diyor Andromeda, bakışları onu delip geçiyor.
Harry yatak odasında, yani öyle sanıyor, yere çömelmiş, içini panik kaplarken kollarını sıkı sıkı kendine sarıyor. Tir tir titriyor.
Harry bir büyücü ilkokulunda, yedi yaşında çocuklara Merlin bilir ne anlatıyor ve çocuklar korku ve hayranlık içerisinde ona bakıyor. Panik olmaya başladığını hissediyor—onu sırtı kapıya dönük hâlde odanın ortasına oturttular.
Harry resmî cübbesini giymiş, Kingsley kimi getirirse onunla el sıkışıyor. Gelecek Postası’ndan fotoğrafçılar her seferinde resim çekiyorlar ve zorla gülümserken Harry kendi kendine bunun hâlâ Savaş’a benzediğini, sadece farklı bir tür olduğunu düşünüyor. İçgüdüleri saklanmasını söylüyor.
Draco gittikçe daha yakın zamandan anılar gördüklerini fark etti, hızla oldukları güne yaklaşıyorlardı.
“Harry,” dedi sertçe, yine bir süpürge dolabında panik atak geçirdiği bir anıyı durdurup. “İzin ver göreyim.” Ses tonu tartışmaya izin vermeyecek türdendi ama Harry’nin kaygısının arttığını, yalvardığını hissedebiliyordu.
“Mecburuz, Harry.”
Büyük bir isteksizlikle anılar hızla geçip zamanda geri gitmeye başladı, sonunda parıltı tekrar belirdi ve Draco onu yakalayabildi.
“Beni görmek mi istediniz, efendim?” diye soruyor Harry, Bakan’ın ofisinin kapısını kaparken.
“Harry, evet, otur, lütfen,” diyor Kingsley mutlulukla. Harry sandalyeye oturuyor ve Kingsley masasında öne eğiliyor, ellerini yüzünün önünde kavuşturuyor ve dikkatle Harry’yi izliyor, Harry bekliyor.
“Senden o iyiliği istemem gerek, Harry,” diye başlıyor Kingsley, temkinli.
“İyilik mi?”
“Evet… Malfoy oğlanına göz kulak olmamı istediğinde karşılığında bir iyilik yapmayı teklif etmiştin ya hani… Onu kullanmam gerek. Yardımına ihtiyacım var, Harry.”
Harry hatırlayıp iç geçiriyor. Kingsley ne ara tam bir siyasetçi oldu bilmese de buna hakkı var. Teklif etti sonuçta. “Doğru,” diyor. “Sizin için ne yapabilirim?”
Kingsley bir an duraksıyor. “Çok büyük bir şey değil,” diyor. “Sadece birileriyle tanışman lazım; hükûmetin bazı üyeleriyle görünmen, arada sırada Bakanlık etkinliklerinde konuşma yapman. Belki arada Büyüceşûra’da oy kullanırsın, oy hakkı verirler. Etkisi yüksek olan birisin, biliyorsun ve senin etkin Büyüceşûra’daki güç dengesine gerçekten yardımcı olabilir, senin ‘yükseklerde’ olman safkancıları bastırır. Kimse Kurtarıcı’ya karşı çıkmaz.”
Harry dişlerini sıkıyor, ellerini sandalyenin kollarında yumruk yapıyor. Böyle sıkınca elinin tersindeki yara izleri daha da belirginleşiyor. Yalan söylememeliyim.
“Çok büyük bir iyilik gibi görünüyor, Kingsley,” diye homurdanıyor gözlerini kısıp.
“Geçtiğimiz beş yıl boyunca Seherbazların Draco’nun yoluna çıkmasına engel olmak da öyleydi,” diye karşılık veriyor Kingsley sakince. Harry gözlerini kapıyor, patlamayı önlemek için derin bir nefes alıyor.
Şimdiye kadar adını ve etkisini sadece Hermione’nin aktivizmine yardımcı olmak için kullanmış—siyasete en fazla o kadar girmişti ve hoşuna da gitmemişti ama Hermione için yapmıştı. Siyasette hiçbir şey gerçek değildi, her şey bir güç oyunuydu—aldatmacalarla dolu tehlikeli bir oyun.
Ama Kingsley yardımcı olabileceğini, safkancıları bastırabileceğini, bir Karanlık Lord daha çıkmasını engelleyebileceğini söylüyorsa—Harry on yedi yaşında Çoközlü İksir alıp Bakanlığa gittiğinde gördüklerini hatırlıyor: asaları alınan muggledoğumlular, mahkemede tahtında oturan Umbridge…
“Peki,” diyor Harry ve Kingsley rahatlayarak nefes veriyor. Harry tekrar konuşmadan önce tereddüt ediyor.
“Malfoy nasıl?”
“İyi,” diyor Shacklebolt, hem eğlenmiş hem bezgin bir tavırla. “Ruhsatçılar zorluk çıkarsa da Şifacı Ruhsatı’nı aldı. Yakında İngiltere’ye dönecek…”
Draco Harry’nin kafasından çıktı ve tahtaya bir nokta daha koymakla uğraşmadı. Kontrol edemediği, bastırılmış duygulara fiziksel bir tepki olarak vücudu titriyordu. Zihinbend duvarlarını yavaş yavaş indirdi ancak yavaşça yapsa bile duvarlar tamamen inene kadar Draco öfkeden titremeye başladı.
“Bu doğru mu diye sormak istiyorum ama doğru olduğunu biliyorum, gözlerimle gördüm,” diye mırıldandı Draco çenesini sıkarak. Harry kocaman olmuş gözlerle sessizce onu izledi, vücudu gergindi. Draco buna dayanamıyordu.
“Kendinden daha ne kadar onlara vereceksin, Harry? Buna daha ne kadar devam edeceksin?” Draco’nun sesi yükseliyordu, yumruk yapıp sıktığı elleri kucağında titriyordu. Yine bir noktada asasını düşürmüştü. Harry tabii ki ona cevap vermedi ama Draco ona sertçe bakmaya başladığını görebiliyordu—savunmaya geçiyordu. Draco’nun umurunda değildi. Ayağa kalkıp odada dolaşmaya başladı, sinirinin enerjisi taşıyordu. Harry'ye, Kingsley’ye, Bakanlığa, Dumbledore’a ve Voldemort’a ve dünyaya, bu yaptıkları yüzünden olan siniri…
“Şerefsiz seni lanetlememiş Harry, niyeti o olmasa da sana tatil yaptırmış. O zamandan beri kaç kere sırf zorunda hissettiğin için, dünyaya borçlu olduğunu sandığın için bir şey yaptın? Bu son birkaç haftadır kaç kere sonunda uçmak, aileni ve arkadaşlarını ziyaret etmek ve müzik dinlemek gibi kendi istediğin şeyleri yapabildin? Sessizliğin sorun, evet ama senin için değil. Diğerleri için.”
Harry artık ona tamamen dik dik bakıyordu, koltuğundan kalkmış ve yumruklarını sıkmıştı.
“Gerçekten dünyayı değiştirebilecek tek kişi, bu güce sahip olan tek kişi olduğuna, dünyaya senden istedikleri her parçanı vermeyi borçlu olduğuna inanıyor olamazsın—ama tabii ki inanıyorsun. Tabii ki inanıyorsun, sana başka bir şey öğretilmedi ki, değil mi, siktiğimin Albus Dumbledore’u sağ olsun,” Draco artık bağırıyordu ve Harry’nin öfkesinin arttığını hissedebiliyordu ama duramıyordu. Kimse ona bunu söylememiş miydi? Hiç kimse bunu sesli söylemiş miydi?
“Tabii ki buna inanıyorsun ve ben buna dayanamıyorum, Harry, sahip olabileceğin tüm öz saygı kırıntılarını almışlar senden. Bunu bilerek yaptıklarına inansan iyi edersin, ömrünün her anı çoğunluğun iyiliği için ölmeye hazır çocuğu yaratmak için tasarlanmış. Seni Ölüm Yiyenlerden korumak için teyzen ve eniştenle bırakmadı, orada değersiz hissettiğin için orada bıraktı çünkü kendine biraz bile güvenerek büyüseydin günün sonunda kendini koruma duygun ağır basabilirdi ve buna müsaade edemezdik, dünyanın kaderi söz konusuyken bu olmazdı. Domuzları kesmeden önce onlara ne kadar muhteşem ve değerli olduklarını söylemiyorlar, değil mi?”
Draco titriyordu, daha önce hiç bu kadar sinirlenmiş miydi bilmiyordu ve git gide daha da artıyordu, birbirlerinin öfkelerini besliyorlardı.
“Çağımızın en güçlü büyücüsü Albus Dumbledore’un, tehlikeli bir büyülü nesneyi saklamanın en iyi yolunun on bir yaşında çocukların geçebildiği bir engelli parkur olduğunu düşündüğünü söyleyemezsin bana. Voldemort’un onun peşinde olduğunu biliyordu ve istediği zaman onu yok edebilirdi ama Harry Potter, bir çocuk bizler için hayatını riske atacağını kanıtlayana kadar bekledi. Sırlar Odası’na kendisi giremezdi diyemezsin, en son açıldığı zaman kimin öldüğünü ve hayaletinin nerede olduğunu biliyordu, ulan Ron Weasley bile duyduğu Çataldil’i taklit ederek açabildi. O zaman döndürücüyü kendi kullanabilirdi Harry, Turnuva’ya katılmana izin vermeyi reddedebilirdi, seni güvende tutabilirdi ama yapmadı. Seni asla başkasına güvenmeyecek, her zaman sorunları kendisi çözecek, kendi hayatı etrafındakilere kıyasla ikinci sırada olan birine çevirdi. Ona zorla verilen rolleri üstelenecek biri; çünkü bunu yapmak zorunda olduğuna inandığın, çünkü hep bunu yapmış olduğun, çünkü başka kimse yapmayacağı için. Büyücü Dünyası’na her şeyini verdin Harry, tüm çocukluğunu, onlar için öldün lan! Ve o zaman bile istediğin için değil, hayatının değerli olduğunu düşündüğün için değil tamamlaman gereken bir işin olduğu için, başka kimsenin yapmayacağına inandığın için geri döndün. Seni büyük bir ustalıkla, yalnızca çoğunluğun iyiliği için kullanılacak bir alete çevirmiş—ve hâlâ da öylesin!”
Harry, Draco’nun öfkeyle volta atmasını izlerken burnundan soluyordu. Raflardaki kitaplar sallanıyordu. Draco kara tahtanın titrediğini duyabildiğini sandı.
“Merlin’e şükür geri döndün, Harry ama artık özgür olduğuna göre bu hayatta ne yapıyorsun? İstediğin şeyi yapmayı hiçbir zaman öğrenemedin, o yüzden yapmak zorunda olduğun şeyleri yapmaya devam ediyorsun çünkü doğru olan bu, değil mi? Duruşmamda konuşmanın sebebi bu değildi. En kötü ihtimalle birkaç yıl Azkaban’da yatar çıkardım çünkü reşit değildim ve kimseyi öldürmedim. Hayatım tehlikede değildi, benim için konuşmak zorunda değildin. Bence niyeyse bana yardım etmek istediğin için bunu yaptın ve dünya resmen altüst oldu, değil mi? Eminim tek bir kişi bile sana destek olmamıştır. Bir kez olsun kendi istediğin şeyi yaptın ve bunda yapayalnız bırakıldın.”
Şöminedeki ateş kükrüyordu ve etraflarında sıcak hava dalgası gibi titreşen hava temiz ve ıslak toprak gibi kokuyordu. Harry’nin gözleri öfkeyle parlıyordu. Draco on yıldan uzun süredir onu bu kadar sinirli görmemişti. Belki de hiç.
“Şimdi de Kingsley sana bunu yapmak zorunda olduğunu, dünyaya bunu borçlu olduğunu söylüyor, seni mahvetse bile ve ne uğruna, Harry? Seherbazları benden uzak tutanın Kingsley olduğunu mu sanıyorsun? Sen de Seherbazsın, Harry! En yakın arkadaşın Baş Seherbaz! Artık senin ya da Ron’un haberi olmadan orada hiçbir şey yapılmıyor. Benim için tanıklık ettiğini biliyorlar, Harry ve sana karşı gelmezler. Benim önümü kesen Seherbazlar değil. Ben senin zayıf noktanmışım demek ki ve Kingsley bununla seni kullanıyor ve sen de hayatını sanki tutunmana değmezmiş gibi parça parça koparıp onlara vermeye devam ediyorsun. Daha ne kadarını vereceksin, ortada bir şey kalmayana kadar mı? Onlar için canını verdin, Harry! Tüm çocukluğun boyunca tıpkı benim gibi bir piyon olduğunu biliyorsun—sırf bu sefer seni terfi ettirip satrançta at yaptılar diye bir kukladan fazlası olduğunu mu sanıyorsun?”
Bir hırlama sesi ve kara tahtanın sonunda kırılmasıyla gürültülü, korkunç bit çatırtı duyuldu, kitaplar raflardan fırladılar, şömine kor kustu. Harry o kadar hızlı hareket etti ki Draco’nun tepki vermeye fırsatı olmadı ve çobanpüskülü asayı boğazına dayanmış buldu, Harry’nin yüzü yalnızca birkaç santim uzağındaydı, öfkeyle diş gösteriyor ve neredeyse tükürüyordu, yeşil gözleri alev alevdi. Asasının ucu sıcaktı, Draco’nun tenini yakıyordu ama Draco nefesini tutup donakaldı.
“Beni tanımıyorsun,” diye hırladı Harry kalın, acı verecek şekilde tanıdık bir sesle. Sonra gözleri pörtledi ve Draco bu bariz yalana karşı gözlerini kapayıp titrek bir nefes verdi.
Harry’nin şok içinde ve öfkeyle aldığı nefesleri iki saniye daha yüzünde hissetti ve ardından yanan asa teninden çekildi. Harry’nin ayak seslerinin ondan uzaklaştığını, kapının açıldığını, sonra koridordan oturma odasına koştuğunu duydu. Uçuçun alevlendiğini, Harry’nin “On İki Numara, Grimmauld Meydanı!” diye bağırdığını, ateşlerin çıkardığı vuşş sesini duydu ve Harry gitmişti.
Uyuşmuş gibi bir an öylece kalakaldıktan sonra Draco ağır temiz havada duman kokusu aldı ve gözlerini açınca ateşin közlerinin berjer koltukların önündeki halıyı tutuşturduğunu gördü. Donakalmış uzuvlarını çözüp adrenalinden sonra kalan hisse katlanarak dikkatle oraya gitti, Harry’nin limonlu su dolu bardağını alıp yanan közlere dökerek ufak alevleri söndürdü.
Notes:
*Pencereye veya çatıya çarpan yağmur damlalarının çıkardığı hoş ses.
Y.N.:
Umarım bir şeyler hissetmeyi seviyorsunuzdur. >:)Dans ettikleri şarkı benim favorilerimden biri, böyle şeylerle ilgileniyorsanız onu da hallettim. https://lou-ifyouwant.tumblr.com/post/643753457322491904/sparks-coldplay-another-cover-three-days-later
Durmadan okumaya devam mı ediyorsunuz? Saat gece üç mü ve ne kadar vakit geçtiğini bilmiyor musunuz ve sabah işe mi gideceksiniz? Burası ara vermek için iyi bir yer, biraz su için, uyuyun, yemek falan yiyin. <3
Elfiro on Chapter 3 Fri 12 Aug 2022 01:19PM UTC
Comment Actions
plinnnn on Chapter 3 Fri 12 Aug 2022 01:45PM UTC
Comment Actions
natdottir on Chapter 3 Fri 12 Aug 2022 03:28PM UTC
Comment Actions
anormal_grl on Chapter 8 Tue 02 Sep 2025 03:40PM UTC
Comment Actions
plinnnn on Chapter 8 Tue 02 Sep 2025 04:21PM UTC
Comment Actions
anormal_grl on Chapter 8 Tue 02 Sep 2025 04:25PM UTC
Comment Actions
plinnnn on Chapter 8 Tue 02 Sep 2025 04:29PM UTC
Comment Actions
anormal_grl on Chapter 8 Tue 02 Sep 2025 04:31PM UTC
Comment Actions